1 Mayıs akşamından başlayarak 1977 katliamı üzerine bir tartışma sürmektedir. Yaşamını yitirenlerin sayısında bile tartışmalı olduğu bu katliamın üzerindeki gizemin kalkmasını umut eden herkes tartışmanın başlamasını olumlu karşılamıştır. Halil Berktay’ın 2 Mayıs 2012 tarihli Taraf gazetesindeki “sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı” ifadesi tartışmayı daha başlangıcında olumsuz biçimde etkilemiştir. Yine de konu tartışılmaya, […]
1 Mayıs akşamından başlayarak 1977 katliamı üzerine bir tartışma sürmektedir.
Yaşamını yitirenlerin sayısında bile tartışmalı olduğu bu katliamın üzerindeki gizemin kalkmasını umut eden herkes tartışmanın başlamasını olumlu karşılamıştır.
Halil Berktay’ın 2 Mayıs 2012 tarihli Taraf gazetesindeki “sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı” ifadesi tartışmayı daha başlangıcında olumsuz biçimde etkilemiştir.
Yine de konu tartışılmaya, sorgulanmaya değer görülmeli, asıl hedef gerçeğin açığa çıkarılması olmalıdır.
Bu yazıyı iki bölüm halinde planladım. Nedeni tartışmanın iki ayrı cephesinin olduğunu düşünmemdir.
İlki bu tartışma bize ne yarar sağladı, tartışmayı açanların muradı neydi onu sorgulamaktır. İkinci olarak ise büyük ölçüde akılda kaldığıyla anlatılanlara, yayınlanmış belge ve bilgilerle hatırlatmalarda bulunmaktır.
2012 yılında 1 Mayıs 1977’yi tartışmak!
Tartışmaya katılan herkesin olayı aydınlatmak gibi bir niyeti olduğu şüphelidir. Ortaya konulan tezler ve tartışma biçimi olayın aydınlatılmasından çok, 1977 yılındaki çabanın tekrarı niteliği kazanmıştır.
1977 yılında devletin kıyımdaki rolünü yok saymak ve buradan sola saldırmak için malzeme aramak niyetinde olanlar, kılık değiştirip yine aynı ezberi tekrarlamıştır. Kimi gazete başlıklarında görüldüğü gibi bir ezber bozma yoktur, tam tersine ezber tekrarı vardır.
İşte size dönemin gazete başlıklarından örnekler:
Tercüman: “Maocular, DİSK’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar 34 ölü var.”
Günaydın: “Maocu vatan hainleri işçi bayramı’nı kana buladı 39 ölü.”
Hergün; “Lenincilerle Maocular çatıştı, solcular 40 işçiyi katletti.”
Yeni Asya: “DİSK mitinginde komünistler birbirini yedi, 20 ölü.”
Mağduriyet efsanesi yaratıldı diyenler, dönüp 1977 yılında yayınlanan gazetelerdeki haberleri bir kez daha okumalıdır. O haberlerde nasıl bir “efsane” yaratılmak istendiği çok açıktır.
2 Mayıs 1977 tarihli Hürriyet gazetesinden:
“Mao’cuların silahları ölüm kusarken, kutlama törenlerine katılan DİSK’li, İGD’li, DEV-GENÇ’li militanlar arasında kana susamışçasına korkunç bir çatışma başladı… Bu sırada militanlar parkalarının içinde getirdikleri molotof kokteylleri ile plastik bombaları halkın özellikle yoğun olduğu bölümlere rastgele fırlatmaya başladılar… Olaylardan sonra Taksim alanında kopmuş kulak, parmak ve kollar, yürekleri parçalayan bir vahşet manzarası halini almıştı…”
2 Mayıs 1977 tarihinde gazetelerini alanlar 1 Mayıs 1977’yi böyle okumuşlardır. O alanda yaşanmış olanlarla hiçbir ilgisi olmayan böyle bir haberin yazılmasının amacı nedir?
Bunu anlayabilmek için o dönemi siyasal, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla da biliyor olmak gerekmektedir. İçinde bulunduğu tarih kesitinden kopartılarak okunduğunda, değil bugün o günde bile insanı yerinden zıplatacak şekilde etkileyecek niteliktedir. Doğrudan sola, DİSK’e olumsuz bir bakış yaratılmak istenmiştir.
