Öteki şehrin insanları-1 YOK-ÜLKEDE ‘SIFIRIN ALTINDA’ YAŞAYANLAR Suyunda kurtlar mezarsız çocuklar Kurtlu sudan hastalananlar, varoştan hiç çıkamayacak çocuklar, dolandırıcılar, yıkımlar… Varoşlar eski direniş günlerini özlüyor. Şehirler güzelleşsin diye yapılan kentsel dönüşüm planlarında yüzleri görünmeyen, sesleri duyulmayan insanlar konuşuyorlar… BAŞLARKEN Geceleri, otobanların kenarlarında, korkuluklardan bazı adamlar ve kadınlar atlar. Bir yok-ülkeye doğru yürürler. Ellerinde hep koyu-karanlık […]
Öteki şehrin insanları-1
YOK-ÜLKEDE ‘SIFIRIN ALTINDA’ YAŞAYANLAR
Suyunda kurtlar mezarsız çocuklar
Kurtlu sudan hastalananlar, varoştan hiç çıkamayacak çocuklar, dolandırıcılar, yıkımlar… Varoşlar eski direniş günlerini özlüyor. Şehirler güzelleşsin diye yapılan kentsel dönüşüm planlarında yüzleri görünmeyen, sesleri duyulmayan insanlar konuşuyorlar…
BAŞLARKEN
Geceleri, otobanların kenarlarında, korkuluklardan bazı adamlar ve kadınlar atlar. Bir yok-ülkeye doğru yürürler. Ellerinde hep koyu-karanlık naylon torbaları. Niye hep bir naylon torba taşır onlar? Bir kez olsun bu tuhaf ve küçük sorunun cevabını merak ettiysen eğer, sen bu haz çağının “günahını” işlemişsin demektir. Artık “fukara edebiyatı” diye aşağılanan o karanlık alana dokunmuşsun demektir. Kimsenin epeydir görmek istemediği…
Adlarını hiç sormadan, ağızlarına mikrofon dayayarak gösteriyorlar onları. Hep cümlelerini yarım keserek, hep açlıktan ve öfkeden delirdikleri anda. Bir anda gaz bombaları patlıyor yüzlerinde.
Ya evleri ya yüzleri yıkılırken görüyorsun onları.
Sonra bilmiyoruz, nasıl yeniden yapıp yerine koyuyorlar evlerini ve yüzlerini. Bilmiyoruz, şehir daha güzel görünsün diye ikide bir yıkılan o evlerden çıkanlar nereye giderler…
Bu yazı dizisi her türlü yıkımı anlatacaktı başlangıçta. Plan, yola çıkınca değişti. Çünkü görüldü; oralarda hayatın kıvamı bu değil. Çünkü bir gece bir genç adam “varoş” der demez mıh gibi yapıştırdı cevabı:
“Mücadele demektir! Sabah akşam mücadele!”
Eğer duvarın içindekilerin değil, dışındakilerin gözleriyle anlatılacaksa hikâye, bu kez nasıl yıkıldıkları değil, nasıl ayakta kalmaya çalıştıkları anlatılmalıydı.
‘Sınıfaltı’ insanlar
Çünkü artık yeni bir yoksulluk var. Çalışansan da yoksulsun artık, çalışsan da “dışlanmış”. “İşsiz” sayısına artık hiç iş aramadığı için dahil edilmeyenler var. Sistemin artık yoksullara ihtiyacı olmadığı için şehre bir çengelle takılı duran “sınıfaltı” insanlar var, merkeze hiç kabul edilmeyecek olanlar, alt sınıfın da altında. Bilim adamları onları “sosyal olarak dışlanmışlar” diye adlandırdığında çoktan yol almış oluyor “varoşlar”:
“Asıl biz, bizden olmayanı istemiyoruz burada!” İhtiyar yoksullar hâlâ “Çalışırsak, çocuklarımızı okutursak şehir bizi de içine alır” derken onların çocukları her gece ciğerleri hırıldayan uysal babalarına bakıyorlar bellerinde kurusıkıdan döndürülmüş “makineleriyle.”
