“Bugün evrim teorisi ancak dünyanın güneşin etrafında dönmesi kadar tartışmaya açıktır.” Richard Dawkins Bu yazı ile okuyucuya evrim teorisinin ve tarihsel gelişiminin tanıtılması, gerici saldırılar karşısında son derece sağlam temelleri olan bilimsel bir teori olarak dimdik ayakta durduğunun ortaya konulması amaçlanmaktadır. İnsanoğlunun düşünme şeklini, doğa algısını temellerinden sarsan bu teoriyi kalıtım, çeşitlilik, evrimin mekanizmaları, evrimin […]
“Bugün evrim teorisi ancak dünyanın güneşin etrafında dönmesi kadar tartışmaya açıktır.” Richard Dawkins
Bu yazı ile okuyucuya evrim teorisinin ve tarihsel gelişiminin tanıtılması, gerici saldırılar karşısında son derece sağlam temelleri olan bilimsel bir teori olarak dimdik ayakta durduğunun ortaya konulması amaçlanmaktadır.
İnsanoğlunun düşünme şeklini, doğa algısını temellerinden sarsan bu teoriyi kalıtım, çeşitlilik, evrimin mekanizmaları, evrimin sonuçları ve evrim teorisinin tarihsel gelişimi olmak üzere beş ana bölümde inceledikten sonra felsefe ve politika açısından ne ifade ettiğine bakmaya çalışacağız.
1) KALITIM
Evrim, canlı türlerinin genetik materyallerinin nesil nesil değişerek türün farklı özellikler kazanmasıdır. Ancak bir nesildeki değişimler normal olarak küçüktür. Zamanla bu değişimler birikerek bir noktada yeni bir türün ortaya çıkmasına dahi yol açabilir. Türler arasındaki benzerlikler bütün bilinen türlerin ortak tek bir atadan geldiğini göstermektedir.
Kalıtımsal aktarım mekanizmalarını anlamaya çalışan modern genetik bilimi ancak 19. yüzyılın ortalarında, Gregor Mendel’in çalışmasıyla başlamıştır.Mendel, kalıtımın fiziksel temelini keşfedememiştir. Ancak bu özelliklerin ayrık (kesikli) bir tarzda aktarıldığını gözlemlemiştir; günümüzde bu kalıtım birimlerine “gen” adı verilmektedir.
Genler DNA’da belli bölgelere karşılık gelir. DNA dört tip nükleotitten oluşan bir zincir moleküldür. Bu zincir üzerinde nükleotitlerin dizisi, organizmaların kalıt aldığı genetik bilgidir. Doğada DNA, iki zincirli bir yapıya sahiptir. DNA’daki her “iplikçik”teki nükleotitler birbirini tamamlar, yani her iplikçik, kendine eş yeni bir iplikçik oluşturmak için bir kalıp olabilme özelliğine sahiptir. Bu, genetik bilginin kopyalanması ve kalıtımı için işleyen fiziksel mekanizmadır.
Nükleotitlerin DNA’daki dizilişi, hücre tarafından aminoasit zincirleri üretmek için kullanılır. Bunlardan protein oluşur. Bir proteindeki aminoasitlerin sırası, gendeki nükleotitlerin sırasına karşılık gelir. Aradaki bu ilişkiye genetik kod denir. Aminoasitlerin bir proteindeki dizilişi, proteinin nasıl bir üç boyutlu şekil alacağını belirler. Bu yapının şekli de proteinin fonksiyonundan sorumludur. Hücrelerin yaşamaları ve üremeleri için gerekli hemen hemen tüm fonksiyonları proteinler icra ederler. DNA dizisindeki bir değişim, bir proteinin aminoasit dizisini ve dolayısıyla onun şekli ve fonksiyonunu değiştirir: bu, hücrede ve onun bağlı bulunduğu canlıda önemli sonuçlara yol açabilir.
Genotip ve fenotip
Fenotip organizmanın görülebilir karakteristiklerine verilen isimdir.Göz ve saç rengi fenotipe örnektir. Herhangi bir organizmanın genlerinin tamamına ise genotip adı verilir. Bir insanın kromozomlarındaki genlerin tümü, o insanın kalıtsal tipini yani genotipini oluşturur. Bu genlerin bir kısmı kendi varlığını belli eder, bu tür genlere dominant genler denir, diğer kısmının etkisi gizli kalır buna da resesif genler denir. Genotip bulunduğu ortamın koşullarına göre değişiklik göstermez. Genotip ile ortam koşullarının karşılıklı etkilerinin bir sonucu olarak fenotip meydana gelir:
Genotip + Çevresel Koşullar = Fenotip
2) ÇEŞİTLİLİK
Bir popülasyonun fenotipindeki çeşitliliğin önemli bir nedeni genotipleri arasındaki farklılıklardır. Modern evrim teorisi, evrimi, bu genetik çeşitliliğin zaman içinde değişmesi olarak tanımlar. Çeşitlilik genetik materyaldeki mutasyonlar, popülasyonlar arasındaki göçler-geçişler ve üreme esnasında genlerin karışmasıyla gerçekleşir. Ancak çoğunlukla bir türün bütün bireylerinde genom aynıdır. Ancak genotipteki ufacık bir değişim bile fenotipte dramatik değişimlere yol açabilir. Örneğin bir insanı şempanzeden ayıran tek şey genlerinin %5’inin farklı olmasıdır.