Bugün ne yapılmıştır? 1 Mayıs 1977 üzerine açılan tartışma iki ayrı görüş üzerine temellendirilmiştir; birincisi Halil Berktay’ın iddiaları diğeri ise 5 Mayıs 1977 tarihini taşıyan MİT raporudur.
5 Mayıs 1977 tarihli MİT raporu ve Berktay neyi savunmuştur; 1 Mayıs 1977 kıyımı sol içi kavganın bir sonucudur. Olayın arkasında veya önünde devletin bir rolü yoktur.
Bu görüşün sağlam hiçbir dayanağı, daha da ötesi tanığı yoktur. Aksine çatışma çıktı denilen yerdeki tanıklar çatışmadıklarını, yakınlarından gelen bir silah sesinden sonra üzerlerine ateş açıldığını söylemektedirler. Bunlarla ilgili biraz daha ayrıntılı bilgi ikinci bölümde bulunmaktadır.
Tartışmayı açan Berktay da, en önemli destekçisi Metin Göktürk de çatışmayı görmediklerini kabul etmektedirler.
Berktay ortaya çıkardığı yeni bir bilgiye ve olguya göre değil, şu an durduğu siyasi, ideolojik konuma göre yorum yapmaktadır. Başkaları için dile getirdiği “gördüklerine inanarak görmedikleri bir şeyi anlattıkları kanısındayım” sözü aslında tam da kendi durumunu izah etmektedir. Çünkü görmediği bir çatışmayı, olmuş gibi kabul ederek sonuç çıkarmaktadır. Eğer ‘bugüne kadar herkesi yanılttım, 1 Mayıs 1977’yi farklı anlattım’ diyorsa aynı şey bugün için de geçerlidir. Yarın değişen konumuna göre çıkıp, ‘dün yanılttım gerçek şuydu’ diyebilir. Dolayısıyla Berktay’ın güvenilir bir “tanık” olmadığı söylenebilir.
5 Mayıs 1977 tarihli MİT raporunu kendilerine dayanak olarak kullanacaklara tavsiyemiz, 29 Haziran 1977 tarihli Hürriyet gazetesini veya Nail Güreli’nin “iki 1 Mayıs” kitabını bulup okumalarıdır. İkinci bölümde kısaca bahsettiğim bu rapor, ilkinden oldukça farklı içeriktedir. Ama yine de özünde aynı çabanın içindedir, gerçeği bulanıklaştırmaya çabalamaktadır.
Halil Bertay’ın ileri sürdüğü görüş, özellikle iktidarın yakın destekçisi birkaç yayın organı tarafından bayraklaştırılmaya çalışılmıştır. Berktay’ın görüşünü desteklemek için insanda şaşkınlık yaratacak derecede bir çabaya girişmişlerdir.
Atılan başlıklarla yazılanlar arasındaki çelişkilere bile aldırmadan, açık biçimde yalana başvurarak bir şeyleri kanıtlamaya çalışmışlardır.
İki örnek:
Taraf gazetesinin 3 Mayıs 2012 tarihli sayısı: Başlık “ilk kurşunu sıkan Maocular”; spot “Bülent Uluer: ilk ateş Maocuların bulunduğu taraftan geldi”.
Akit gazetesinin 7 Mayıs 2012 tarihli sayısı: Başlık “Kanlı 1 Mayıs’ın sopaları Yalova’dan”, haber içeriğinde görüştükleri kişinin ifadesi, “34 kişinin öldüğü olayla bizim yaptığımız sopaların bir ilgisi yok. Biz sopaları 77’den sonra hazırladık.”
Çeşitli kişilerin yaptıkları açıklamaların farklı bir şekilde yansıtılması, çarpıtılması örnekleri de dikkat çekmektedir.
Yaklaşım ve söylem dikkatle incelendiğinde tartışmanın genelde sola ve özelde DİSK’e yönelik bir karalama biçimine dönüştürülmeye çalışıldığı izlenimi ortaya çıkmaktadır. Önce “28 Şubat süreci” üzerinden başlatılan saldırılar, 1 Mayıs 1977 kıyımı üzerine açılan tartışma ile sürdürülmek istenmektedir.
Tartışmaya ilişkin okuduğum onca yazı içerisinde durumu belki de en iyi özetleyenin, Hilmi Yavuz’un 13 Mayıs 2012’de Zaman gazetesinde yayınlanan “bir raşemon hikayesi; 1 Mayıs 1977 anlatıları” başlıklı yazısı olduğunu söyleyebilirim.
