Türkiye’nin demokrasi, laiklik ve bağımsızlık sorununun çözümü de ve ondan koparılamayacak Kürt Sorununun demokratik, laik, antiemperyalist çözümünün temel dinamiği ülkenin toplam sol potansiyelinde aranmalıdır. Yeter ki bu potansiyelin farklı uçlarını temsil eden kitleler karşılıklı düşmanca tutumlarla birbirini zayıflatarak AKP’yi güçlendirmekte olduklarının farkına varabilsin. Bunu ise ancak sosyalistler kitleselleşebilen bir politik hat üreterek sağlayabilir Açlık grevleri […]
Türkiye’nin demokrasi, laiklik ve bağımsızlık sorununun çözümü de ve ondan koparılamayacak Kürt Sorununun demokratik, laik, antiemperyalist çözümünün temel dinamiği ülkenin toplam sol potansiyelinde aranmalıdır. Yeter ki bu potansiyelin farklı uçlarını temsil eden kitleler karşılıklı düşmanca tutumlarla birbirini zayıflatarak AKP’yi güçlendirmekte olduklarının farkına varabilsin. Bunu ise ancak sosyalistler kitleselleşebilen bir politik hat üreterek sağlayabilir
Açlık grevleri bu yazı yazılırken 66’ncı güne ve kritik bir aşamaya dayanmıştı. Böylesine kritik bir aşamada Recep Tayyip Erdoğan, kendinden öncekileri aratmayan argümanlarla açlık grevlerini ve talepleri gözden düşürmeye çalışan bir söylem geliştiriyor. Aslında bu tutumu uzun bir zamandan beri Türkiye’nin en güçlü demokratik dinamiklerinden birini etkisizleştirme çabalarının devamından başka bir şey değil. Aynı şeyi kısa bir süre önce Aleviler için de yapmıştı. Sendikalara (emek hareketine) dönük saldırılarına ise sarı sendikaları ‘güçlendirme’ operasyonları eşlik ediyor. TMMOB ve TTB başta olmak üzere meslek örgütlerine dönük olarak da emek hareketinden koparma hamleleri yapıyor. Kadınlara, üniversitelere, ilköğretime (4+4+4), kentlere (kentsel dönüşüm ve afet yasasıyla), doğaya ve çevreye (acele kamulaştırma yasası vb ile) dönük saldırıları, buraların direniş olanaklarını dağıtmaya dönük politikalarla yenileniyor. Sola saldırıları itibarsızlaştırma, baskılar ve tutuklama terörüyle ilerliyor. Ana unsurlarıyla saydığımız bu saldırılar karşısında toplumda azımsanmayacak bir tepki ve hareketlilik baş gösteriyor. Önemli etkili bir tepki hareketi de 29 Ekim’de cumhuriyetçi kitlelerden geldi ve görünen o ki önemli bir dinamiğe işaret ediyor. Ancak tüm tepkiler ve hareketlenmeler birbirinden oldukça yalıtık gelişiyor ve dahası bu hareketlerin aktörleri birbirine mesafeli tutum almayı tercih ediyor.
Bu mesafe bir yanıyla yapısal sorunlardan kaynaklanırken, diğer yandan ilerici yönleri baskın farklı toplumsal dinamikleri birleştirebilen veya paralel hareket ettirebilen sol bir programın yokluğundan ileri gelmektedir. Yukarıda sayılan tüm alanların birbiriyle ilişkisi sorunlu olmakla beraber, ‘Cumhuriyetçi’ kitleyle hakları için harekete geçen Kürt kitlesinin düşmanlığa varan kutuplaşmaları bir yanıyla AKP’yi güçlendiren bir sonuç üretirken diğer yandan birçok mücadele alanını kesen sorunlar üretmektedir.
Bu yazıda geniş kitleler içinde siyasal çalışma yürüten sosyalistlerin sıkça karşılaştığı bu sorunu tartışma konusu yapacağız. Cumhuriyetçi kitlelerin tepkilerini nasıl değerlendirmeliyiz? Cumhuriyetçi kitlelerin Kürt sorununa yaklaşımı yekpare ve değiştirilemez midir? Aynı şekilde Kürt solundan kesimlerin cumhuriyetçi kitlelere yaklaşımı isabetli midir?