a) Mutasyon
Genetik çeşitlilik organizmaların genomlarındaki mutasyonlar ile gerçekleşir. Mutasyon, organizmaların DNA’larında radyasyon, virüsler, genetik mutasyona neden olan kimyasallar gibi birtakım etkiler sonucunda meydana gelen değişimlerdir. Mutasyonlar spontan ya da uyarılmış olarak oluşabilir. Spontan mutasyonlar genellikle doğada kendiliğinden oluşan mutasyonlar olup bir bazın yer değiştirmesi şeklindedirler. Uyarılmış mutasyonlarda ise bir X ışını gibi yapay bir faktör bulunur.
b) Cinsiyet ve rekombinasyon
Çift cinsiyetli organizmalar ebeveynlerinin kromozomlarının rasgele bir karışımını barındırır ve cinsiyet genellikle genetik çeşitliliği ve evrimin hızını arttırır. Rekombinasyon ise genetik materyalin (genellikle DNA, fakat RNA da olabilir) bir zincirinin kırılması ve sonrasında farklı bir DNA molekülüne katılmasıyla oluşan süreçtir. Ökaryotlarda çeşitlilik genellikle mayoz sırasında, kromozom çiftleri arasındaki kromozomal parça değişimiyle meydana gelir. Bu süreç döllerin ebeveynlerinden farklı gen dizilimlerine sahip olmasına ve daha önce olmayan yeni aileler üretmesine öncülük eder.
c) Popülasyon genetiği
Genetik açısından bakıldığında evrim, aynı genin farklı formasyonları anlamına gelen alellerin nesilden nesile frekanslarının (Bir populasyondaki bireylerin genlerinin toplamına o populasyonun gen havuzu denir. Bir genin bu havuzdaki oranına o genin frekansı denir) değişmesidir. Popülasyon ise aynı türden bireylerden oluşan lokal bir grubu ifade eder. Örneğin izole bir ormanda yaşıyan geyikler bir popülasyonu ifade eder. Popülasyonlarda tek bir genin farklı biçimleri olabilir. Bu farklı biçimler aynı türden olan organizmaların fenotiplerindeki çeşitliliğin sebebidir.
Örneğin güvelerde siyah ve beyaz olmak üzere iki aleli olan bir geni ele alalım. Evrim bu iki alelin popülasyondaki frekansının değişimiyle olur. İngiltere’de sanayi devriminden önce bu güvelerin hemen hemen hepsi beyaz renkteydi. Çünkü güvelerin yaşadığı ağaçların gövdesi beyaza yakın bir renkteydi böylece ağacın üzerinde gezinirken güvelerin yırtıcılar tarafından görülmesi zorlaşıyordu. Sanayi devrimiyle birlikte bu ağaçların üstünü is kaplamaya başladı dolayısıyla ağaçların gövdesi siyah olmaya başladı ve beyaz renkli güveler yırtıcılara kolay hedef oldular. Diğer yandan siyah güveler renkleri sayesinde yırtıcılardan daha iyi korundular. Böylece beyaz alelin frekansı güve popülasyonunda azalmaya başlarken siyah artmaya başladı. Bir süre sonra güvelerin çoğunluğu siyah görünmeye başladı.
Doğal seçilimin muazzam bir kanıtı da bugün çoğu akvaryum sahibinin beslediği Malawi ve Tanganika çiklitlerinden gelir. Malawi ve Tanganika Afrika’da yer alan iki büyük göldür. İki gölde de yüzlerce farklı tür balık yaşar ve hepsi tek bir atadan türemişlerdir ve bu balıklar dünyada başka hiçbir yerde yaşamazlar. Evrim Darwin’in tahmin ettiğinden daha da hızlı ilerliyordu. Bu göllerde 2 milyon yıl içerisinde 650 tür evrimleşmişti ve bu inanılmaz bir evrim hızıydı. Muhtemelen 2 milyon yıl önce bir çiklit göle gelmiş ve çoğalmıştı. Sonra suyun yükselip-alçalmasının etkisiyle de birçok farklı habitat oluşmuştu ve bu habitatlara uyum sağlayan yüzlerce farklı tür ortaya çıkmıştı. Malawi gölünde 50’li yıllarda yapılan keşifler doğ
al seçilim teorisini oldukça güçlendirdi.
d) Gen akımı
Gen akımı, genellikle aynı türden canlıların oluşturduğu farklı popülasyonlar arasındaki gen alış-verişidir. Çiçekli bitkilerin polen değişimleri gen akımına örnektir. Türler arası gen değişimi ise melez türler ve yatay gen değişimini içerir. Gen akımı birçok etken tarafından engellenebilir: Dağlar, okyanuslar, çöller ve hatta insanların inşa ettiği yapılar. Örneğin Çin Seddi bitki genlerinin akımını engellemiştir. Yatay gen değişimi ise iki organizma arasındaki döl olmayan genlerin değişimidir ve genellikle bakterilerde görülür. Antibiotiklere direnme yetisi bakterilerde bu mekanizma ile yayılır. Bir bakteri direnme genlerini edindiğinde hemen onu diğer bakterilere geçirir.