Hilmi Yavuz, yazısında 1 Mayıs’ın sorumluluğunu asli fail olarak solun üzerine yüklemenin, derin devleti de fer’an iştirak etmiş gibi gösterip hafifletici bir sebebe bağlayarak aklama tavrı olduğunu belirtmektedir. Özetle devlet aklanmaya çalışılmaktadır.
Düne kadar devleti hasım görenler, AKP’nin devletleşmesiyle devleti hısım kabullenmişler, toz kondurmaz olmuşlardır.
Oysa neresinden bakarsanız bakın devletin sorumluluğunu kaldıramazsınız. Adına ister devlet, ister derin devlet deyin hiç fark etmemektedir.
Yapılmak istenen en basit şekliyle tarihin yeniden yazılma çabasıdır. Tam da iktidarın, muhalif olarak gördüğü herkesi ve kesimi elindeki devletin zor araçlarıyla baskı altına aldığı bir dönemde, tarih iktidara göre yeniden şekillendirilmek istenmektedir.
Bu bölümü bitirmeden, 1 Mayıs 1977’yi farklı bir biçimde ele alalım. Pek sevdiğim bir yaklaşım değil ama “sıradan” vatandaş gözüyle yorumlayalım.
Bir miting düzenleniyor, gerekli tüm başvurular mevzuata uygun şekilde yapılmış, mitingi düzenleyen kuruluş tarafından katılımcılar konusunda kaygılar ilgililere iletilmiş. Günlerce basında şu olacak bu olacak diye yayınlar yapılmış. Basına sert tartışmalar yansımış, tehditler savrulmuş. Sonradan öğreniliyor ki MİT rapor hazırlamış ve yetkililere göndermiş. Yani açık ve gizli kaynaklarda bir olay olacağı konusunda sorumlular bilgilendirilmiş, uyarılmış.
Bir açık hava toplantısının veya yürüyüşünün güvenliğini sağlamak, o toplantıyı düzenleyenlerin görevi veya sorumluluğu değildir. Oraya katılan herkesin can ve mal güvenliğinden sorumlu olan devlettir. Bir olay her koşulda ister hiç anlaşamayan gruplar arasında isterse basit bir yanlış anlaşılmayla çıkabilir. Bunun yayılmasını, topluma zarar vermesini önlemek devletin, yasalardaki tanımıyla emniyet güçlerinin görevidir.
Devlet bu görevini 1 Mayıs 1977’de yerine getirilmemiştir. Tam aksine miting alanındaki emniyet güçlerinin davranışları incelendiğinde, olaylarda can kaybının artmasına yol açanlar yine emniyet güçlerinin hareketleri olmuştur.
1 Mayıs 1977 dava dosyasındaki iddianame, güvenlik önlemleri konusunda devleti değil, DİSK’i övmektedir. “Keşke çatılarda da önlem alsalardı” bile denilmektedir. Sabahın erken saatlerinden saat 19.00’a kadar her anın son derece düzenli ve disiplinli gerçekleştirilmesi iddianamede adeta takdir edilmiştir. Burada bir başka ayrıntıyı da verelim.
1 Mayıs 1977 sonrasında DİSK hakkında açılan dava gerekçesi, DİSK görevlilerinin ellerinde bulunan sopaların toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına aykırı görülmesidir. Yani kıyıma sebebiyet vermek değildir. Sonuç, DİSK bu davadan beraat etmiştir. Yine MİT ve emniyet raporlarında, basında çatıştığı söylenen “Maocu gruplar”dan da hiç kimse bu olayla ilgili aranmamış, hakkında soruşturma açılmamıştır.
Bu kıyımla ilgili çok sayıda karanlık nokta vardır. DİSK yanıtlanması için birçok soruyu gündeme taşımıştır.
Berktay ve onu malzeme yapanların yanıtlaması gereken çok basit sorular vardır. 1 Mayıs 1977 kıyımından sorumlu sol ise neden sol aydınlanması için yıllardır çaba göstermekte, neden devlet ve sağ duymazdan gelmektedir?
Her fırsatı, bugün de dahil, solu ezmek için kullanan bir devlet ve sağ siyaset eline bu kadar büyük imkan geçtiği halde neden sorumluları belgeleyememiş, yargı önüne çıkaramamıştır?