Cumhuriyetçilerin ilerici ve gerici eğilimleri
Öncelikle cumhuriyetçilere bakalım. 29 Ekim gösterileri kitlesel ve militan bir tarzda gerçekleşti. Sol örgütler bu eylemlere katılmazken, sol kitlenin önemli bir kısmı katıldı. Ankara’daki 29 Ekim eyleminin katılımcıları ve içeriği oldukça sol iken diğer illerde özellikle Antalya’da kitlesi daha orta sınıf ve içeriği daha şovendi. Ankara’da orta sınıfın daha az, Alevi yoksulların daha fazla katıldığı ve “faşizme karşı omuz omuza”, “kahrolsun faşizm” sloganlarının kitlesel rağbet gördüğü bir gösteri iken Antalya’da “ne mutlu Türküm diyene” ve “vatan bölünmez bir bütündür” sloganları öndeydi. Bu özellikleri dolayısıyla da eyleme bireysel olarak katılanların içi pek rahat değildi, katılmayanlar ise katılan sol duyarlılığa sahip halk tarafından sorguya çekiliyordu. Bu mitingler, AKP gericiliğine karşı ilerici tepkiler ve Kürt sorununda ise şovenist refleksler taşımaktaydı. Bu ikili özellik sol kitlelerin hem katılanlarını hem de katılmayanlarını sıkıntıya soktu. (Cumhuriyetçi kitlelerin dinamizmi açısından İşçi Partisi’nin (TGB) önemli bir fonksiyonu bulunmamaktadır.)
Rayından çıkmadı, mantıki sonucuna ulaştı
Cumhuriyet’e neler oluyor? Cumhuriyetçi kitlenin tepkilerini nasıl okumalıyız? Sonucu baştan söylersek, 29 Ekim Cumhuriyeti mantıki sonucuna varmıştır. ‘İlelebet ilerleyeceği’ rayından birileri tarafından çıkartılmamıştır. Kurulduğunda önünde iki yol vardı; ya sosyalizm yolunu izleyecekti ya da kapitalizm. İkinci yola sapıldı. Kapitalist yoldan kalkınma modelinin uluslararası kapitalist sistemle entegre olmadan ilerlemesi olanaksızdı. Cumhuriyetin kurucularının tüm iddialı bağımsızlıkçılıklarına karşın izlenen yolun ucu emperyalist kampa gidiyordu. Ve cumhuriyetin emperyalist sistemle bütünleşmesi, sömürge kapitalizminin inşası uzun zaman almadı. Emperyalist kampın soğuk savaş politikalarının uzantısı bir siyasal ve ekonomik yapı inşa edildi. Ordunun iç savaş ordusu olarak düzenlenmesi, askeri darbeler, sömürge tipi faşizmin kurumsallaştırılması, sanayileşme ve kalkınma stratejilerinin emperyalist kuruluşlarca belirlenmesi vb hepsi uluslararası kapitalist sistemin uzantısı olarak şekillendi. Cumhuriyet tarihi, emperyalist yeni sömürgecilik sistemi ile işçilerin, gençliğin, köylülerin bu sisteme karşı mücadelesi olarak yaşandı.
Son dönemde neoliberal uygulamaların esas alınması, ithal ikameci kalkınma modelinin terk edilmesi tam da dahil olunan emperyalist sistemin çağımızdaki gelişim seyrinin bir parçasıdır; başka bir deyişle entegre olduğu sistemin vardığı bir uğraktır. Elbette ki cumhuriyetçi kitlelerin cumhuriyetin bağımsızlığına dair kaygıları anlamlıdır ancak bağımsızlığın yitirilmesi yeni değildir. Bilindiği üzere kritik gelişme 1950’lerde yaşanmıştı. Ancak yeni sömürgecilik sistemine dahil oluşun temelleri (kapitalist sistemin tercih edilmesinin devamı olarak) 1946’da IMF ile anlaşma imzalanarak atılmıştı. Laiklik modeli ise Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum (yapısı ve işleyişi) başta olmak üzere ciddi sorunlar içermekteydi.
