Gölge CIA olarak da bilinen ABD’li strateji kuruluşu Stratfor’un sahibi ve başkanı George Friedman’ın, Erdoğan’ın Davos çıkışı üzerine kaleme aldığı aşağıdaki yazı, Pentagon’un akıl hocalarının Türkiye dış politikasındaki gelişmeleri ne şekilde yorumladıklarını gösteren çarpıcı veriler içeriyor. Geçen hafta [yazının orijinali 2 Şubat’ta yayınlanmıştır] İsviçre’nin Davos şehrinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun yıllık toplantısında Türk Başbakanı Recep […]
Gölge CIA olarak da bilinen ABD’li strateji kuruluşu Stratfor’un sahibi ve başkanı George Friedman’ın, Erdoğan’ın Davos çıkışı üzerine kaleme aldığı aşağıdaki yazı, Pentagon’un akıl hocalarının Türkiye dış politikasındaki gelişmeleri ne şekilde yorumladıklarını gösteren çarpıcı veriler içeriyor.
Geçen hafta [yazının orijinali 2 Şubat’ta yayınlanmıştır] İsviçre’nin Davos şehrinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun yıllık toplantısında Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan İsrail Başkanı Şimon Perez’le yaptığı açık toplantıda patladı. Erdoğan’ın patlaması aslında Perez’e değil toplantıyı idare eden Washington Post yazarı ve yardımcı editör David Ignatius’a karşıydı. Daha sonra Erdoğan “Herhangi bir şekilde İsrail halkını, başkan Perez’i ya da Yahudileri hedeflemedim. Ben bir başbakanım, Yahudi karşıtlığını insanlık suçu olarak kabul etmiş bir liderim” dedi.
Durum bu olsa da, uluslararası basın Erdoğan’ın mantığının ince konularına değil, pek çok kişinin Perez ve İsrail’e karşı olduğunu düşündüğü, onun İsrail’in Gazze’deki siyasetine saldırısına ve toplantıyı kızgın biçimde terk etmesine odaklandı. Bu kafa karışıklığı bizce Erdoğan için belki iyi de oldu. Türkiye, sonuçta İsrail’in bir müttefikidir. Bu ittifak göze alınırsa, Gazze’deki son olaylar Erdoğan’ı zor durumda bıraktı. Türk başbakanı, İsrail’le ilişkileri bozarak Türkiye’nin ordusunu alarma geçirmeden kendi takipçileri olan ılımlı İslam topluluğuna İsrail siyasetine karşı olduğunu göstermek zorundaydı. Hesaplı olsa da olmasa da, Davos’ta Erdoğan’ın patlaması İsrail’le ilişkileri kesme tehdidi olmasa da, İsrail’e -ne de olsa, direkt olarak İsrail’in başkanına- açık bir karşıtlık göstermesine yol açtı.
Erdoğan’ın siyasi konumunun karmaşıklığını anlamak önemlidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden beri Türkiye’de laik bir devlet vardır. Devletin laikliği anayasada, ulus oluşturmada orduyu kullanan ve modern laik Türkiye’yi kuran Mustafa Kemal’in geleneğini korumakla görevli ordu tarafından garantilenmektedir. Buna karşın Türk halkı aşırı laikçilerden radikal İslamcılara kadar herkesi barındırır.
Erdoğan seçilmiş bir ılımlı İslamcıdır. Böyle olduğu için de ordu ona şüpheyle bakar ve dinî işlerde ne kadar ileri gidebileceği konusunda da ciddi sınırlamalar altındadır. Siyasi olarak sağında Türk kamuoyuna ulaşmaya başlayan daha katı İslamcı partiler vardır. Erdoğan iki uç sonuçtan, yani askeri müdahale ve İslami terörizmden kaçınarak bu iki gücü dengelemelidir.