Dönemin savcısının belirttiği gibi neden 1 Mayıs 1977 soruşturması bile yapılmamış, mahkeme kanalıyla dönemin sorumlu devlet görevlilerine sorulan sorular yanıtlanmamıştır? Savcıların iddianamede olayın açığa çıkarılmasını tarihe havale etmek zorunda bırakan nedir?
En küçük cenaze töreninde bile teleobjektiflerle kayıt yapan, fotoğraf çeken emniyetin, otelin içine yerleşen MİT ve asker görevlilerin 1 Mayıs 1977’de kaydettiği görüntüler ne olmuştur, neden yayınlanmamıştır?
12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1 Mayıs 1977’den dolayı kime ne gibi suçlama yapılmıştır? Basit ifadelerle insanlar hakkında idam kararı verebilenler, çatıştığı söylenen gruplardan gözaltına alınan, tutuklanan kişilere 1 Mayıs 1977 ile ilgili ne sormuştur, daha doğrusu sorulmuş mudur?
Sonuç olarak bakıldığında yapılmakta olan tartışmada başta Nail Güreli olmak üzere konuyla ilgili doğrudan veya dolaylı yazılmış kitaplardaki, yazı dizilerindeki bilgi ve belgelerden daha yeni olan ne vardır?
Üzülerek söylemeliyim ki bir hiç! Sadece o dönemin tartışmalarını yaşamamış, izleyememiş olanlar bir şeyler öğrenme fırsatı bulmuştur.
1 Mayıs 1977 katliamının üzeri devlet tarafından kapatılmıştır. Açmaya da hiç ama hiç niyetleri yoktur.
Hiç kimseye saygısı kalmayanların 1 Mayıs 1977’de yaşamını yitirenlere saygı göstermelerini istemek de lüks kalacaktır.
1 Mayıs mücadelesinde yaşamını yitiren tüm dostları ve yıllarca birçok 1 Mayıs mitinginde birlikte çalıştığım Sevgi Göyçe arkadaşımı saygıyla anıyorum.
1 Mayıs 1977 katliamı üzerine görüşler ve saptamalar
Yazımızın bu bölümünde tartışma sırasında dile getirilen kimi iddialar ve görüşlerle ilgili olarak yaptığımız saptamaları dile getireceğiz.
1. 1 Mayıs 1977 üzerine MİT raporları ve çelişkiler
12 Eylül darbesi nedeniyle başlatılan dava mahkemeye gönderilen MİT raporunda 1 Mayıs 1977 öncesine ve sonrasına ilişkin kimi “bilgi”lere yer verilmiştir. Ancak bu rapor bir iki gazetenin dışında çok fazla ilgi çekmemiştir. Bilgiyi bilerek tırnak içine alıyorum, çünkü 1 Mayıs 1977’deki olaylarla ilgili bölüm incelendiğinde yazılanların gerçeğin ifadesi anlamında bir bilgi olmadığı açıktır. Hatta bunları en iyimser şekliyle iddia olarak yorumlamak daha doğru olabilir. Çünkü MİT’in sola ilişkin tutumu ve yaklaşımının ne olduğu daha önceki raporlarında açık biçimde gözlenmektedir.
Mahkemeye sunulan MİT raporu denilen belge, 5 Mayıs 1977 tarihini taşımaktadır. Öncesinde de çeşitli bilgilendirmeler yapılmıştır. Ama bu raporun ana teması, daha da ötesi rapordaki ifadeler 2 Mayıs 1977 tarihindeki kimi gazetelerdeki haberlerle benzer içeriktedir.
5 Mayıs 1977 tarihli rapordaki ifade şöyle: “saat 19.15 sırasında Türkler’in konuşması devam ederken, Harbiye’den gelen Maoist grubun ‘Kürtlere özgürlük’ diye bağırarak alanda oluşturdukları dairenin Inter-continental Oteli önündeki bölümde bulunanların aniden tabancalarını ateşledikleri ve bu ateşi hedef gözetmeksizin sürdürdükleri görülmüştür.”