Onlardan bahsetmek biraz daha “ayıp” sayılıyor gazetelerde ve entelektüel sohbetlerde. Solcuların beğendiği yöntemlerle direnmeyen, sağcıların istediği yöntemlerle itaat etmeyenler kendi hukuklarını, kendi siyasetlerini kuruyorlar. Duvarın dışındaki bırakılmışlıklarının intikamını artık onlar, duvarın içinden geleni kabul etmemekle alıyor.
Aşırı milliyetçi “kahramanlar”, radikal İslamcı “linçler”, şehirlilikle inatlaşan hemşeri dernekleri, kendinden daha yoksulu ezen yoksullar, ürkütücü çocuk çeteleri, çocukları çöplükte ölü bulunanlar, üniversite bitirmek için parayla seks yapanlar ve hatta teneke minareler… Hepsi, herkesin birbirinden nefret ettiği yoksulluk ülkesinde kendi şehirlerini kuruyorlar. Çünkü şehir her sabah soruyor:
“Bakalım bugün nasıl başa çıkacaksın?”
Öğretilen ahlak onların evlerine giden yollarda ekmek kırıntıları gibi yok oluyor; gidebilsen bile geri gelen yolu bulamazsın bir daha. Bir daha izleyemezsin “bol bol sür, bol bol ye” diyen reklamları. Bu yüzden işte sen de her sabah yeniden unutmak zorundasın onları. Geceleri otobanların kenarında gördüğün o insanları unutmalısın, o naylon torbaları. Çünkü bir gün, öğrenebilirsin o torbalarda işe giderken giyilen çamursuz ayakkabıların taşındığını… Sırf şehirdekiler gibi görünebilmek için her sabah, çamurlu ayakkabılarını bir günah gibi naylon torbalarda sakladıklarını.
İşte bu yazı dizisi o ayakkabılardan söz edecek. Çamurdan… Çamurun içinden…
***
“Kömür geldiii! Dağıtıyolar abla, koooş!”
“Ne kandırıyosun kııız?”
“Ne kandırıcam! Ev kimin üstüneyse kimliğini al da git.”
Çıplak ayağına büyük gelen plastik mesler, dizlerine kadar sarkan bir erkek kazağı ve şalvar, yüzünden taşan soğuk kırmızısı bir kahkahayla gülüyor kömüre inanmayan, elindeki çorabı öre öre çamurun içinde yürüyen ihtiyar kadına. Sonra savaşa gider gibi geniş adımlarla yürüyüp gidiyor bağıra bağıra:
“Bizimki de hayat mı be!”
Şarkıcı İbo’nun üstgeçidi
Birazdan yaşlanacak yürüyüp giden bu genç kadın, yüksek gerilim hattına dayanarak kurulan Hazine Mahallesi’nin teneke evleri arasında. İhtiyarlamadan çökecek iç direkleri. Çünkü yeni doğurduğu çocuk mendile çıkacak otobanda ya da su satmaya. Beş kez yol kesilerek ve on yedi ölü verildikten sonra, gazeteler “İşte yol eşkıyaları!” diye manşet atıp da altıncı yol kesmeye Silivri’den dönen İbrahim Tatlıses denk geldiği için, evine gidebilmek için sözünü vererek yaptırdığı Tatlıses Geçidi’ne üşenip çıkmazsa o çocuk, belki ölecek.
İhtimal, isimsiz ve mezarsız bir ölü olacak. Tıpkı Hatice Hanım’ın 25 yaşındaki oğlu gibi. Şimdi kimsesizler mezarlığında yatan ve Deniz Feneri bu ay bulgur getirirse Avcılar’da “merdimen” silmekle kazanılan para bulgura değil de mezara yatırılabilirse başında bir mezar taşı olacak olan.
Doğacak o çocuk çok şanslıysa, dolmuşların bile durmadığı Hazine Mahallesi’nden çıkacak, 45 milyar borca girilerek alınan toplu konutlara geçecek. Kentsel olarak dönüşürken İstanbul o, annesinin kazandığı paranın babasının hastalığına ya da kitaba, deftere değil, toplu konutun aidatına eklenen “çevre düzenlemesine” gittiğini görecek.