Dolayısıyla bugün ‘Cumhuriyetçi’ kitlelerin söyleminin ve zannının aksine laik (*) ve halkçı bir rejimin yitirilmesi söz konusu değildir. Başından itibaren sermaye birikiminin önceliklerini tercih etmiş, halkçılığı oldukça zayıf, nispi refah politikalarının sonucu olarak bir dönem “orta sınıfa” kısmi fayda sağlamış, nispi refah politikalarını terk ederek de bugün orta sınıfları proleterleşmeye zorlayan, ve asıl olarak sermaye sınıfına ait olan mevcut cumhuriyet bir dönüşüm yaşamaktadır. Bu dönüşüm AKP yüzünden değil, AKP eliyle gerçekleştirilmektedir. Bu dönüşüm Türkiye Cumhuriyeti’nin dahil olduğu ‘dünyanın’ dönüşümüdür. O dünyaya, yani kapitalizme karşı olunmadan neoliberalizm karşıtlığının tarihsel olarak başarı şansı yoktur.
Neoliberalizmin mağdurlarının eski rejim özlemi
Ne var ki neoliberalizmle birlikte bir yeniden proleterleştirme dalgasının ‘mağdur’ ettiği kitleler (rejimden fayda görmüş eski “orta sınıf”) eski rejime sahip çıkarak yeni rejime tepki veriyorlar. Hangi tonda olursa olsun İslami bir rejim altında yaşamayı (çok haklı olarak) can güvenliği meselesi olarak gören Alevilerin tepkilerini de önemli bir dinamik olarak buna eklemek gerekir. Bu tepkiler çelişik eğilimleri bir arada bünyesinde barındırıyor. Bunlar antiemperyalizm, laiklik (dinsel gericilik-şeriat karşıtlığı olarak ifade ediliyor) gibi ilerici unsurlar ile ırkçılığa kadar uzanabilen bir şovenizm (Kürt düşmanlığı), darbecilik gibi gerici-faşizan unsurlar olarak sayılabilir.
Bu kesimlerin antiemperyalizm ve laiklik anlayışlarının önemli
zafiyetler içerdiğini de belirtmek gerekir. Antiemperyalizm anlayışları antikapitalizmi içermediğinden, bir kısmında ’emperyalistlerin Kürt Sorununu başımıza musallat ettiği’ zannına dayandığından ve laiklik yaklaşımları demokratik nitelik taşımadığından sosyalistlerle kan uyuşmazlıkları taşımaktadır. Bu kan uyuşmazlığı ‘cumhuriyetçi’ kitlelerle devrimcilerin buluşmasının önünde önemli bir set oluşturmaktadır. Bu setin yıkılabilmesi/etkisizleştirilebilmesi/aşılabilmesi devrimcilerin uygun politikalar geliştirmesi kadar, bu kitleleri etkisine alan sorunlu yaklaşımların yenilgisine de bağlıdır.
Ordunun bu kesimlerin beklentisine uygun bir araç olmaktan çıkması/çıkartılması bu sorunlu yaklaşımın önemli unsurlarından birinin (darbeciliğin) yenilgisi olmakla birlikte, setin yıkılmasına yetmediği görülmektedir. Devrimcilerin asıl becerisi ise hak mücadelelerini yükselterek önderlik edebileceği güçlü bir neoliberalizm, gericilik ve AKP karşıtı siyasal cepheyi yaratarak bu potansiyeli devrimci-demokratik bir kulvara sürüklemek (ve şovenizmden arındırmak) olacaktır. Yoksa bu kitlelerin kendiliğinden aktığı mecraları güçlendirerek egemen sınıf saflaşmalarından bağımsız bir güç oluşturmak ne olanaklıdır ne de devrimcilerin harcıdır. İşçi Partisi’nin öteden beri (Şahin Alpay’ın teorisyenleri olduğu zamanlardan beri) egemen sınıf fraksiyonları arasından birilerini kendisine müttefik seçip, darbe işbirliklerine giden siyasetler izlediği, bunun uzantısı bir siyaseti bugün de güttüğü ortadadır.