3) EVRİMİN MEKANİZMALARI
a) Doğal seçilim
Doğal seçilim, dış çevreye uyum konusunda daha elverişli özelliklere sahip organizmaların, bu elverişli özelliklere sahip olmayan diğer bireylere göre yaşama ve üreme şanslarının daha yüksek olması ve bunun sonucu olarak genlerini yeni kuşaklara aktarabilmeleri yoluyla işleyen evrimsel mekanizmadır. Organizmalar hayatta kalabilmek ve üreyebilmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. Genellikle rakiplerine oranla avantajlı olan organizmalar bunu sağlayan özellikleri bir sonraki nesile geçirilirken, avantajlı konumda olmayanlar geçirmez.
Doğal seçilimin özel bir durumu cinsel seçilimdir. Bu organizmanın eş bulma şansını arttıran ve onu karşı cins gözünde daha çekici yapan özelliklerin seçilimidir. Özellikle birçok türün erkeklerinde görülen parlak renkler, gösterişli kuyruklar vs. gibi özellikler cinsel seçilim ile evrimleşmiştir. Bu tür özellikler hayatta kalma başarısı ile açıklanamaz çünkü bu tür özellikler genelde erkeği yırtıcılar karşısında dezavantajlı bir konuma sokar. Örneğin erkek tavus kuşunun kuyruğu onun hareket kabiliyetini azaltır. Bu dezavantaj yüksek üreme başarısı ile dengelenir.
b) Genetik sürüklenme
Bir popülasyonda kuşaktan kuşağa, tümüyle şansa bağlı olaylar sonucu genlerin alel sıklıklarının değişimidir. Genetik sürüklenme, küçük bir grup canlının gen havuzunda tamamen şans eseri oluşmuş değişikliklerdir. Genetik sürüklenme bir popülasyondaki genetik bir karakteristiğin yok olmasına ya da güçlü olanın hayatta kalmasından ve alellerin değerinden “bağımsız olarak” yaygın hale gelmesine neden olur. Popülasyonda üremeyi gerçekleştiren canlıların sayısı arttıkça, genetik sürüklenmenin etkisi azalır. Bu durum yazı-tura örneğine benzer. Ardarda iki kere tura gelmesi doğal karşılanırken 20 kere tura gelmesi tuhaftır. Yazı-tura işlemi tekrarlandıkça, turaların oranı 0.5’e yaklaşır.
4) EVRİMİN SONUÇLARI
a) Adaptasyon
Adaptasyon organizmanın yaşadığı çevreye uyum sağlama sürecidir. Adaptasyon terimi aynı zamanda bir türün yaşamını sürdürebilmesi için önemli olan bir özelliği ifade etmek için de kullanılır. Örneğin bir çitanın avını öldürebilmesi için gereken uzun köpek dişleri ve avını yakalayabilmesi için hızlı koşması birer adaptasyondur. Adaptasyon boyunca bazı yapılar orijinal işlevlerini tamamen ya da kısmen yitirebilirler. İnsanlarda bunun örneği yirmilik dişlerdir.
b) Birlikte evrim
Organizmalar arasındaki etkileşimler hem ortaklık hem çelişki barındırır. Patojen-konuk, yırtıcı-av gibi tür çiftlerinin etkileşimi sonucu çeşitli adaptasyonlar meydana gelir. Bir türdeki değişime diğer tür farklı bir adaptasyonla karşılık verir. Bu döngüye birlikte evrim adı verilir. Örneğin bir tür, yırtıcıdan korunmak için bir tür zehir evrimleştirirken, yırtıcı da o zehre karşı bağışıklık geliştirir.
c) İşbirliği
Çelişkilerin yanı sıra iki organizmaya da karşılıklı fayda getiren birçok durum evrimleşmiştir. Örneğin bazı mantarlarla bitkiler arasında mükemmel bir işbirliği vardır. Mantar bitkinin köküne yerleşerek onun besin maddelerini emmesine yardımcı olurken, bitki de mantara fotosentez ile ürettiği şekeri verir.
d) Türleşme
Türleşme yeni biyolojik türlerin oluştuğu evrimsel süreçtir. Doğal türleşmenin dört tipi vardır, türleşen toplulukların coğrafi olarak birbirlerinden coğrafi olarak ne kadar izole olduklarına bağlı olarak: allopatrik, peripatrik, parapatrik ve simpatrik. Türleşme yapay olarak da sağlanabilir, hayvan ıslahı veya laboratuvar yöntemleri yoluyla.
e) Nesli tükenme
Neslin tükenmesi bir türdeki tüm bireylerin yok olmasıdır. Türleşme ile yeni türler oluşurken neslin tükenmesi ile türler yok olur. Dünyada şimdiye kadar yaşamış türlerin çoğunluğunun nesli tükenmiştir ve bu her türün kaderi gibi görünmektedir. Nesillerin tükenmesi tarih boyunca sürekli bir şekilde olmuştur ancak toplu yok oluşlara neden olan olaylar (göktaşı çarpması vb.) dönem dönem bu yok oluşların hızını arttırır.