Coğrafyaya bir türlü veremeyecek kafasını ve ona benzeyen her yeni ergen çocuk gibi çalışmak isteyecek. Bir yandan mutlaka futbolcu olmayı hayal edecek ve annesine, temizliğe gittiği evden verilen, kendisine büyük gelen spor ayakkabılarını çamurda giydi diye büyük azar işitecek. Çalıntı hurdadan para kazanan arkadaşlarına tamah edecek bir gün ve epey dayak yiyecek.
Kömür yanmıyor ki, hep toz
“Ben boşuna mı dövüyorum o çocukları sabah akşam. Çalmasınlar diye.”
1974’ten beri İstanbul’da İsmet. Şimdi, dizleri tutmadığından üstgeçidi geçemediği için işe gidemese de komşu Yeter’in yüzüne babacan bir öğretmen edasıyla sigarasını sallayarak öğüt vermesi o yılların liyakatinden:
“Hırsız olacak o çocuklar. Sen de alma onlardan hurda.”
Yeter, saçları arkadan bağlı, yüzü, aniden üstüne bindirilen ahlak hesaplaşmasından dalgın, yapılı, hırçın bir kadın:
“Bir tek ben alsam Allah Allah eyvallah!”
Bana dönüp açıklıyor durumu:
“Beyim inşaattan düşmüş, karnına kadar dikiş. O hurdayı ben almasam başkası alacak. Ağlasan tepinsen de dahası yok işte. Ben ne yapayım? İsmet abi, baksana, belediye 20 torba verecekti, daha dört torbası geldi kömürün.”
İsmet de dönüp kendi savunmasına:
“Gelse ne olacak? Yanmıyor ki. Hep toz.”
Dört yeni yetme, ağızlarında sigara ve el arabasında yeni pimapen parçalarıyla geçiyor bu sırada, Yeter ağır ağır süzülüyor arkalarından. Hazine Mahallesi olarak “bilinmeyen” çamur deryasında, bir gün daha başlıyor, okuldan dönen çocuklar el arabalarını kapıp kömüre gidiyor, belki sonra su tankerine.
Mavi variller
ayda bir tankerle gelen suyla doluyor, su üç gün geçince kurtlanıyor. Herkes otuzuna gelmeden bu mahallede “gözünün feri sönerek” önce, sonra “içi çürüyerek” hasta düşüyor. Karışık dolaşık bir hikâye, İsmet’in beş kişi yaşadığı bir göz odasına doğru giriyor:
“Kendi diktiğimiz meyve ağaçlarını kesip yakıyoruz. ‘Kentsel dönüşüme’ girdik, bu kış evlere geçecektik. Şimdi diyorlar ki ‘Nisana kadar burdasınız’.”
Akan tavana bir dantel gerilmiş İsmet’in evinde, küçük televizyonun üzerinde onlarca nazar boncuğu:
“Albayraklar buraya bir şey yapacaktı, tel çevirdiler. 300 hane direndik, söküp attık telleri. Komiser dedi ki, ‘Biz gidince atın telleri. Zaten size Allah vurmuş’. Elektriği Özal verdi buraya, ‘Gerisine karışmam’ dedi. Sonra Özal geçecek diye koça girdik, 20’şer milyon toplandı. Koç moç yok tabii. 5 yıl önce de telefon gelecek diye para toplandı, onlar da yok. Elektriği kaçak almayalım abone olalım dedik, dolandırıldık olmadı. Kadınlar günlüğü otuz milyondan Demirciler sitesine, MASKO’ya temizliğe giderler. Erkeklerin hepsi hastadır. Sudan hep. Karnı ağrır herkesin. Bir de toplu konuta borçlandık şimdi, 45 milyar. 15 yılda ödenecekmiş. Apartmanın en az 600 milyon masrafı var. Nasıl bulunacak o para? Çevre düzenlemesini aidata dahil ediyorlarmış. 13 katlı bina, asansörü yok, sıvalar dökülüyor. Buradaki tapulu adama ev verilmiyor, binaları yapan müteahhidin oğlunun bilmem kaç tane dairesi var o apartmanda.”
