2008’in şubatına İstanbul Davutpaşa’daki patlamayla girdik. Plastikten tekstile ruhsatsız işletilen ve standart dışı yüzlerce küçük atölyenin sigortasız çalışanlarından biriydi Semra Bakkal. Onun varlığından, hayatla mücadelesinden yaşamını yitirince haberdar olduk. Oysa Semra, yarına dair güvencesi olmadan sadece günü aç geçirmemek için en kötü koşullarda çalışmaya “razı olmuş” yüz binlerden birisiydi. Yaşamı da ölümü gibi herkesi o […]
2008’in şubatına İstanbul Davutpaşa’daki patlamayla girdik. Plastikten tekstile ruhsatsız işletilen ve standart dışı yüzlerce küçük atölyenin sigortasız çalışanlarından biriydi Semra Bakkal. Onun varlığından, hayatla mücadelesinden yaşamını yitirince haberdar olduk. Oysa Semra, yarına dair güvencesi olmadan sadece günü aç geçirmemek için en kötü koşullarda çalışmaya “razı olmuş” yüz binlerden birisiydi. Yaşamı da ölümü gibi herkesi o kadar etkilemişti ki Devlet Bakanı Nimet Çubukçu bile, ortada kalan üç çocuğun mağduriyetini telafi için Bakkal ailesiyle ilgili bir rapor hazırlanıp kendisine sunulmasını istemiş. Babaları da cezaevinde olan o çocuklar, rapor sonucunda muhtaç görülüp yardım edilse bile bu, durumun ve gerçeğin korkunçluğunu ortadan kaldırmaya yetecek mi? Koşulları değiştirecek mi? Bu ülkede daha kaç bin Semra, daha kaç bin Ebru, Berna ve Erdem var… Bunlara da yardım eli uzatmak için facia yaşamaları mı beklenecek? Sağlığa ve insanlığa uymayan koşullarda çalışmak zorunda bırakılmanın kader olmadığını; örgütlülüğün gerekliliğini kaç göz gördü, kaç beyin algıladı bilinmez ama ben bu konu üzerinden başka bir konuya bağlanacağım.
Patlama günün sabahı televizyonda bir program… Patlama henüz olmamıştı. Programı iki kadın sunuyor. Biri eski yıldız; birkaç zamandır bir gazetede “köşe” sahibi bir kadın. Diğeri de -yazılanlara göre- 50 bin YTL aylıkla transfer edilmiş bir kadın sunucu. Borçlarından dolayı böbreğini satışa çıkarmış bir işsiz adamcağızı da “konuk” etmişler programlarına. Konuk, evli ve 8 yaşında bir çocuğu var. İki sunucu, iğnelemeye başlıyorlar konuklarını. Onların gerçekten bu ülkede yaşadıklarından şüpheye düşüyor insan izlerken. Ekmeğin fiyatından bîhaber oldukları kesin diye düşünüyorsunuz. Adamın karısı çalışmıyormuş. Eski yıldıza konuşacak konu çıkıyor: “Eşin niye çalışmıyor? Çok mağdursanız o da çalışsın. Asgari ücrete iş mi yok memlekette. Kıskançlıktan eşinizi kapatıyorsunuz eve sonra yardım istiyorsunuz. Evlere temizliğe gitsin…” Konuk, “ama çocuk ortada kalıyor o zaman” diyecek oldu; cevap hazır: “Onu da mahalleden birine verirsiniz üç beş kuruşa bakar.” Kadının kadına reva gördüğü iş, yaşam standardı ve alanı bu kadar işte! Aşağılama bu kadarla bitmiyor. Bir izleyici programa bağlandı ve o da parasızlıktan böbreğini satacağını söyledi. Devlet memuru olan bu “talihsiz konuk” da çocuk sahibiydi ve eşi çalışmıyordu. Sunucular bu duruma da çok kızdılar: “Hem paranız yok hem evleniyorsunuz. Üstelik çocuk yapıyorsunuz. Evlenirken kadının geçimini nasıl sağlayacağınızı düşünmüyorsunuz Hadi evlendiniz bekleyin, para biriktirin sonra çocuk yapın bari.” Kadının gözünden, kadın… Erkekler evlenmekle evde beslemek üzere bir canlı alıyorlar, parası olmayan evlenmesin hele çocuk sahibi olmaya yeltenmesin. Üniversite mezunlarının bile işsiz dolaştığı ülkemizde sanki hangi kapıyı çalsanız iş bulunuyormuş gibi. Ücretli çalışan bir öğretmenin bile, sigortasız çalışmak zorunda kalan Semra Bakkal gibi 400 YTL aylık aldığı bir ülkede yaşadıklarının farkında olmayan sunucuların sözleri, pek çok izleyici tarafından onay ve takdir görmüş olabilir. 400 YTL, bazı kadınlar için 30 gün boyunca kira dâhil tüm ihtiyaçlarını karşılamak zorunda oldukları bir miktarken bazılarının bir defalık kuaför parası olabiliyor bu ülkede. Ama işin kötüsü kendimizi bir “an” bile 400 YTL’yi çok gördüğümüz ötekinin yerine koyup düşünemiyoruz. Oysa genellikle kadınlar tarafından izlenen bu tür TV programları sorumluluk duygusuyla hareket etmelidir. Kadın, mevcut koşullara mahkûm edilmek istendikçe ve bunun değişebilirliliği mümkün değildir düşüncesi empoze edildikçe kadınlar için yaşam, “bir yangın yeri” olmaya devam edecektir. Yoksulluğu kadının kaderi gibi gösterip onu asgari ücretli ya da güvencesiz işlere layık göstermeye; çocuklarını da “mahalledeki teyzelere” emanet etmelerini istemeye, olanla yetinmelerini öğütlemeye kimsenin hakkı yok.
Olması gereken nedir? Ailesinin statüsü, maddî durumu ne olursa olsun her çocuk, eğitim alabileceği, sağlıklı büyüyeceği kreş ya da bakımevlerine gidebilmelidir. Sosyal haklar kadın- erkek tüm çalışanlar için, eşit şekilde sağlanmalıdır. Bu iki konuda almamız gereken çok yolumuz var. Dayatılan yeni yasalarla mevcut hakların bile gasp edildiği bir süreçte, kadınların kalelerini sağlam tutmaları; haksızlıkların yaşamlarını karartmalarına izin vermemeleri gerekiyor. Aksi hâlde yoksulluğumuzun, para sahibi olmadan çocuk sahibi olmamızın hesabı hep bize sorulur. Oysa bunların hesabını biz soracağız, sormalıyız…