Hürriyet gazetesinin 2 Mayıs 1977 tarihli haberi de şöyle: “Tarlabaşı girişinde saat 19.10’da ellerinde yazılı büyük bir pankart bulunan ayrıca, kızıl bayraklar üzerine Lenin, Stalin ve Marks’ın resimlerini taşıyan grup, diyerek yürümeye başladı. Yürüyen grup İnter-continental Oteli’nin çevresini bir anda sarmaya başladı. Mao’cu grubun arkasında yürüyen 50 kişiden ikisi, diye bağırarak aniden bellerindeki tabancaları çekip Taksim alanında bulunan onbinlerce insanın üzerine hedef gözetmeksizin yaylım ateşi açtı.”
Hürriyet gazetesinin haberini ve Milliyet gazetesinin Anadolu Ajansı’na dayanarak yazdığı haberleri okuyanlar, rapor ile haberler arasındaki paralelliği net bir şekilde görebileceklerdir. Ya bu haberleri MİT veya emniyet servis etmiştir veya MİT, Anadolu Ajansı’nın ve gazetelerin haberini rapor yaparak devletin üst makamlarını “bilgi”lendirmiştir.
MİT raporların da anlatılan hikayenin tutarsızlığı her yerinden akmaktadır. Raporun tutarsızlığını anlamak için Halil Berktay’ın “tanık”lığı bile yeterlidir.
MİT’in raporu bilgilendirme değil, tümüyle toplumu yönlendirme amaçlı yazılmış bir metindir. Solu hasım ve tehdit olarak gören, solu önlemek için çalışan bir kurumun nesnel bir görüş hazırlaması da “herhalde” beklenemez.
1 Mayıs 1977 ile ilgili ikinci bir rapor daha bulunmaktadır. MİT, Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesi, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı Müfettişleri tarafından hazırlandığı söylenen bu rapor, seçimden sonra Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu dönemde Başbakanlığa sunulmuştur.
29 Haziran 1977 tarihinde Hürriyet gazetesinde de yayınlanan bu yeni rapor daha da ilginç bilgilere yer vermektedir: “İlk kurşun kimin tarafından atıldı? Bu kurşun fraksiyonlar arası çatışmayı körüklemek isteyen bir şahıs veya E
rmeni veya Rum militan olabilir. Kitle paniği yaratarak birçok vatandaşımızın ölmesine sebep olacak herhangi bir DİSK yöneticisi veya bir başka fraksiyon elemanını düşünmek biraz zordur. Olay, meçhul bir şahsın Türkiye’de büyük bir olay çıkarma girişimi olarak değerlendirilebilir. Suçlu kimdir? Açıkça belli olan bir suçlu yoktur.”
Aynı raporda DİSK ve İstanbul Belediyesi “miting sırasında olayların çıkmasına yardımcı olan suçlular” grubunda değerlendirilmektedir.
MİT yine olayların arkasındaki gerçekleri ortaya sermek yerine, sorumluları gizleme ve saptırmaya dönük bir çabanın içinde görülmektedir. Hayali failler yaratılmaktadır, Kürtlerden sonra Ermeniler ve Rumlar hedef gösterilmektedir.
2. Solcular çatıştı “efsanesi” ve Tarlabaşı’nda yaşananlar
Her ne kadar Berktay ve izleyicileri kabul etmek istemeseler de Üçlü Blok ile DİSK görevlileri arasında bir çatışma yaşandığını kanıtlayacak hiçbir belge, bulgu, tanıklık yoktur. Kortejin alana alınacağı konusunda her iki taraf arasında anlaşma sağlanmıştır. Bu olayın iki taraftan tanıkları vardır, ilk yapılan görüşmeye KSD ve TEP’den yetkilileri de tanık olmuşlardır.
Tartışma süreci içinde Mehdi Beşpınar’ın 4 Mayıs 2012 tarihinde solportal’da ve Tülay Karaoğlu’nun 5 Mayıs 2012 tarihinde toplumsol.org’da yaptıkları açıklamalar çatışma iddiasını tümüyle çürütmektedir. Kısa bir süre önce yitirdiğimiz Murat Tokmak orada bir çatışma olmadığını, yan taraftan duyulan bir silah sesinden sonra geriye doğru çekildiklerini ve üzerlerine yoğun bir ateş açıldığını defalarca anlatmıştır.