‘Eskiden solcular vardı’
“Sinoplu Kemal” ve “Tokatlı Kıymet” ile başlıyor hikâyeler. Buraları onlara satanlarla. Yer tahsisi, tapular, tapusuzluklar, bir daha hiç ortada görünmeyen dolandırıcılar, dernekçiler, belediyeciler arasında geçen hikâyenin ortasında hep bir “5 katlı” duruyor. “5 katlı” TEM ile E-5 arasında kalan bu dev refüj alanının en yüksek binası. Almancıların gönderdiği parayla yapılmış Özal zamanında ama şimdi arada bir orada kaçak Afrikalılar saklanıyor, yakalanıyor. Evlerin önüne, şoförlerin sanayiye götürdüklerinden artan betonlar torbası 5 milyona alınarak dökülüyor, ama şimdi o evlerin önüne ne asılırsa yok oluyor:
“Artık insanlar birbirinden de çalıyor”
“Eskiden” diyor İsmet, “Solcular varken…” Cümle yarım kalıyor. Niyeyse aklına yazın bahçeye teyp koyup yaptıkları eğlenceler geliyor. Kim bilir belki o eski “direniş” günlerini şimdi artık yapmadıkları o yaz eğlenceleri gibi uzaktan bakıp bakıp seviyor… Babası üzüldü diye belki Kübra, bize bakıyor ve söylenmesi gerekeni söylüyor:
“Artık gitsinler!”
Varoş ne demek?
Varoş sözcüğü, 1980’lerin sonunda basında kullanılmaya başlandı. Varoşun, “kale duvarı dışında kalanlar” anlamında Macarcadan geldiğini söyleyenler de var, Türkçedeki “varış” sözcüğünden Macarcaya geçtiğini söyleyenler de. Her iki durumda da varoş, şehre sonradan gelenleri, merkezdeki koruma sisteminin dışında kalanları ifade ediyor. Düşmanların saldırısıyla ilk karşılaşacak olan, yangında ilk vazgeçilecek olan…
Öteki şehrin insanları 2
Boğaz’a ekmek banıp yiyenler
Zengin evlerine temizliğe giden Kiraz anlatıyor: Bazen iş geç bitince eve bırakırlar. Küçükarmutlu’ya girerken hep aynı laf… ‘Köyden gelip oturmuşsunuz buralara!’ Haa, oturduk! Sanırsın ki sabah akşam Boğaz’a ekmek banıp yiyoruz!
“Küçükarmutlu dersen olmaz, Etiler diyeceksin!” Kotunun ceplerine ellerini sıkıştırmış Şengül, Pir Sultan Abdal Derneği’nden çıkarken Küçükarmutlu’da yaşayıp da iş bulabilmenin numaralarını anlatıyor. Ardından, iş bulsan da fazla dayanamayacağını:
“…Pastanesi’nde çalışırken her gün yeni kıyafet ve makyaj istiyorlar. Nasıl yetiştireyim? Ayrılmak zorunda kaldım o yüzden. Bir de senin maaşından fazla paraya gelip insanlar bir tane pasta alıyorlar. Öfkelenmez misin?”
Dükkânların sahibiymiş gibi duran, çok makyajlı, çok havalı tezgâhtarlar da öfkeleniyorlar mı acaba? Hepsi mi?
“Öfkelenirler tabii” diyor Şengül, “ama insan daha çok parmakla gösterilmeye öfkeleniyor.”
Nasıl?
“Yazın çalışıyordum Güneyde. Bir kolejli kızın annesi gösteriyor beni kızına, ‘Bak nasıl okuyor, hem de Küçükarmutlu’dan’ diyor. Elif Şafak okuyordum. O sınıfa ait bir kitap ya, benim okumamı ilginç buluyorlar. İlgileniyorlar filan kendilerince. Saçma sapan bir hayret hali. Bu yüzden işte Küçükarmutlu demezler, Etiler ya da Sarıyer’dir buranın adı şehrin geri kalanına çıkınca.”
Konuşurken varıyoruz dernek başkanının evine. Sinir içinde kahvaltı hazırlıyor Muammer Bey’in eşi Güldalı. Çünkü…
“Güya ölüm oruçlarına zorla yatırılmış insanlar, yok kahraman olmak istiyorlarmış filan. Gelsinler de burada yazsınlar o yazıları. Öyle olmuyor o işler. Burayı hep yalan yanlış yazıyorlar.”
