“Siyasi dayatmalara karşı çıktık”, “IMF ile anlaşmadık” “IMF’ye kafa tuttuk”. Bu lafları önümüzdeki dönem (özellikle seçim öncesi) Tayyip Erdoğan’dan bolca duyacağız. Aylar süren uzatmalardan sonra (oysaki iki ay önce Ali Babacan, iki yıllık bir stand-by anlaşması yaptıklarının “müjde”sini vermişti) AKP ile IMF karşılıklı olarak, yeni bir stand-by anlaşması yapmayacaklarını açıkladı. Erdoğan, bu durumu “bağımsızlıklarını korumak” […]
“Siyasi dayatmalara karşı çıktık”, “IMF ile anlaşmadık” “IMF’ye kafa tuttuk”. Bu lafları önümüzdeki dönem (özellikle seçim öncesi) Tayyip Erdoğan’dan bolca duyacağız. Aylar süren uzatmalardan sonra (oysaki iki ay önce Ali Babacan, iki yıllık bir stand-by anlaşması yaptıklarının “müjde”sini vermişti) AKP ile IMF karşılıklı olarak, yeni bir stand-by anlaşması yapmayacaklarını açıkladı. Erdoğan, bu durumu “bağımsızlıklarını korumak” olarak adlandırıverdi. Oysa durumun hiç de böyle olmadığını biliyoruz.
Sözde ülkenin ve partisinin bağımsızlığına çok önem veren Erdoğan, iktidara geldiğinde (2002) zaten sürmekte olan IMF ile anlaşmaları aynen devam ettirdiği gibi yeni anlaşmalar yapmakta (2005) hiçbir sakınca görmemişti. Diğer taraftan AKP’nin uyguladığı ve temel esaslarını hiçbir biçimde değiştirmeden uygulamaya devam edeceği ekonomik program kesinlikle IMF’nin (yerli ve yabancı sermayenin) programıyla çelişmemektedir. Kamu harcamalarının başta sağlık olmak üzere kısılması, dolaylı vergilendirmenin arttırılması, enerji dağıtımının özelleştirilmesi acil olmak üzere tüm enerji alanının yeniden düzenlenmesi, “kiralık işçi yasası” gibi düzenlemelerin bir an önce yapılarak işgücü piyasasının esnekleştirilmesi sürecinin tamamlanması… Bunların siyasi bağımsızlıkla bir alakası yok, denebilir mi? Ekonomik işleyiş siyasal yönelimden bağımsız mı? Ayrıca IMF ile ilişkilerin koparılmadığı da başka bir gerçek. IMF heyeti Mayıs ayının başında “ekonomiyi enine boyuna incelemek ve değerlendirmek” için tekrar gelecek ve bu ilişki sürmeye devam edecek. Erdoğan her zamanki gibi sadece “cam kıran kabadayı” rolünde. Ali Babacan gibilerine de Erdoğan’ın arkasını toplamak için şekilden şekle girmek kalıyor.
AKP’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yaparak sağlayacağı çıkar; belirli bir miktar sıcak para (ki 10-20 milyar dolar arasında olacağı varsayılan) ve ulus aşırı finans çevrelerine vereceği “denetlenebiliyor” güveni idi. Ancak bu konjonktürde her iki konuyu da ABD gibi bir partnerle aşabilir durumda. Gerek Irak-İran gerekse de Afganistan projelerindeki konumu AKP’yi “vazgeçilemez” kılıyor. Bu durum, çok ihtiyaç duyduğunda kaynağı belli olmayan sıcak para girişini sağladığı gibi finans tekellerine ABD garantörlüğü de oluşturuyor. Tabii AKP’nin ABD’ye kat be kat bağımlılığını da.
AKP’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapmayarak sağlayacağı çıkar ise iki yönlü. Vergi idaresinin keyfiyetini sürdürmek (ki bu durum AKP yanlısı ve karşıtı sermaye gruplarını denetimde tutmak için önemli) ve hazineden yerel yönetimlere aktarılacak kaynağın sadece kendileri tarafından kontrolünü gerçekleştirmek. Kısacası bu sistem içinde IMF’li ya da sözde IMF’siz bir süreç ezilen halklar için temel bir değişiklik oluşturmuyor.