5) EVRİM TEORİSİNİN TARİHİ
Evrimsel biyoloji çalışmaları on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başladı. Fosil kayıtlarındaki incelemeler bilimcilerin çoğunluğunu organizmaların değiştiği konusunda ikna etmişti. Ancak bu değişimlerin arkasındaki mekanizma, Charles Darwin tarafından doğal seleksiyon teorisi ortaya atılana kadar belirsiz kaldı. Darwin’in 1859’da yayınladığı çalışması Türlerin Kökeni yeni evrim teorilerinin geniş bir kitleye ulaşmasını sağladı. 1930’larda Darwinci doğal seleksiyon Mendelci kalıtım ile birleştirilerek modern evrim teorisinin temelleri atıldı. Bu sentez, evrimin birimleri (genler) ile evrimin mekanizmasını (doğal seçilim) birleştirdi.
Haeckel’in yaşam ağacı
Charles Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni‘ni yayınladığında aslında teorisinde bir sürü boşluk vardı. Örneğin tavus kuşlarının kuyruklarını doğal seçilim ile bir türlü açıklayamıyor ve kara kara düşünüyordu. Ancak ortaya koyduğu vizyona ve gelecek nesil bilimcilerin teorisinin eksiklerini kapatacağına inanıyordu, ve öyle de oldu. Bunun yanı sıra aslında evrim düşüncesini ilk dillendiren de Darwin değildi. Tıpkı sınıflı toplumu, eşitlikçiliği, artı-değer teorisini ilk Marks’ın dile getirmediği gibi. Bu iki adamın yaptıkları şey ilk kez mekanizmaları tarif etmek ve bu fikirlerin bütünün içerisinde nerede durduklarını kavrayabilmeleriydi. Darwin evrimin motorunun doğal seçilim mekanizması olduğunu ortaya koyarken, Marks da tarihin motorunun sınıf savaşımı olduğunu ortaya koydu. Tabii ki ikisinin de teorilerinde eksiklikler vardı. Darwin’in eksiklikleri büyük ölçüde kapatıldı ve kapatılmaya devam ediliyor. Marks için aynı şeyi söylemek uzunca bir süredir pek mümkün gözükmüyor. Ancak bu başka bir yazının konusu, biz Darwin ile devam edelim.
Darwin, Galapagos Adaları’na yaptığı gezide 4 farklı adadan alaycı kuş örnekleri topladı. Onları incelediğinde birbirlerinden oldukça farklı olduklarını fark etti ve tarihteki büyük beyinlerin çoğunlukla yaptığı gibi basit ama güzel bir soru sordu: Peki ama bitişik adalarda yaşamalarına rağmen bu kuşlar neden birbirlerinden bu kadar farklı? Bu sorunun cevabı doğal seçilimdi. Adalardaki farklı koşullara uyum sağlamak için kuşlar farklılaşmışlardı.
Darwin teorisini açıkladığında
doğal olarak dini kesimlerden ciddi bir tepki aldı çünkü insanlarında evrimin ürünü olduğunu ileri sürüyordu. Bunun yanı sıra bilim çevresinden de pek destek bulduğu söylenemez. Darwin, Türlerin Kökeni‘nde fosil kayıtlarında ara-formların bulunması gerektiğini belirtmişti. Ancak 19. yüzyılda fosiller arasındaki boşluklar çok fazlaydı ve bu teorinin inandırıcılığını olumsuz yönde etkiliyordu. Kambriyen dönem (günümüzden 495 milyon ile 545 milyon öncesi) öncesine ait hiçbir canlı fosili bulunamıyordu. Peki bütün bu canlılar nerden gelmişti? Darwin’in buna cevabı yoktu. Teorideki bir başka eksiklik de kalıtsal özelliklerin nasıl bir mekanizma ile ve ne ile nesilden nesile aktarıldığı sorusunun o dönemde henüz yanıtlanamamış olmasıdır. Bu soruya daha sonra Mendel’in çalışmaları ışık tutmaya başlayacaktı.
Darwin’in doğduğu yıl Jean-Baptiste Lamarck evrim ile ilgili düşüncelerini açıklamıştı. Lamarck’ın teorisinin sembolü zürafalardı. O, zürafaların boynunun yüksek dallara uzanmaya çalıştıkça esnediğini, güçlendiğini bu yüzden de uzun olduğunu söylüyordu. 19. yüzyıldaki insanlara bu Darwin’in gözle görülemeyen doğal seçiliminden daha basit ve mantıklı gelmişti. Darwin’in teorisinin imdadına Alman biyolog August Weismann yetişti. Bugün Darwin ile beraber 19. yüzyıl’ın en büyük evrim-bilimcisi kabul edilen Weismann, kalıtım materyalinin sperm ve yumurtada taşındığını biliyordu. Ama bu materyaller nerden geliyorlardı? Weismann, mikroskop teknolojisinde yaşanan yeni gelişmelerin de yardımı ile Lamarck’ın teorisini çürüttü. Bununla da kalmadı ve özelliklerin diğer nesillere fiziksel birtakım yapılarla aktarılması gerektiğini ileri sürdü. Bu yapılara germ-plasm adını verdi.