Şengül tamamlıyor cümleyi:
“Aptal mıyız biz? Buradaki insanlar zorla ölüme yatacak kadar aptal mı?”
Halk mahkemesi
Gazetecilere, “polisin bile giremediği” diye başlayan ve nihayet gaz bombalarının patlamasına yol açan manşetlere, sonra Küçükarmutlu’nun Etiler’e yakınlığından yola çıkılarak yapılan “Küçükarmutlu Soho gibi” diye başlayan, burnunun dibindeki mahalleleri New York üzerinden geçerek anlatan haberlere, gazetecilere, buraya gelmeden burası üzerine pervasız konuşanlara… Bütün birikmiş azarlar benim üzerimden geçiyor elbette. Ama sonra Güldalı yeni pişmiş yaprak sarması veriyor, ekşili. Öyle bir kızgınlık onunkisi, pek şefkatli. Muammer Bey ise nereden baksan gazeteci olduğum için hep temkinli. “Buraya yaşamaya gelenler arasında bir seçim yapılıyor mu?” diye sorunca, “Ben biliyorum senin neyi sorduğunu” diyor. Sonra anlatıyor:
“Tabii buradaki dokuyu bozmayacak insanlar olmalı. Dokuyu bozacak adamı niye alalım aramıza!”
Sonra güvenliğin giderek azaldığından söz ediyorlar, hırsızlığın çoğaldığından ve bu meselenin polisin pek ilgisini çekmediğinden. Kurdukları “halk mahkemesinden”…
“Suç üstü yapılınca ortaya çıkardık hırsızı. Zaten kendisi de tek tek girdiği evleri itiraf etti. İfşa ettik herkesin ortasında.”
Yine de sor, anlatırlar
“Ceza” neydi peki? Muammer Bey bu haberin kötü niyetli bir kalem tarafından nasıl yazılabileceğini (Küçükarmutlu’da halk ordusu! Varoşta infaz mangaları! vesaire) çok iyi bildiğinden söylemek istemiyor önce. Sonra:
“Gönderdik işte mahalleden. Bir süreliğine tabii.”
Kendilerini ve hayatlarını korumak zorunda kalan insanlar, şimdi de her şeyi az az anlatarak kendilerini aslında en azılı düşman olan “medyadan” koruyorlar haklı olarak. Ve fakat insan bir süre sonra yoruluyor azar işitmekten. Yoldan geçen, Arife teyzeye anlatıyorum derdimi, “Yahu teyze bitirdiler bizi sabahtan beri” diyorum. Sanki tanışıyormuşuz gibi nicedir, hiç şaşırmadan cevap veriyor:
“Zındık kapıyoladı kızım. Üzülme sen. Yıkılacak diyola ya buralaa, ondan. Emme düşün sen şimdi, biz olmayınca devlet mi vaa? Burdaki adam düşünüyo, ‘Biz de bu devletin adamı deel miyiz?’ diyo içten içe. Hep zengin köpeeğen gözü va buraladaa. Yıkılınca onların olaca ya…”
Sonra anlatıyor, “külüstürü” varmış, “çok yüksek”. “Herif” mideden yedi ameliyat olmuş, iki çocuğun “gözüne bakıyormuş”. Yine de benim derdime yanıyor, “Sen yine de sor, anlatırlar” diyor. Gülüyoruz buna, niye bilmiyorum, çok gülüyoruz.
Şengül kapıları camları çalıyor, evinin içinde dolaşır gibi dolaştığı mahallede. Benimle konuşacak insan arıyor. Arada bir ölüm orucunun yapıldığı evleri gösteriyor, her evde kimlerin öldüğünü, nasıl öldüğünü anlatıyor, sonra ba
şka komik şeyler geliyor aklına onları da anlatıyor. Nihayet Zehra Hanım pencereyi açıyor. Öylesine soruyorum buranın eskisi Zehra’ya, “Eskiden mi iyiydi burası şimdi mi?” diye:
Yıkıma karşı direniş
“Eskiden daha iyiydi tabii” deyip gülmeye başlıyor “O zaman bizim sözümüz geçerliydi.”