Diğer taraftan, jeopolitik bir bakıştan, Türkiye her zaman rahatsız bir konumdadır. Anadolu Avrasya’nın eksenidir. Avrupa’yla Asya arasında kara köprüsü olup, Arap dünyasının kuzey, Kafkas’ların da güney cephesidir. Etkileri Balkanlar, Rusya, Orta Asya, Arap dünyası ve İran’a kadar ulaşır. Başka bir açıdan da Türkiye bütün bu yönlerden gelen güçlerin hedefidir de. Buna bir de Karadeniz’le Akdeniz’i bağlayan boğazların kontrolü eklenince Türkiye’nin karmaşık konumu ortaya çıkar: Türkiye daima ya komşularından baskı altındadır ya da komşularına baskı yapmaktadır. Devamlı dışa doğru birçok yöne, hatta doğu Akdeniz’e bile çekilmektedir.
Bu jeopolitik problemi çözebilmesi için Türkiye’nin önünde iki farklı yol bulunmaktadır.
Laik Yalnızlık
Ordunun gözünde Osmanlı İmparatorluğu Türkiye’yi I. Dünya Savaşı’na sokan bir felaketti. Atatürk’ün çözümlerinden bir tanesi Türkiye’yi sadece küçültmekle kalmayıp, çok büyük riskler barındıran emperyal maceralara sürüklenmesini de önleyecek sınırlamalar getirmekti.
II. Dünya Savaşı’nda Mihver ve Müttefikler Türkiye’yi yanlarına alabilmeye çok uğraştılar. Zorla da olsa ülke tarafsızlığını korumayı başarabildi ve böylece başka bir ulusal felaketi önleyebildi.
Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’nin konumu gene aynı şekilde zordu. Kuzeyden Sovyet baskısına karşı Türkler ABD ve NATO ile ittifaka girdiler. Türklerde Sovyetlerin fena halde istedikleri bir şey vardı: Sovyetlere Akdeniz’e engelsiz ulaşma sağlayacak Boğazlar. Doğaldır ki Türkler bulundukları coğrafya hakkında pek bir şey yapamazlar, ya da kendi bağımsızlıklarından vazgeçmeden Boğazları Sovyetlere de veremezlerdi. Boğazları kendi başlarına da koruyamazlardı. Böylece, tek seçenek NATO’ydu ve Türkler de Batı ittifakına girdiler.
Konu hakkında milli beraberlik oldukça yüksekti. İdeolojilerinde ne olursa olsun, Sovyetler Türkiye’ye bir direkt tehdit olarak görülüyordu. Bu yüzden, NATO ve ABD’yi Türklerin yer bütünlüğünü korumakta kullanmak üzere fikir birliği oluşturmaya uğraşılıyordu. NATO üyeliği, tabii ki, böyle şeylerin her zaman yaptığı gibi karışıklığa yol açtı.
Amerika’nın Türkiye’yle (ve Sovyetlerin güneye inişini engelleyen İran’la) ilişkisine karşın Sovyetler de Arap ülkeleriyle bir ittifak -ve hükümetlerini devirme- stratejisi geliştirdi. 1950 ve 1970’lerde ilk kez Mısır, daha sonra Suriye, Irak ve öteki ülkeler Sovyet etkisi altına girdiler. Türkiye ise kendini bir taraftan Sovyetler öteki taraftan da Irak ve Suriye arasında sıkışmış halde buldu. Daha da öte Mısır’ın -Sovyet silah ve uzmanlarıyla- Sovyet yörüngesinde olmasıyla Türkiye’nin güney cephesi ciddi şekilde tehdit altına girmişti.
Türkiye’nin bu duruma iki olası tepkisi olabilirdi. Bunlardan biri ordusunu ve ekonomisini geliştirip, dağlık bölgesinden yararlanarak bir saldırıyı caydırmaya çalışabilirdi. Bunu yapabilmek için Türkiye’nin ABD’ye gereksinimi vardı. İkinci seçenekse, bölgede hem Sovyetlere hem de solcu Arap rejimlerine düşman ülkelerle beraberlik ilişkileri yaratabilirdi. Bu tanıma uygun iki ülke vardı; İsrail ve 1979 öncesi, Şah’ın İran’ı. İran Irak’ı bağlamıştı. İsrail de Suriye ve Mısır’ı bağlamıştı. Sonunda, bu iki ülke güneyden, Sovyet baskısını etkisiz hale getirmişti.