Bu yapılara daha yakından baktığında kromozomları keşfetti. Böylece kromozomların keşfinden otuz sene önce Gregor Mendel’in yaptığı ve unutulmaya yüz tutmuş çalışmaların doğruluğu fark edilmiş oldu. 1900 yılında artık Mendel’in çalışmaları bilim çevrelerince kabul görüyordu. Mendel’in bezelyeler üzerinde yaptığı çalışmalar yaşayan her şey için geçerli olan kalıtım kurallarını ortaya koyuyordu ve bu Darwin’in doğal seçilim teorisinin bir gediğini daha kapatıyordu. Ancak hala doğal seçilimin doğrudan bir kanıtı yoktu.
Bu noktada Darwin’in teorisinin kanıtı yazının başlarında belirttiğimiz güvelerden geldi. İngiltere’de sanayi devriminden önce bu güvelerin hemen hemen hepsi beyaz renkteydi. Çünkü güvelerin yaşadığı ağaçların gövdesi beyaza yakın bir renkteydi ve böylece ağacın üzerinde gezinirken güvelerin yırtıcılar tarafından görülmesi zorlaşıyordu. Sanayi devrimiyle birlikte bu ağaçların üstünü is kaplamaya başladı. Dolayısıyla ağaçların gövdesi kararmaya başladı ve beyaz renkli güveler yırtıcılara kolay hedef oldular. Diğer yandan siyah güveler renkleri sayesinde yırtıcılardan daha iyi korundular. Böylece beyaz alelin frekansı güve popülasyonunda azalmaya başlarken siyah artmaya başladı. Bir süre sonra güvelerin çoğunluğu siyah görünmeye başladı. 1960’lı yıllarda yapılan çalışmalarla hava tekrar temizlenince ağaçlar eski açık renklerine döndüler. Bu kez evrim tersine çalışmaya başladı ve siyah güveler kolay hedef olarak elendiler. Böylece tekrar beyaz güveler İngiltere’ye yayıldı. Bu evrimin aksiyondaki haliydi ve doğal seçilime açık bir kanıt oluşturuyordu.
Darwin sadece evrimin mekanizması üzerine değil, yaşamın tarihi üzerine de kafa yormuştu. Evrimsel tarih için Darwin’den bu yana çoğunlukla “yaşam ağacı” metaforu kullanılır. Darwin daha 1830’larda notlarında türlerin atalarından farklılaşarak türleşmelerini ağaç benzeri şemalar çizerek anlamaya çalışmıştı ve her grup canlı için böyle bir şema çizilebileceğini savunuyordu. Ancak yaşamı boyunca bunu denemedi bile. Çünkü bu oldukça zor bir görevdi. Bu görev gelecek kuşak bilim insanlarına aitti. İnsan türünün kökeni konusunda Darwin Türlerin Kökeni‘ndeki tek bir cümle dışında bir şey söylememiştir. Büyük bir ihtimalle insanların primatlardan geldiğini biliyordu ancak bunu söylemeyi gelecek kuşaklara bırakmıştı.
Darwin’in takipçileri arasında en önemlilerinden bir tanesi Ernst Haeckel’dır. Haeckel Alman bir biyolog ve sanatçıydı. Çizim yeteneği oldukça iyiydi ve yaşamı boyunca binlerce yeni tür keşfetti. Haeckel Darwin’in takipçileri arasında yaşamın tarihine kafa yoran ve insanların maymunlardan türediğini söyleyen ilk kişiydi. İnsanla maymun arası bir form öngörmüştü ancak kanıtı yoktu. Kanıt 1891 yılında Hollandalı anatomist Eugene Dubois’in yaptığı kazılarda bulunan bir kafatasından geldi. Kafatası ne bir insana ne de maymuna aitti. Bugün bu türe homo-erectus diyoruz.
homo-erectus
Haeckel türlerin kökeni bulmak için tek yolun fosiller olmadığını ileri sürdü. Ona göre bakılması gereken yer embriyolardı. Embriyoların gelişimlerini incelediğinde, gelişimlerinin ilk aşamalarında farklı türlerin birbirleriyle şaşırtıcı derecede benzerlikler gösterdiklerini fark etti. Ne kadar erken gelişim dönemine giderse embriyonun hangi türe ait olduğunu söylemek o kadar zorlaşıyordu. Bu çalışmalar sonunda Haeckel bütün türlerin atasını bulduğunu ileri sürdü ve fosil kanıtlarına dayanmayan teorik bir canlı ortaya koydu. 20.yüzyılda pre-kambriyen döneme ait fosil araştırmalarında bulunan ilkel canlıların bir kısmı Haeckel’in teorik canlısından çok da farklı değildi.
Günümüzde yaşam ağacını oluşturmak için elimizde bir veri daha var: Genler. Canlıların genomlarının analizi onların yaşam ağacında nerede durduklarını, yani atalarını öğrenmemizi sağlıyor. Yapılan son çalışmalar Darwin’in tahmin ettiği gibi pre-kambriyen dönemde de dünyada yaşam olduğunu ortaya koyuyor. Uzun yıllar boyunca balinalarla bir kara memelisinin ara formu bulunamıyordu. Eğer balinalar karadan denize geçmişlerse bir ara tür olmalıydı. Bugün hem fosil kayıtları, hem bulunan ara formlar, hem de DNA incelemeleri açıkça balinaların atalarının karada yaşayan memeliler olduklarını ortaya koyuyor. O kadar ki balinaların yaşayan en yakın akrabasının hipopotamlar olduğu keşfedildi.