Şovenizme karşı yeniden kardeşleşme
Şovenizmin kaynağını Kürt Sorununun oluşturduğu tartışmasız bir gerçektir. Kürtlerin ‘Cumhuriyet’e olan güvensizlikleri de asimilasyon, inkar ve katliam politikalarından kaynaklanan başka bir tarihi gerçektir. Bu gerçekliklerin her iki kesimden ilerici demokratik dinamikleri kadük hale getirmesinin önüne geçecek şey ise her iki kesimden sol müdahaledir. Önceki paragrafta vurguladığımız türden bir hareketin şovenizmden arınmış bir nitelik kazanması tek başına ne sosyalist hareketin ne de Kürt Hareketinin başarabileceği bir şeydir. Bir yanıyla karşılıklı çabayı gerektirse de bu çabaların etkisinin oldukça sınırlı kaldığı ortadadır.
Asıl olarak sınıf mücadelesinde kesişim alanları yaratılarak, çeşitli hak alanlarında ortak talepler ve ortak mücadele birikimleri üretilerek, yaratılan ayrıştırma yeniden kardeşleşmeye yani şovenizmin kırılmasına vardırılabilir. Yıllarca kışkırtılan şovenizm, ikisinde de antiemperyalist duyarlılık olan ‘Cumhuriyet’ kitlesi ile Kürt Halkının yakınlaşmasının önünde önemli bir engeldir. Kürt Hareketinin de bir dönem, şovenizmin kırılmasını güçleştiren siyasal tutumlar aldığını belirtmeliyiz.
Özellikle AKP döneminde, AKP’nin Kürt Sorununda çözüm yolunu açacak politikalar güdeceği inancı veya ön kabulü, liberallerin olumlu rol üstlenebileceğine dair beklentisi, Kürt olmayan sol tabanda güçlü kaygılar oluşturdu. Kürt Hareketinin bu yöneliminde, SHP sürecinden keskin dönüş yapan Baykal çizgisinin etkili olduğu söylenebilir ancak bu mazeret sonucu değiştirmiyor. AKP’den Kürt Sorununda demokratikleşme beklentileri sadece Kürt solunda değil, sosyalist solda da sınıf ekseninden kaymalar yarattı. Özellikle AB sürecine yaklaşımlar, 12 Eylül Referandumuna dair tutumlar bunun tezahürüdür. Kürt olmayan sol kitleler (‘yetmez ama evet’ rezaleti de içinde olmak üzere) boykot tutumunu AKP’nin kerhen desteklenmesi olarak algıladılar ve tepki gösterdiler. Sosyalist solda ve Kürt Hareketinde İslamcıların demokrat olabileceklerine dair yanılsamanın ve sosyal demokrat partilere oy veren kitleleri bir tür ‘faşist’ olarak nitelendirmelerine neden olan ideolojik deformasyonun etkileri hala sürmektedir (HAS Parti hezimetinin de bu yanılsamayı kırmaya yetmemesi, ideolojik deformasyonun çapı konusunda bir fikir verir). Bir başka örnek; Keçiören’de sol örgütlerin açlık grevlerine destek toplantısına katılan CHP’nin yerel örgütünün BDP ve HDK’nın yerel örgütleri tarafından reddedilmesidir.
AKP muhalefet içindeki ayrılıkları kullanıyor
AKP, 10 yılı aşan iktidarı süresince iki güçlü muhalefet dinamiğinin birbirine olan mesafelerini ve düşmanlıklarını önemli bir olanak olarak kullandı, hatta kaşıdı. Dersim Katliamına dair çıkışları bunun bir örneğidir. Emek hareketinin başarılı politikalar üretememesinin de etkisiyle AKP bu ‘olanağı’ emek hareketinin zayıflatılmasında da ustalıkla kullandı. AKP’nin başarısı iktidarının uzunca bir dönemini ustalıklı bir biçimde Kürt Sorununu çözme ve genel olarak demokratikleşme süreci olarak sunabilmesiydi; solun başarısızlığı ise bunu deşifre edememesidir.