İşte Türkiye’nin İsrail’le ilişkisi tam da burada doğdu. İki ülke de Amerikan yapısı Sovyet karşıtlığı ittifakın üyesiydi ve bu yüzden de doğu Akdeniz’in durumunda ortak çıkarları vardı. İki ülkenin aynı zamanda Suriye’yi kontrol altında tutma gibi de ortak çıkarları vardı. Türk ordusu açısından, dolayısıyla da Türk hükümetinin açısından, İsrail’le yakın ilişkiler tamamen mantıklıydı.
İslamcı Enternasyonalizm
Ancak, Türkiye’nin başka bir görünümü daha vardır. Bu da Türkiye’nin, salt kendi ulusal güvenliğini sağlamanın ötesinde bir de Müslüman güç olduğu görünümüdür. Bu görüş doğaldır ki ülkenin ABD ve İsrail ile olan ilişkisini kıracaktır. Bir bakıma bu şimdilik küçük bir kaygı oluşturmaktadır. İsrail artık Türkiye’nin güvenliği açısından vazgeçilemez değildir ve Türkiye açıktan ABD’ye bağımlı olmaktan çıkmıştır (Hatta bu günlerde ABD’nin Türkiye’ye gereksinimi, Türkiye’nin ABD’ye gereksiniminden fazladır).
Bu ikinci görüşe göre, Türkiye gücünü Müslümanları desteklemek için dışarıya doğru genişletecektir. Bu görüş, eğer tamamen gerçekleşirse, örneğin Arnavut ve Boşnakları desteklemek için Türkiye’nin Balkanlara karışmasını da getirecektir. Bu görüşe göre Türkiye etkisini güneydeki Arap rejimlerini şekillendirmeye de kullanacaktır. Aynı zamanda doğal bağları ve etkisinin olduğu Orta Asya’ya da derin ilişkiye girmesini önermektedir. Sonuçta da Kuzey Afrika’daki olayları etkiler hale getirerek Türkiye’nin denizcilikte bir güç olmasını sağlayacak
tır bu görüş. Bu görüşün temelinde yatan şey, genişlemeci bir fikir olup, şu anda kendi evinden dışarı çıkmakta biraz titizlik gösteren ordunun da eylemsel desteğine gereksinimi vardır.
Endonezya, Pakistan, İran ve Mısır’la beraber Türkiye İslam dünyasında kendine yakın komşularının ötesinde herhangi bir olayı etkileyecek ekonomik ve askeri potansiyeli olan beş önemli devletten biridir. Endonezya ve Pakistan içte bölünmüş olup birliklerini korumaya uğraşmakta olduklarından potansiyelleri bağlanmış durumdadır. İran ise ABD ile uzun süredir çatışmakta olduğundan genişleme seçeneklerini sınırlamakta ve tüm gücünü bu ilişkiye harcamaktadır. Mısır ise içte rejim ve ekonomisi yüzünden sakatlanmış olduğundan ve önemli bir iç evrimden yoksun olduğundan güç gösterememektedir.
Hâlbuki Türkiye dünyanın şimdi 17. büyük ekonomisidir. GSMH’si, Suudi Arabistan da dâhil, bütün öteki Müslüman ülkelerinkinden büyük olup, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda dışındaki öteki AB ülkelerinkinden de büyüktür. Türkiye’nin GSMH’si İsrail’in beş katıdır. Kişi başına düşen milli gelirde Türkiye küresel anlamda daha düşük düzeydedir, ama ulusal açıdan -bir ülkenin uluslararası sisteme koyabileceği ağırlık açısından- kişi başına düşen gelir yerine daha çok ekonominin toplamı baz alınmaktadır (Çin ele alındığında, kişi başına düşen gelir Türkiye’nin yarısıdır). Türkiye Arap dünyasındaki, Kafkaslardaki ve Balkanlardaki dengesizliklerle çevrelenmiştir. Ancak, bölgedeki en dengeli ve dinamik ekonomiye sahiptir ve İsrail’den sonra en etkili askeri güce sahiptir.