Primatlar arasında insanın en yakın akrabaları bonobo maymunları ve şempanzelerdir. 5-6 milyon yıl önce bu üç türün ortak bir atası dünyada yaşıyordu. 7 milyon yıl öncesine gittiğimizde ise gorillerle ortak atamız yaşıyordu.
Darwin bir hücrede hatta bir molekülde dahi bütün canlılarda ortak olan yapılar olabileceğini düşünemezdi. Örneğin insanlarda bazı bebekler irisleri olmadan doğarlar ve çok sınırlı görme yetileri vardır. Bunun nedeni bebeğin annesinden aldığı bir genetik mutasyondur. 1992 yılında genetikçiler hastalığa neden olan mutasyon geçirmiş geni tespit ettiler. Bu çok özel bir gendi ve diğer genlerin çalışmasını onları açarak ya da kapayarak kontrol ediyordu. İsmi Pax-6’ydı. Bu kontrol insan gözünün oluşması için gereklidir. 1994’te genetikçiler meyve sineklerinin farklı organlarını hangi genlerin oluşturduğunu keşfetmeye çalışıyorlardı. Binlerce anormal fiziksel yapılara sahip sinek üzerinde, bu anormalliklere hangi genlerin yol açtığını bulmak umuduyla araştırmalar yaptılar. Normal sineklerin kocaman kırmızı gözleri varken, kör sineklerin gözleri oluşmuyordu. Genetikçiler bu gözsüz sineklerin DNA’sını incelediklerinde mutasyon geçirmiş geni tespit ettiler: Pax-6. Yani insanların ve meyve sineklerinin gözlerinin oluşumunda görev alan gen aynıydı. B
u keşiften sonra bilim insanları birçok farklı tür canlının gözlerini incelediler ve hepsinde Pax-6 geninin gözün gelişiminden sorumlu olduğunu keşfettiler.
Hala cevaplanamamış bazı sorular
Evrim teorisinin genellikle gözden kaçan bir zayıf noktası vardır. O da öngörüde bulunamamasıdır. Evrim geçmişi ve türlerin tarihini son derece başarılı bir şekilde açıklamasına rağmen, gelecekte evrimin nasıl bir seyir izleyeceğini öngöremez. Ancak bu anlaşılabilir bir durumdur. Kaos teorisi açısından düşünürsek, evrim bilimi evrendeki en kaotik, karmaşık süreçlerden birini inceler. Bir dönem kaotik görünen bir sistem, bir süre sonra bilimdeki gelişmeler ışığında sınırlı da olsa öngörüleri mümkün kılabilir. Kim bilir belki bir süre sonra türlerin neye doğru evrilebileceğini konusunda kısa vadeli ancak başarılı öngörülerde bulunabilecek bir noktaya gelebiliriz.
Bir diğer problem de Malawi ve Tanganika göllerindeki evrim süreçlerinde ortaya çıkıyor. İki gölde toplam 1000’e yakın balık türü yaşıyor ve bunların hepsinin atası tek bir çiklit türü. Peki nasıl oluyor da bu iki gölde birbirinden bu kadar farklı özelliklere sahip türler ortaya çıkıyor, iki gölde nasıl oluyor da bambaşka evrim süreçleri yaşanıyor? Bu konuda çeşitli tahminler yürütülebilir ancak net bir cevap hala verilebilmiş değildir.
EVRİM TEORİSİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Bugün evrim konusunda iki temel yaklaşım olduğu söylenebilir. Bunlardan birisine Harun Yahya’nın çalışmalarına verdiği net ve yarı alaylı cevaplar ve Bencil Gen, Tanrı Yanılgısı gibi kitaplarından tanıdığımız Richard Dawkins, diğerine ise geçtiğimiz yıllarda yaşamını yitiren sol kökenli evrim bilimci Stephen Jay Gould önderlik etmiştir. İki saygın bilimci arasındaki temel fark şöyle özetlenebilir: Dawkins evrimsel biyoloji çalışmalarında artık genetik bilimine yoğunlaşarak ilerlenmesi gerektiğini savunurken, Gould genlere saplanıp kalınmamasını ve bütünün görülmesi gerektiğini savunur. Bu konuda Dawkins’in yaklaşımını indirgemeci bir yaklaşım olarak değerlendiren düşünürlerin sayısı hiç de az değildir.
Gould bütün ara türlerin keşfedilmesine gerek olmadığını ve evrimde sıçramalar olması gerektiğini savunur. Kesintili dengecilik adı verilen bu düşünce tahmin edebileceğiniz gibi Marksistler arasında oldukça rağbet görmektedir. Diğer yandan Dawkins, kesintili dengecileri Darwin’e saldırmakla ve onu yanlış tanıtmakla eleştirir. Darwin’in tedriciliğini kendi bağlamı içinde -yaratılışçılığa bir saldırı olarak- görmemiz gerektiğini belirtir.