Oysa Türkiye’de demokratikleşmenin de Kürt Sorununun ‘çözümünün’ de iki dinamiği vardır. Birincisi emperyalizm merkezli veya yukardan dinamikler, ikincisi ise sol veya aşağıdan dinamikler. Kısa vadede sonuç yaratacağına inanılan, AB-ABD merkezli, AKP eliyle yürütülen girişimlerin (Kürt Sorununda çözüm ve ülkede demokratikleşme projelerinin) toplumda, solda ve Kürt Hareketindeki etkilerini ve sonuçlarını yaşayarak gördük. On yılda gelinen nokta Kürtlerin demokratik haklarını çetin bir mücadele ile gündeme sokan ‘aşağıdan’ dinamiklerin dağıtılarak (KCK Operasyonları) Kürt Sorununun kilitlenmesi; demokratikleşme projelerinin vardığı yer ise ‘AKP Faşizmi’ oldu. Açık ki birinci ‘çözüm’ emperyalist-kapitalist sisteme entegre edecek gerici, neoliberal sonuçlar üretecek, Kürtlerin ilerici, sol, sosyalist birikimlerini ve örgütlerini ve önderliklerini tasfiye edecek, Kürt halkının kaderini (ve de Türk Halkının) emperyalistlerin sürekli yeniden ve yeniden tayin ettiği bir sonucun ötesine geçemeyecektir.
Çözümün yegane adresi solda
Antiemperyalist, demokratik, laik, halkçı bir sonucu ancak sol çözüm ya da aşağıdan çözüm -tüm güçlüklerine karşın- üretebilir. İkinci çözüm yolunun güçlükleri; zayıflıktan programların yetersizliklerine, emperyalist kuşatmadan, faşist baskılara halkların ayrıştırılmış olmasından şovenizme kadar bir dizi faktörden kaynaklanmaktadır. Olanakları ise Türkiye halklarının tarihsel mücadele birikimlerinde aranmalıdır. Ülkemizin yarım yüzyıllık geçmişe sahip, zaman zaman azımsanmayacak politik ve kitlesel güce erişmiş devrimci mücadelesinin birikimleri ve sol potansiyeli ile Kürt Hareketinin sol potansiyeli demokratik çözümün yegâne olanağıdır.
Emperyalistler arasında meydana gelen çatlaklar ancak bu potansiyellerin birlikte, paralel, eşgüdümlü veya aynı doğrultuda harekete geçirilebilmesiyle halklarımızın lehine kullanılabilir. Kürt halkının sol potansiyeli Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin etkisindedir, ancak sosyalistler geri kalan sol potansiyelin çok küçük bir bölümünü etkileyebilmektedir. Bu nedenle sosyalistlerin Kürt Hareketiyle kurdukları olumlu ilişki ya da ‘sosyalistlerle birlik’ sınırını aşamayan, geniş sol potansiyeli kavrayamayan girişimler istenen sonuçlara ulaşamamaktadır.