Sonra mahallenin tepesine bir karakol kuruluyor, bir panzer durmadan bir işgal ülkesinde yürür gibi gürültüyle sokaklardan geçiyor, her gün. Eskiden çamurlu yollarda ayakkabılarını naylon poşetlerde otobüs duraklarına taşıyanlar şimdi asfaltıyla birlikte gelen devletin hep gaz bombalı yüzünü görüyor. Ve yıkımlara karşı yapılan basın açıklamalarına “Çatışma çıkacak bugün” deyince gelen “medyaya” öfke biriktiriyorlar. 1988’de buraya gelen İbrahim Kılıç, ben yokuşta düşünce toparlayıp beni yerden hızla ve acilen oğlunun Boğaziçi Üniversitesi’nde fizikçi olduğunu, oğlunun “bilim adamı” olduğunu, oğlunun İngilizce makalesi olduğunu, oğlunun İngilizce kitap yazdığını, oğlunun… Anlatıyor. Sonra:
“Acarkent’i yıksınlar burayı yıkacaklarına. Yapabiliyorlarsa…”
Sonra ağaçlarına geliyor sıra:
“Kayısı, ceviz, hurma, dut, fındık… Yalnız nar noksan.”
Bunu tekrar ediyor durmadan:
“Bu güz dikeceğim nar.”
Nar ve oğlunun makaleleri hayattan alınmış bir söz gibi duruyor. Nar dikilecekti hani, hani oğlanlar okuyunca her şey daha iyi olacaktı, evler yıkılmayacaktı. Sonra halk ekmek kuyruğuna doğru, uzun en uzun yoldan gidiliyor, yavaş ve çok yavaş.
Krep: ‘Kibar cılkta’
Yüzünü ekşitiyor kapıdaki nar gülüşlü kadın, “İstemem” diyor. “Dert dinleyen çok, derman bulan yok” diyor, “Bir gazeteci daha istemem.”
“Yahu” diyorum “Sabahtan beri çekilmeyen fırça kalmadı. Bari bir çay ver, üşüdük.”
“Çay yok” diyor, “Yapayım istersen.” Sonra bir gecekondu kapısının önünde şöyle soruyor bana:
“Krep yer misin?”
“Efendim?”
Öyle bir efendim diyorum ki anlıyor bu kapıda böyle bir sorunun tuhaflığını. “Bizim köyde akıtma derler” ona diyorum, daha da gülüyor:
“Bakma sen biz de ‘cılkta’ deriz de kibar olsun dedik, fena mı ettik?”
Böylece gülerek tek göz odada, piknik tüpü üzerinde yapılan “kibar cılkta” için giriyoruz eve. Soba yanıyor, ben yatağın üzerine oturuyorum ve Kiraz ile Yeter’in hikâyesi başlıyor böylece.
Tüpün ağzı bozulur, “Patlarsa bak ‘Küçükarmutlu’da basına hain saldırı!’ diye manşet atarlar” derim, güleriz, yan komşudan elektrikli sac gelir, sacın üzerinde krep “kollu bacaklı” olur, Yurttaş “Uzay krebi oldu. Krep yaratığı!” der ona da gülünür, pişen krepleri yiyip yorum yaparız, sobada çay tıkırdarken Kiraz’ın üç çocuğuyla oturduğu, altı kez yıkım görmüş, yedincisini beklediği için doğru dürüst yapılmamış, şizofren eski kocasının onu birkaç kez öldürmeye kalktığı, ayda 400 milyon giren ve bütün çocukları üstün başarılı olduğu evin damı ne zaman akar onu konuşuruz. Şöyle anlatır Kiraz:
Eşek olduktan sonra…
“Zengin evlerine temizliğe gidiyoruz. Zenginlerden nefret ediyorum. Ne korkucam? Boş ver işsiz kalmam, yaz sen. Ben eşek olduktan sonra semer vuranı bulurum, merak etme. Beş odalı ev temizliyorsun, çok affedersin dışarıdaki köpeğin durumu bizden daha iyi. Kendime diyorum ki bazen, ‘Çalış’ diyorum, ‘Bitince de bunlara bir sopa at da öyle dön eve’. Niye diyeceksin? Çocuk okuldan gelecek diye erken bitireyim diyorum ‘Ay daha saat üç!’. Geç yapsan ‘Ay bitiremedin’. On senedir ortasını bulamadım. Bazen diyorum ki, ‘Bize derman onlara dert versin’, anlasınlar bizi biraz. ‘Tatile gidiyoruz gelme’ diyorlar. Düşünmüyor, o dört ay ne yiyeceksin. Bazen iş geç bitince eve bırakırlar. Küçükarmutlu’ya girerken hep aynı laf:
‘Köyden gelip oturmuşsunuz buralara!’