Bazı durumlarda Türkiye, sınırlarını aşmıştır. Örneğin, ayrılıkçı Kürt grubu Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) saldırmak için Irak’a kara-hava operasyonları düzenlemiştir. Ama, Türkiye’nin siyaseti bu gibi işlere çok dolaşmamaktır. Fakat, Türk-İslam görüşüne göre, bu güce sahip bir İslam rejimi etkisini büyük ölçüde yayabilir. Daha önce de bahsedildiği gibi, bu ise ne ordunun ne de lâik kesimin istediği bir şey değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl Türk gücünü yok ettiğini anımsayarak bunun tekrarını istememektedirler.
Erdoğan’ı bekleyenler ve Türkiye’nin geleceği
Türkiye’nin derin bölünmeleri olan bir ülke olduğunu söylemek doğru olmaz. Buna karşın, Türkiye ayrımlarıyla yaşamayı öğrenmiştir. Şu anda Erdoğan Türk siyasi yelpazesinin merkezi olarak görülebilir. Ancak birbirine zıt üç gücü dengelemekle uğraşmaktadır. Bunlardan ilki (dünyanın öteki yerlerinde de görülen) bazı geri adımlar atsa da güçlü ve gelişebilecek ekonomidir. İkinci güç özellikle dinî nedenlerle aşırı dış müdahaleler istemeyen güçlü bir ordudur. Üçüncü güç ise Türkiye’yi İslam dünyasına katmak ve belki de onun lideri yapmak isteyen İslamcı harekettir.
Erdoğan Türkiye ekonomisini zayıflatmak istememekte ancak radikal İslâmî düşüncelerin Türkiye’nin orta sınıflarını tehlikeye sokacağına inanmaktadır. Ordunun kızgınlığını gidermek istemekte ve onun siyasi bir harekete geçmesini önlemek istemektedir. Ancak, orduyu kışlasından çıkarabilecek, daha da kötüsü, ekonomiyi zayıflatabilecek radikal İslamcıları da hoşnut etmek istemektedir. Bu yüzden Erdoğan iş, asker ve din çevrelerini aynı zamanda memnun etmeye uğraşmaktadır.
Bu kolay bir iş değildir ve Erdoğan Gazze’ye saldırarak bu işi daha da zorlaştıran İsrail’e açıkça köpürmüştür. İsrail-Suriye diyalogunun oluşmasında Türkiye ciddi bir rol oynamıştır. Bunun anlamıysa artık dünyada geniş bir kesimin Türkiye’nin, riskten kaçan ordusunun rahatsızlığından daha öteye giden liderliğinin bölgesel olaylarda kendini hissettirdiğini görmesidir. Bu yüzden Erdoğan gereksiz gördüğü Gazze operasyonuyla İsrail’in Türkiye’deki asker-sivil dengeyi ve bölgesel olaylarda attığı geçici adımları tehlikeye attığını düşünmektedir.
Ancak, Erdoğan gene de İsrail ile ilişkileri kesmek istememiştir. Bu yüzden de toplantı yöneticisine kızmıştır. Bu önceden mi planlı, yoksa duruma tepkisini mi yansıtıyor önemli değildir. Sinirli hareketi Erdoğan’a İsrail ile ilişkiyi bozmadan sanki ilişkiyi kararlı bir şekilde kesiyormuş görünüşü sağladı. Böylece marifetle eski ince çizgisinde yürümeyi becerebildi.
Burada esas soru Erdoğan’ın bu dengeyi daha ne kadar sağlayabileceğidir. Türkiye güçlendikçe ve Türkiye’nin etrafındaki bölgedeki kargaşalar giderek arttıkça boşluğu doldurması için gelecek jeopolitik baskı da giderek dayanılmaz olacaktır. Buna bir de genişlemeci -Türk İslamcılığı- ideolojisi katılınca bölgede kuvvetli bir güç çabucak yükselebilir. Bu süreci engelleyecek tek güç Rusya’dır. Eğer Moskova Gürcistan’ı teslim alarak güçlerini Ermenistan’ın Türkiye sınırına tekrar dayarsa Türkler de siyasetlerini tekrar Rusya’nın önünü kesmeye çevireceklerdir. Bu ise çok yakından takip edilmesi gereken bir şeydir.
2 Şubat 2009
[Stratfor’daki İngilizce orijinalinden Mehmet Bayram tarafından 5deniz (Sendika.Org) için çevrilmiştir]