Türkiye’de geleneksel sol potansiyel, daha azı sosyalistlerin (sendikal ve gençlik gibi dinamik alanlar söz konusu olduğunda daha çok), daha çoğu sosyal demokratların etki alanında bulunan (seçimler baz alınarak) yüzde 35-40 arasında bir oran olarak varsayılabilir. Bu potansiyelin bugün için yaklaşık olarak yüzde 26-28’i CHP, yüzde 7-8’i BDP, yüzde 1-2’si de sosyalistlerin etkisindedir. (Bu oranlara birkaç puanlık itirazlar sonucu değiştirmez.) Türkiye’nin demokrasi, laiklik ve bağımsızlık sorununun çözümü de ve ondan koparılamayacak Kürt Sorununun demokratik, laik, a
ntiemperyalist çözümünün temel dinamiği de burada aranmalıdır. Yeter ki bu iki kitle karşılıklı düşmanca tutumlarla birbirini zayıflatarak AKP’yi güçlendirmekte olduklarının farkına varabilsin. Bunu ise ancak sosyalistler kitleselleşebilen bir politik hat üreterek sağlayabilir. Zira CHP’yi sola çekecek olan kitlelerdeki sola kayma olacaktır, CHP’nin yukardan dönüşümü değil. Gericiliğin ve faşizmin kitle temelini oluşturan sağ kitleler içindeki emekçi kesimlerin sola çekilmesi de ancak hak mücadeleleri olarak tanımladığımız, kitleselleşebilen bir politik hatla mümkün olabilecektir. Kısacası bu kitlelerde ilerici bir dönüşümün yolunu ancak (emek hareketi, barınma, çevre hareketleri gibi) sol bir dinamizm açabilir.
Ne aşılmaz duvarlar ne de duvarları aşmaktan başka çare var
Kısacası egemen sınıf siyasetlerinin uzun süreçte yarattığı ayrışmaya ve solun bu ayrıştırma karşısındaki bugüne kadar yetersizliğine karşın çözüm olanağı Kürt Hareketinin sol dokusunda ve sol kitlelerin demokratik geleneklerinde vardır. Ayrıştırılmış Kürt ve Türk sol kitlelerin birbirine yaklaşabilmesinin önünde yakın tarihte egemenler tarafından örülmüş duvarlar olmakla birlikte, bu duvarlar aşılmaz/yıkılmaz değildir ve başkaca bir seçenek de yoktur. Başkaca bir seçenek yoktur çünkü liberallerin tüm demagojilerinin aksine sağ eğilimli kitlelerin demokratik gelenekleri olmadığı gibi faşist uygulamaların da hep ateşli destekçileri olageldiler ve iktidarlar bu kitlelere dayandılar, dayanmaya da devam etmektedir.
Ayrıca egemen sınıf siyasetlerinin etkisini yitirmeye başladığını ve bunun bir fırsat olarak değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz. Son dönemde CHP’nin kimi kesimlerinde görülen Kürt Sorununa yeni bir yaklaşım oluşturma çabaları; Cumhuriyet Gazetesi’nde görülen Kürt Hareketine dair hakaretamiz nitelemelerin terk edilmesi olumlu gelişmeler olarak değerlendirilmelidir. Bunda Kürt Hareketinin AKP’ye muhalefetin son dönemdeki en etkin, en başarılı kuvveti olmasının çok önemli bir payı olduğunu, önümüzdeki dönem belirlenecek taktiklere ışık tutması açısından, özellikle vurgulamakta fayda var. Açlık grevlerine Türk toplumu tarafından yaklaşımda geçmiş Kürt siyasal eylemliliklerine yaklaşımlara nazaran faşizan tepkilerin azalması; bunun etkisiyle de Kürt Halkının demokratik haklarının ve taleplerinin ‘batı’da daha sorunsuz tartışılabilmesi yine olumlu ortamın işaretleridir.
Açlık grevlerine dair Samsun’da yapılan yürüyüşe saldırının sadece birkaç sözlü sataşmayla sınırlı kalması, daha önce Kürt Hareketinin siyasal taleplerine mesafeli duran aydın kesimlerinin tutum almaya başlaması vb örnekler olumlu işaretler olarak değerlendirilmelidir; kuşkusuz Bursa’da yaşananlar gibi gelişmeler de vardır ancak bunların yayılması sınırlı (en azından şimdilik) kalmaktadır. Bu durumu tersine çevirmek için AKP’nin kontrgerilla yöntemlerini de kapsayan hamleler yapması, kendi doğası gereği kaçınılmaz olduğu gibi, bu hamlelerin şovenizmi hızla harekete geçirmesi de zor değildir. Ancak biz, sol kitlelerin bu provokasyonlara giderek daha kapalı hale gelebilmesinin koşullarının oluştuğunu söylüyoruz. AKP, kendisine yönelik muhalefetlerin paralel davranmaması için CHP’yi de sıkıştıracaktır ve CHP içinde şovenizme hevesli güçlü bir eğilim olduğu da ortadadır. Dolayısıyla bu süreç bir yanıyla da sol potansiyel üzerinde bir ideolojik hegemonya mücadelesi olarak yürüyecektir.