Bu sistemin diğer sorunlar için de ürettiği çözüm(süzlük)ler benzer saçmalıkları içermekte. Ermeni sorununda her yıl klasik kriz bu yıl da benzer biçimde sahneleniyor. ABD temsilciler meclisinde kabul edilen tasarı, aynı polemiklerin yapılmasına neden oldu. Siyasi partiler daha önceki yıllardan kalma, zaten hazır olan açıklamalarını tekrarladılar. Bu yılki fark İsveç’ten geldi. Başbakanlık esefle karşıladı, şiddetle kınadı ve İsveç’e gidilmeyeceğini açıkladı. Aynı kararı alan daha öncekiler gibi bu da zamanın yumuşatmasına bırakıldı. Erdoğan kabadayılığından ödün vermezse yakında gidecek yer bulamayacak. İsveç’le birlikte 20 ülkenin parlamentoları ‘Ermeni Soykırımı’ iddialarını tanıdı. Bu ülkeler şöyle: Uruguay (1965), Kıbrıs’ın güneyi (1982), Arjantin (1993), Rusya (1995), Kanada (1996), Yunanistan (1996), Lübnan (1997), Belçika (1998), İtalya (2000), Vatikan (2000), Fransa (2001), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Almanya (2005), Venezüella (2005), Litvanya (2005), Şili (2007), İsveç (2010).
T.C.’nin bu iddiaları karşılamak için bulduğu iki yol var. Birincisi; “tencere dibin kara, seninki benden kara” taktiği. Yani “Ermenileri katlettiniz” diyen herkese “senin de tarihin kirli, biz de onları faş ederiz” yanıtı veriliyor. Bu elbette ki bir yönüyle doğru, emperyalist ülkeler içinde biri yoktur ki tarihi katliamlarla, vahşetlerle anılmasın. Ancak aynı suçu işleyenlere “insanlık tarihinin yargıçları” indirim maddesi mi uygulasın? İkincisi; “tarihi, tarihçilere bırakalım”. Bu uydurmacanın nedeni de belli çünkü tarihçiler, bugüne ilişkin bir yaptırım kararı alamaz. Geçmişini sahiplenmeyen, ondan korkan bir siyaset anlayışı. Bu sistem tarihiyle; şeffaf, bilimsel ve hesapsız bir biçimde karşılaşamaz, bu ancak sosyalizmin işidir.
Aynı ikiyüzlü anlayışı burjuva siyasetin her düzeyinde görmek mümkün. Yargı-yürütme, ordu-siyaset, belediye-parti ilişkilerinde de bugüne özgü konumlanışlarla geçmişi dizayn etmenin incelikleri sergileniyor. Orduyu, “yeni düzen” içinde “yeniden konumlandırma” süreci artık alışıldığı üzere nerdeyse her hafta yaratılan “yeni fiili durumla” rutin bir hale getirildi. Geçen haftanın manşeti “el bombalarıyla yüklü” kamyondu. İslamcı basın “darbe yapmak için kayıt dışı silahları topluyorlar” yaygarasına hazırdı zaten. Ancak bu sefer Genelkurmay daha hızlı davrandı. Ve karşı basın atağına geçti.
Tüm bu süreçlerde Genelkurmay Başkanlığı, sürecin yürüteni değil yürütüleni konumunda. Başbuğ, göreve geldiğinde “bundan sonra her hafta düzenli basın bilgilendirme toplantıları yapacağım” dedi, bir süre sonra bundan vazgeçti. “Ayaküstü demeç vermeyeceğim” dedi, bunu da unutuverdi. Ağırlıklı olarak “Ergenekoncuların” katıldığı (emniyet müdürü, vali, eski genelkurmay başkanları yok, Hurşit Tolon ve Tuncer Kılınç var) “küresel terör sempozyumunda”, “Kendimi teğmen gibi hissediyorum…” diyerek (Teğmen, hücum eden demekmiş) manşet oldu. Bu icraatlarla yetinmeyip Doğan medyanın iki önemli gazetesine, Hürriyet ve Milliyet’e üst üste iki gün özel demeçler verdi (ordu mensuplarının, büyük ihtimalle en çok okudukları gazeteler bunlar olsa gerek). Bu dönemsel değişikliğin “kış tatbikatına” katılmasından sonraya denk gelmesi önemli. Özellikle 3. Ordu komutanının (Ege Ordu’yu da sayarsak ülkedeki dört ordu komutanından biri) içinde bulunduğu konum, yeni hassasiyetlerin ciddiye alınmasını gerekli kılmış olmalı.