Olayın başladığı söylenen noktadaki görgü tanıkları gerginliğin, atışmaların, itişmelerin olduğunu ama bir çatışmanın olmadığını kesin olarak o zaman da ifade etmişler bugün de söylemektedirler. Yani çatışmanın olduğuna dair bir tanıklık yoktur. Silah sesinden sonra o bölgeye yoğun bir ateş açıldığı DİSK görevlileri ile Halkın Kurtuluşu kortejinin farklı yönlere dağıldığı, polis panzerlerinin hızla Halkın Kurtuluşu kortejine doğru hareket ettiği bilinmektedir. İlk vurulanlar ve yaşamını yitirenler DİSK görevlileridir.
Burada eklenmesi gereken bir bilgi, o sırada Tarlabaşı’nı yukarıdan gören yerlerden biri olan PTT üzerinden de iki kişinin Tarlabaşı istikametine ateş açtığını gören tanıklar da bulunmaktadır. Murat Tokmak kendisinin bulunduğu sesli aracın üzerinde yüzün üzerinde mermi bulunduğunu da anlatmıştır. Yani insanların üzerine ateş açılmadığı gibi bir iddia yaşananlar karşısında boş kalmaktadır.
3. “Maocular ateş açtı” efsanesi
İlk silahın nereden atıldığı, nasıl atıldığı konusunda da neredeyse bir kesinlik vardır. Üçlü grubun alana girmek için hazırlandığı, DİSK görevlilerinin yığınağı kaldırdığı, tam her şeyin yoluna girdiğini sandığı bir anda silah patlamıştır.
Mehdi Beşpınar, kortejin sağından yani Sular İdaresi tarafından sesin geldiğini söylemektedir. Savaş Ay ve Coşkun Aral kortejin arasındaki bir kişinin ateş açtığını belirtmektedir.
Bir polis muhabiri olarak Savaş Ay’ın tanımlamaları çok dikkat çekicidir; “ilk ateşin Halkın Kurtuluşu adlı örgüt içine sızmış, muhtemelen ‘ayarlanmış’ 2 genç tarafından açıldığını kendi gözlerimle gördüm.”
Savaş Ay’ın o sırada çektiği fotoğraflar haftalık bir dergi olan Hayat’ta yayınlanmıştır. Taraf gazetesi ise derginin o sayfasını 11 Mayıs 2012 tarihli sayısında kullanmıştır.
Fotoğraflama anı tam olarak nedir bu kesin belli değildir. İlk silah sesinden sonra polisin müdahalesine karşı kendini korumaya çalışanlar mıdır, yoksa ilk kurşunu sıkanlar mıdır?
Bir başka tanık Yavuz Alogan, “barikatın içinde, meydana giriş istikametine göre sağda, duvarın dibinde duran beyaz gömlekli, bıyıklı bir arkadaş silahını çekerek havaya peş peşe ateş etti. Böylece Taksim çevresinde ilk silah sesi duyulmuş oldu.”
Bu tanım ile Savaş Ay’ın resmini çektiği kişiler arasında bir benzerlik yoktur. Ne konum, ne tanımlama hiçbir bağlantı kurulamamaktadır. Yani herkesin ilk kurşun tanıklığı farklıdır.
Savaş Ay’ın ilk ateş edenler diye tanımladığı ve fotoğrafladığı kişiler ne o zaman ne de sonrasında hiç aranmamış ve bulunmamıştır. Devletin en düzey istihbarat birimleri bu fotoğrafları yok saymıştır.
4. Sular İdaresi, İnter-continantal ve beyaz Renault
Halil Berktay’ın “Sular İdaresinden ateş açılmadı, derin devlet de yoktu” iddiasına en önemli destek, bir başka tanıktan Metin Göktürk’ten gelmiştir. Göktürk, 5 Mayıs 2012 tarihli Taraf gazetesindeki açıklamasında, çatışma olduğunu sonradan duyduğunu ifade etmektedir.
“Sular İdaresi üzerinde silahlı kimse yoktu” diyen Göktürk, bunu nasıl anladığını yine Berktay yöntemiyle izah etmektedir. Sular İdaresi denilen yerin uzunluğu 90 metreyi aşkındır, eni ise 20 metreye yakındır. Böyle bir yerde, çevresindeki her şey konusunda insan nasıl bu kadar emin konuşabiliyor şaşmamak elde değil.