AKP’ye karşı cepheleri çoğaltmak
Recep Tayyip Erdoğan’ın tam da açlık grevleri döneminde idamı tartışması, şovenizmi harekete geçirerek elini güçlendirmeye çalışması, açlık grevlerine meydan okuması olarak anlaşılmalıdır. Açlık grevlerinde ölümleri göze alabileceği ve bunu Türkiye toplumuna hayırlı bir şey olarak sunacağı anlamı çıkartılabilir. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasının ‘yasal’ bir mesele değil siyasal bir mesele olduğunu tüm taraflar bilmektedir. AKP ve Erdoğan açısından, Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkacak bir özerk Kürt devletinin engellenmesi, Kandil’in tasfiye edilmesi ve bunların sonucunda seçim süreçlerinden kayıpsız çıkılması gibi hedefler var. Tecrit meselesine de kendisine getireceği siyasal kayıplar/maliyetler açısından yaklaştığı için katı tutum almakta ve açlık grevlerinin yaratacağı kayıplar daha büyük olmadıkça uzlaşmaya yanaşmayacağı görülmektedir. Yayılmaya çalışılan olumlu havanın aksine sürecin uzamasına ve çetin geçmesine solun hazırlıklı olmasında da fayda var. Sert sürecin anlamı özetle; ölümler, Bursa gibi gelişmeler, operasyonlar, baskıların tüm muhalefete dönük olarak hızla arttırılması, idam tartışmasıyla birlikte yeni baskı yasalarının çıkartılması vs. olabilir. (Sürecin karakterini belirleyecek diğer etkenler Suriye’deki gelişmeler ve ekonomik kriz olacaktır.)
Tecrit kuşkusuz itiraz edilmesi gereken bir durumdur ancak sorun cezaevlerinde hak ihlali sorununun çok ötesindedir. Desteğe evet ama sadece ‘destek’ göreviyle yetinmek, bir insan hakları örgütü sınırlarında hareket etmek sorunun siyasal boyutuna müdahale etme olanağı yaratamamaktadır. Kürt Halkının, tecridin kaldırılmasına ve anadile dönük talepleri başta olmak üzere demokratik haklarını ve taleplerini toplumsallaştırabilecek(**) bir hat yaratmanın olanakları üzerinde durulurken diğer yandan siyasal iktidarın başkaca zayıf noktalarının açığa çıkartılması bir kenara bırakılmamalıdır. Herkesin toplanıp aynı cepheden yüklenmesi güçlü bir taktik değildir. Farklı cephelerin anlaşılması ve önemsenmesi; AKP’yi sıkıştıracak olan ve onu tecrit politikasını esnetmeye zorlayacak olan süreç buradan kurulabilir.
Samut Karabulut
Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı
(*) Cumhuriyet’in önemli ilkelerinden biri de laikliktir. Ancak bu laiklik, sünni mezhebini tek meşru mezhep olarak kabul etmiş ve okullarda bu mezhebe göre dini eğitimi zorunlu kılmış, Diyanet sünni mezhebine ait bir kurum olarak yapılandırmış, en laik olduğu iddia edilen ordunun kışlalarında camiden başka ibadethaneye izin vermemiş bir laikliktir.
(**) Halkevleri’nin, Ankara’da oturma eylemi yapan Kürt tutuklularının anneleri ile içinde 29 Ekim Mitingine katılanların da bulunduğu annelerin ‘kucaklaşması’nı örgütlemesi bu açıdan küçük ama anlamlı bir etkinlikti.