Başbuğ’un bu süreçte yaptığı bir başka açıklama gerekli ilgiyi görmedi; koruculuk sisteminin önemi ve kaldırılmayacağına ilişkin vurgu. Hatta bu sistemin Irak ve Afganistan için de denenmiş ve “başarılı” olmuş bir sistem olarak örnek alınması gerektiği idi. Koruculuk sisteminin devamından yana olmak, Kürt sorununda nasıl bir çözüm istendiğinin tek başına göstergesidir. Halkı kendi içinde saflaştırmak hatta düşmanlaştırmak ve bu durumun kalıcı hale getirmek için özel taktikler üretmek, “çözüm”den ne anlaşıldığını çok net göstermektedir.
Diyarbakırspor örneği bir başka ilginçlik taşıyor. Kulüp yönetimini elde tutarak kulüp taraftarlarını maniple etme taktiği yeni bir krize girdi. Hem Kürt görünerek Kürtleri kontrol edeceksin hem de Kürtlüğünü reddetmeden sisteme kabul edilmeyi bekleyeceksin. Bursa’da kontrolden çıkmasa başka yerde olacaktı. Ancak Diyarbakırspor başkanının bu ildekiler için ettiği laf şaşılası komiklikte; “Biz 14 asırdır bu topraklardayız; onlar gibi göçmen değiliz”.
Kürtlerin Diyarbakırspor taraftarı olarak sahaya inmesi bir başka krizi tetikledi. Bütün muhteremler (Erdoğan, Baykal, Bahçeli hatta Başbuğ) bu konuda tek vücut oldu ve Diyarbakırspor’un kümede
kalması gerektiğini belittiler. Artık işi tezgâhına uydurmak futbol federasyonunun işi. Bu sene ligden düşmeyi mi kaldırırlar yoksa yeni çıkanlardan birinin ismini mi değiştirirler bilinmez.
Ancak bu iş, bir şeyi daha gösterdi; sisteme karşı mücadelede araçların çeşitliliğini ve zenginliğini. Siyasal mücadele “sadece” bildik siyasal araçlarla yapılmak zorunda değil. Bu sistem ve bu ülke (ve elbette sistemin yöneticilerinin hakkını yememek lazım) siyasal mücadele için zengin olanaklar sunuyor.
Sistemin yöneticileri derken nadide örnek Melih Gökçek’i anmamak olmaz. Halkevcileri komünist olmakla “suç”luyor Gökçek. Bunu nereden anladığını da şöyle açıklıyor; Halkevciler, toplu ulaşımın sabah işe giderken ve akşam iş dönüşü parasız olmasını istiyorlar, diyor. Bu da komünistlikmiş. Aklı sıra halkımız komünistliği istemez ya, o yüzden ulaşımın parasız olmasını da istemeyecek. Ya da tersten, ulaşımın parasız olmasını isteyen herkes komünist olacak (İşimiz oldukça kolaylaştı).
Artık bütün belediye başkanları buna hükümet de dahil herhangi bir şeye (özellikle kamusal haklar alanında) zam yaparken bir değil yüz kez düşünmek zorundalar. Çünkü karşılarında çok kararlı ve militan bir topluluk mevcut ve her geçen gün hakkını bilen, savunan bir kitleselleşme gelişiyor. Bugün Tekel işçileri hükümetin bakanlarını ve milletvekillerini ülkenin her yerinde kovalıyor, bilet parası olmayan insanlar otobüsü terk eden şoförünün yerine geçebiliyor, herhangi bir talep için yol kesmek sıradan hale geldi… Ortak sorunlar için ortak mücadele etmenin önündeki barajlar bir bir yıkılıyor. Tekel direnişi örnektir. Benzer bir mücadele örneği HES’lere karşı mücadelede oluşuyor. Tüm Karadeniz halkı aynı çizgide birleşip, aynı pankartın altına toplanıyor. Bununla yetinmeyip aynı sorunu yaşayan diğer kardeşleriyle birleşiyor. Kastamonulular, Munzur Çayı’nı kendi derelerinin bir parçası sayıyor.
Kuşkusuz bunların hiçbiri bir günde gerçekleşmedi. Bunların yapılabileceğini göstermek için çok emek harcandı. Tekel işçilerinden önce devrimciler onlarca kez bakan kovaladı, konuşturmadı, tüm Karadenizlileri ortaklaştırmaya yönelik adım “Karadeniz uşağı, Amerikan uşağı olmayacak” kampanyasıydı. Sistem kendi krizini kendi yaratmada ne kadar başarılı olursa olsun, muhalefetin öncü güçlerinin yol açması gerek. Ve yolu açmak yetmez, büyütmek de gerek. Çünkü artık o yol dar geliyor…