“Kesintili dengeciler, bu durumda, aslında Darwin ya da herhangi bir Darwinci kadar tedricilik yanlısıdırlar; yaptıkları tek şey tedrici evrimin hamleleri arasına uzun durgunluk dönemleri sokmaktır.” R.Dawkins
“Gould aynı zamanda, jeolojik zaman dilimlerinin sınırlarının, canlıların evrimindeki dönüm noktalarıyla çakıştığına da işaret ediyor. Evrimin bu şekilde kavranılması Marksist görüşe çok yakındır. Evrim, aşağıdan yukarıya düzgün, tedrici bir hareket değildir. Evrim birikmiş değişikliklerin nitel bir değişiklik biçiminde patlaması sayesinde, devrimler ve dönüşümler sayesinde gerçekleşir.” (Alan Woods ve Ted Grant, Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
Evrimin ilerlemesi ve yüksek türler düşüncesini Dawkins desteklerken, Gould karşı çıkmaktadır. Gould’un bu karşı çıkışında sol kökenli oluşunun etkisi olabilir. Çünkü bu yaklaşımlar özellikle 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın ilk yarısı arasında emperyalizm ve faşizme bir yığın malzeme çıkartmıştır. Bu noktada sosyal Darwinizme ve tehlikelerine değinmekte fayda var.
Sosyal Darwinizm
Sosyal Darwinizm bireyler, gruplar, milletler, ırklar veya ideolojiler arasında bir rekabet olduğunu ve bir sosyal evrimin de sürüp gittiğini ileri sürer. Bu yaklaşımın sonucu emperyalizm ve ırkçılığı haklı göstermek için beyazların zencilerden evrimsel olarak daha ileri oldukları ileri sürüldü. Daha da ileri gidilerek 1940’lara kadar zencilerin şempanzelerden biraz yukarıda yer aldığı evrim ağaçları dahi yayınladılar. Diğer taraftan gene evrim teorisine dayanarak yoksulluğun, açlığın nedeni en güçlü olanın hayatta kalması şeklinde yorumlandı. Ancak gerçekte bunların nedeni doğal seçilim değil, özü sömürüye ve insanları birbirine kırdırmaya dayanan kapitalist sistemdir.
Harun Yahya gerçeği ve gericilerin evrim karşısındaki çaresizliği
Harun Yahya’nın Yaratılış Atlası isimli sözde eseri evrimleşmemiş, milyonlarca yıldır ilk formunu korumuş canlılar olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Bunun için bu kitabı Avrupa’nın bütün başlıca üniversitelerine ücretsiz olarak gönderdi. Değirmenin suyunun nerden geldiği bir yana kitapta en hafif tabiriyle saçmalık olarak tanımlanabilecek yaklaşımlar söz konusu. Richard Dawkins İngiltere’de Yaratılış Atlası üzerine bir konferans verdi ve slaytlar eşliğinde Harun Yahya’nın sahtekarlığını gözler önüne serdi.
Harun Yahya’nın kitabında her sayfada bir fosil resmi, bir de modern canlı resmi bulunuyor ve bu iki canlının tamamen aynı olduğu gösterilmeye çalışılıyor. Böylece kendince evrimin olmadığını canlıların milyonlarca yıldır aynı olduklarını ispat etmiş oluyor. Ancak verdiği örneklerin hemen hemen hepsi yanlış. Çoğunda iki fotoğraftaki canlı farklı türler iken bir kısmında canlının ismi bile yanlış yazılmış. Bir örnek ise oldukça çarpıcı:
Kitabın bir bölümünde caddis sineği adı verilen bir canlının kehribar içerisinde saklanmış fosilinin fotoğrafı var. Karşı sayfada ise bu sineğin hiç değişmediğini ispatı olarak sunulan modern bir sinek fotoğrafı var. Ancak Richard Dawkins modern sinek olduğu iddia edilen fotoğrafın bir balıkçılık sitesinden alındığını ve balık yakalamak için kancaya bağlanmış bir sinek maketi olduğunu ispat ediyor. Zira fotoğrafta kanca görülebiliyor! Aynı şekilde gene balık avlamak için kullanılan bir örümcek maketi fotoğrafını da Harun Yahya okuyuculara modern bir canlı olarak yutturmaya çalışıyor.
Harun Yahya’nın kancalı maket sineği
Her geçen gün evrim teorisi gücüne güç katarken, gericiler artık bilime karşı gelebilmek için böyle gülünç yöntemlere başvurmaya başladılar. Üzücü olan Türkiye’de birçok insanın bu kitabı okuyup, etkilenmiş olmasıdır.