Berktay ve Göktürk’ün iddiaları dava dosyasındaki bazı tanık ifadeleriyle uyuşmamaktadır. İki polis memuru verdikleri ifade de sular idaresi üzerinden ateş edildiğini söylemişlerdir. Yine bir başka tanık, sular idaresinin Tarlabaşı’na bakan yönünden ateş edildiğini gördüğünü anlatmaktadır. Bunlara ilişkin bilgiler Barış Yetkin tarafından hazırlanan “Kırılma Noktası” başlıklı kitapta mevcuttur.
Dava dosyasında su deposuna ilk müdahale eden jandarma komando birliğinin komutanı da savcılığa verdiği ifadede “su deposunun üzerinden silah seslerinin geldiğini ve dinamit atıldığını, el bombası, taş, sopa fırlattıklarını görerek bölüğümle deponun üzerine koştum” demektedir.
Askerler yukarı çıktığında bazı kişilerin kaçtığı, 30-40 kişiyi yakaladıklarını belirtmektedirler. Yakalananlar daha sonra polise teslim edilmişlerdir.
Bu olayda bile birbirinden farklı bilgiler vardır.
Polisler ise oraya önce kendilerinin vardığını, yukarı çıktıklarında 25-30 kişiyi gördüklerini yakalayıp, üzerlerini aradıklarını söylemektedirler. Arama yapılıp yapılmadığı bile belli değildir.
Sular İdaresi’ne ilk müdahale askerler tarafından mı polis tarafından mı yapılmıştır. Yoksa iki ayrı müdahale mi yapılmıştır, açık değildir.
Silah sesleri geldiği sırada yukarıda bulunan bekçi, yaklaşık 100 kişinin bina üzerinde olduğunu belirtmektedir. Silah sesleri kesildiğinde aşağıya inmek istediğinde bina içindeki merdivende polisleri görmüştür.
Son tanıklık Celalettin Can’dan gelmiştir. Celalettin Can, Sular İdaresi’ne en yakın konumda bulunan Devrimci Yol-Devrimci Gençlik grubunun içinde bulunmaktadır. Can 16 Mayıs 2012 tarihli Taraf gazetesine yaptığı açıklamada Sular İdaresi üzerinden ateş açıldığını, bir arkadaşlarının yaralandığını ve buna karşılık verildiğini anlatmaktadır. Yine aynı şekilde otelden de üzerlerine ateş açıldığını grubun güvenliğinden sorumlu olanların buna da karşılık verdiklerini belirtmektedir.
Metin Göktürk’e tekrar dönecek olursak durumunun olayla ilgili birçok konu gibi karmaşık olduğu görülmektedir. Olay çıkaracağı polis tarafından bilinen ve olay çıkardığı kabul edilen “Maocu” gruptan olan bir yayın organının muhabiri polis dahil herkesin ateş edildiğini işaret ettiği yerde yakalanıyor ama hiçbir şey yapılmıyor?
1 Mayıs 1977’nin bilinmeyen, açıklanamayan konularından birisini Sular İdaresi binası olmuştur. Ne alınan ifadeler ne tanıkların açı
klamaları o konu ile ilgili görüşleri netleştirecek bir bilgiyi taşımamıştır. Ancak iddianameyi hazırlayan savcılar, eldeki bulgulardan yola çıkarak orasının alana ateş açılan yerden biri olduğu kanaatine vardıkları kesindir.
Sular İdaresi üzerinden ateş açılması veya açılmaması ne Berktay’ı ve taraftarlarını haklı çıkarmaktadır ne de karşı görüşte olanları. İnsanların üzerine de havaya da kurşun atıldığı açıktır. İddianame kurşunlandıkları için ölen 5 kişinin, yaralanan 32 kişinin bulunduğunu söylemektedir.
Otelden ateş açılmadığı yönündeki iddia ise tümüyle dayanaktan yoksundur. Alanın ilk sakinleşmesinden sonraki görüntüsü, insanların nerelerden tehdit algıladıklarını, hangi yönü güvenli bularak yöneldiklerini açık biçimde göstermektedir. Resimler ve filmler üç tehdit noktasını işaret etmektedir; Sular İdaresi, otel ve opera binası (AKM). Gazeteci Şükran Soner başta olmak üzere çok sayıda tanık, otelin içinden de önündeki polisler tarafından da ateş açıldığını anlatmaktadır.
Ölümlerin çoğunun sıkışma ve ezilme sonucu olduğu adli tıp raporu ile sabittir. Nedeni ise alandaki kitlenin dönemin valisinin de belirttiği gibi kitleyi dağıtmak için açılan ateş, atılan ses bombaları ve panzerlerin alan içindeki manevraları olduğu konusunda hemen herkes görüş birliği içindedir.