İnsan doğası, bencil gen tartışmaları ve bu tartışmaların Marksizm açısından önemi
“Biyolojik determinizm, indirgemeciliğe sıkı sıkıya bağlıdır. Meselâ insanların davranışının bireylerin sahip oldukları genler tarafından belirlendiğini iddia eder ve böylece tüm insan toplumunun, o toplumdaki tüm bireylerin davranışlarının toplamının egemenliği altında olduğu sonucuna varır. Bu genetik kontrol, “insan doğası” terimiyle dile getirilen eski fikirlere denk düşer. Yine bilimciler kastettikleri şeyin bu olmadığını iddia edebilirler, fakat kullandıkları ifadeler determinizme ve “değiştirilemez sabit varlıklar” olarak genlere ait düşüncelerle dolup taşar ve bu düşünceler sağcı politikacılar tarafından sevinçle oraya buraya çekiştirilir. Onlara göre toplumsal eşitsizlikler birer talihsizliktir, ama bunlar kalıtsaldır ve değiştirilemezler; bu nedenle de toplumsal araçlarla bunların çaresi
ni bulmak imkânsızdır, çünkü böyle davranmak ‘doğaya karşı çıkmak’olur. Bu düşünce Amerikan üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan Bencil Gen* adlı kitabında Richard Dawkins tarafından dile getirilmiştir.(….) Eğer Albert Einstein, New York’un yoksul bir mahallesinde ya da yoksul bir Hint köyünde doğmuş olsaydı, onun genetik potansiyelinin pek de bir kıymeti harbiyesinin olmayacağını görmek için çok da zeki olmak gerekmezdi.” (Alan Woods ve Ted Grant, Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
Alan Woods’un bu değerlendirmelerinde belirttiği endişelere katılmamak elde değil. Ancak Marksistlerin büyük bir bölümünün, insanların değiştirilemez ve genler ya da doğası tarafından belirlenen birtakım özellikleri de olduğunu ya tamamen yadsıdığını ya da yeteri kadar dikkate almadığını belirtmek gerekiyor. Bu konuda Alan Woods ile Richard Dawkins’in yaklaşımlarının tam ortasında duran bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Yani: Toplumsal eşitsizlikler asla insanın doğası ya da genetik yapısı nedeniyle var olan değiştirilemez talihsizlikler değil, toplumsal araçlarla çaresi bulunabilir olgulardır. Ancak diğer taraftan insanın doğal seçilim ve cinsel seçilim ile evrimleşmiş olan doğasında iş birliği, yardımlaşmanın yanı sıra hayatta kalma güdüsüyle de bağlantılı olarak çıkarcılık ve güç istenci gibi özelliklerin de bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Kapitalizmin yaptığı bu çıkarcılığı sıfırdan yaratmak değil, varolanı kaşırken yardımlaşma ve işbirliği güdülerini törpülemektir.
İnsanın doğasında bunların olmadığını, insanda ne kadar olumsuz davranış veya tutum varsa hepsinin kapitalizmin ürünü olduğunu söylemek işin kolayına kaçmaktır. Bu yaklaşımla arzuladığımız topluma ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü soruna daha başından yanlış teşhis koymuş oluruz. Örneğin popüler müzik veya Hollywood sineması tamamen kapitalizmin pompaladığı şeyler midir yoksa belirli bir oranda insanın doğasında var olan, ancak kapitalizmin abarttığı ve insanları tüketime yönlendirecek şekilde kullandığı kavramlar mıdır? SSCB’de Beatles kapitalist kültürün bir parçası olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Oysa aynı zamanda ABD Başkanı Nixon, sosyalist düşünceleri sebebi ile John Lennon’ı ABD dışına çıkarmanın yollarını arıyordu.
İnsan evrimi hem bir “doğaya” hem de bir “tarihe” sahiptir. Biyolojik ve “kültürel” öğeler arasında sürekli bir ilişki olduğundan, bu iki şeyden herhangi birisini yalıtık bir şekilde ele alarak evrim sürecini anlamak imkansızdır.
Son söz
İnsan doğası tartışması kolayca aşılabilecek bir tartışma değil. Psikoloji, genetik, evrimsel biyoloji vb. birçok farklı alandan da beslenilerek yapılması gereken bir tartışma. Peki insanın doğası da evrimleşebilir mi? Yardımlaşma ve işbirliği güdüsü diğer bütün güdülerinden daha güçlü ve ön planda olan bir insanlık yaratılabilir mi? Evet yaratılabilir ancak kapitalist sistem içerisinde insanların “aklının başına gelmesini” bekleyerek veya basitçe onlara doğruyu anlatarak değil, zaman içerisinde paylaşmayı ve işbirliğini teşvik ederken insanın bencil yönlerini de törpüleyecek bir toplumsal sistem kurup, onu yaşatarak. Yazımı bir belgeselde izlediğim, insanlığın geleceğine, sömürüsüz bir dünyaya olan inancımı ve arzumu perçinleyen bir deneyi paylaşarak bitirmek istiyorum:
Bir yetişkin bir masada bir şeyle uğraşır gibi yapmaktadır. Yeni yeni yürümeye başlayan bir bebek ise aynı odada yerde oynamaktadır. Bebeğin tanımadığı yetişkin bilinçli olarak yere bir cisim atar ve eliyle ona doğru uzanarak cismi almaya çalışır ancak yetişemez gibi yapar. Sonra bebek yerinden kalkar ve yetişkine yerdeki cismi verir. Bunu yapması ona öğretilmemiştir veya ödül vb. bir mekanizma ile teşvik edilmemiştir. Çocuk bunu doğasında diğer insanlara yardım etmek olduğu için içgüdüsel olarak yapmıştır.
Kaynaklar:
Alan Woods ve Ted Grant, Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim
BBC belgeseli, What Darwin didn’t know?
Stephen Jay Gould, The Structure of Evolutionnary Theory
Carol Grant Gould ve James L. Gould, Hayvan Zihni