Beyaz Renault olayı da daha ilk yıllarda aydınlığa kavuşturulmuştur. Bu araç otelin önünde yaralanan bir polis memurunun hastaneye taşınması için kullanılmıştır. Olaylar o kadar karmaşıktır ki aynı aracın içinde bulunan iki polis memurunun ifadeleri bile çelişkili çıkmıştır. Bir polis memuru araçtan ateş etmediklerini diğeri ise amiri tarafından verilen otomatik tüfekle ateş ettiğini söylemiştir.
5. Tarihsel bağlamından kopuk bir tartışma zemini yaratılmaktadır
Tartışmada olaylar ve olgular kendi koşullarından, tarihi bağlarından koparılmaktadır. 1977 siyaset alanında büyük bir dönüşümün başladığı yıldır. Sağın mutlak egemenliği hızla sarsılmaktadır. 5 Haziran 1977 yılında yapılacak seçimlerde solun tümünün ve DİSK’in de desteğini açık veya kapalı şekilde desteğini alan CHP’nin tek başına iktidar olacağı neredeyse kesinleşmiştir.
1 Mayıs 1977 seçim öncesinde solun büyük bir güç gösterisi haline gelecek, beklentileri yükseltecektir. Bu nedenle mitingin yapılmaması için her yol denenmiştir. Hatta seçim yasakları kapsamına sokulmak istenmiş, ancak DİSK’in başarılı girişimleriyle bu önleme çabası da boşa çıkarılmıştır.
O dönemin siyasetinde farklılıklar bulunmakta, ölümle sonuçlanan tartışma ve çatışmalara neden olmaktadır. Bu durum o zaman için de normal değildi ve bugün de değildir. Kimsenin de normal karşıladığını sanmıyorum. Üzücüdür ama bir olgu olarak vardır. Yalnızca sol içinde değil, aynı dönemin sağı içinde de var olan bir durumdur. O dönemde eleştirilen, değiştirilmesi ve durdurulması için çaba harcanan bir olumsuzluktur. 1 Mayıs 1977 öncesindeki konulan tavırlar gerginliği artırmıştır bu da doğrudur, ama olayın oluşumunu, nedenini açıklamaya yeterli değildir. Aynı farklılıklar ve gerginliklerin yaşandığı 1976 veya 1978 1 Mayıs’larında benzeri bir olayın neden yaşanmadığını izah edemez.
Zaman gazetesinde yazıldığı gibi alandaki “silahlı işçiler”in varlığı da tartışma konusu olmuş, bu kişilerin varlığı gruplar arası çatışma iddiasına dayanak yapılmak istenmiştir. Oysa burada başka bir sorunun varlığı gözlerden kaçırılmaktadır. Sosyal demokratlar dahil solun düzenlediği toplantı, miting ve yürüyüşler sürekli saldırı altındadır. 26 Nisan 1977 tarihinde Niksar’da, 28 Nisan 1977’de Erzincan’da CHP mitinglerine silahlı saldırılar yapılmış, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve beraberindekilere dakikalarca kurşun atılmıştır. Birçok insan yaralanmıştır. Bu ve benzeri olaylar yeni de değildir. Mitinglerin güvenliği devlet tarafından değil, bizzat mitingleri düzenleyenler tarafından sağlanabilmektedir. Bu normal midir, hayır değildir. Ama bir gerçekliktir. 1 Mayıs 1977’ye silahlı gelenlerin bulunması saldırı yapacaklarına bir kanıt mıdır? Olmadığını o dönemi tüm sıcaklığıyla yaşayan herkes bilmektedir. Yukarıda belirtilen devletin istihbarat raporunda da bu itiraf edilmektedir. Türkiye’de sol Kanlı Pazar’dan sonra devletin kendisini korumayacağını, tam tersine saldıranları kolladığını ve kendini savunmak zorunda olduğunu acı deneylerle öğrenmiştir. Burada ne şiddeti yüceltme, ne silah severlik söz konusu değildir.
Bunları yazmamızın amacı bir şeyi küçümseme, hafife alma veya yok saymak olarak görülmemelidir, o günleri yaşamamış kişilerin olayları tüm boyutlarıyla anlayabilmesine yardımcı olmaktır.