Haa, oturduk! Sabah akşam Boğaz’a ekmek banıp yiyoruz! O değil de çocuklar utanıyorlar temizliğe gidiyorum diye. Ben de diyorum ki ‘Çalışmazsanız Etiler’de bez çok, bir tane de sizin elinize verirler.’ Zor anlayacağın.”
Şengül’le çıkıyoruz Kiraz’ın evinden. Aklıma çok eskiden bir yöneticinin, yoksul mahallelerine bakıp “Baksana evlerini bile boyamıyorlar” demesi geliyor. Bunu anlatıyorum Şengül’e. Gülüyor:
“Lütfedip parasını verirse boyarız” diyor. Gülüp ekliyor:
“Bir o kalmıştı, fıstiki yeşil boyarız!”.
Öteki şehrin insanları – 3
Devrimci Çingenelerin Sonuncusu
‘Küçük’ Gültepe direnişi!
Çingeneler, yeni yapılan apartmanlardan toplanan imzalarla gönderilmek istenseler de çöpten evlerini bırakmak istemiyorlar. Sona kalan sekiz ev ve çadırla kapatılmış iki araba (!) kanlarının son damlasına direnmeye karar veriyor
“Din dersi alıyorum Şadi’den. O beni hacı yapacak, ben de onu devrimci.” Solcu Çeribaşı Cemil Bey son yıkımdan kalan 8 teneke evin ve önceki gece toplanmış kâğıt, plastik yığınının arasından geçip “Tıh tıh! Kim o?” yazan evin kapısından girer girmez böyle söylüyor, çember sakallı Şadi Bey’i göstererek gözüyle. Şadi Bey, sitayişle elimi sıkıp yazılarımı okuduğunu söyleyen cüppeli, çok düzgün bir Türkçe konuşan, Gaziosman Paşa Mahallesi’nin muhafazakâr Müslüman çingenelerinden! Beraber geçiyoruz sokağın karşısındaki duvarda kırmızı sprey boyayla, Çingeneliğin neşeli efkârıyla yazılmış o sloganın önünden:
“Karaoğlan Romanlar seni unutmayacak!”
Şadi Bey o sırada bana Akit gazetesi aboneliğinden neden vazgeçtiğini anlatıyor:
“Bizim gibi yoksulları umursuyor gibi yapıyorlardı başlangıçta. Sonra anladım ki aslı yok.”
Belki de Cemil Bey, Şadi Efendi’yi hakikaten “devrimci” yapıyor, zira iki mahalle Çingeneleri arasında biz gittikten sonra yapılacak müzakereler sonucunda bir ortak direniş planı örgütleniyor.
Resmi adı Sarıgöl ve fakat asıl adı Şen Mahalle olan, 1500 ev bulunan bölgenin yapılacak spastik çocuklar merkezi yüzünden yıkılacağını anlatıyor Şadi Bey:
“Hap, hırsızlık, esrar var diyorlar. Her hırsızlık yapılan mahalleyi kaldırsalar Türkiye’de ev kalmaz.”
Hapın yeni merkezi
Ama yine de İstanbul’daki bütün taksi şoförlerinin “hapın-esrarın yeni merkezi” olarak gösterdikleri yerin Şen Mahalle olduğunu biliyor Şadi Bey ve fakat bunun üzerine insani bir matematik hesap yapıyor:
“Diyelim ki bazıları yapıyor. Ev başı beş kişi yaşıyor desen, 5000 insanı sen nasıl… Hem siz daha iyi bilirsiniz, cezanın kişiselliği ilkesi vardır.”
Böyle tuhaf, neredeyse entelektüel bir muhabbet arasında işte, bahçesinde köpükten yapılmış “yılbaşı kaktüsü” duran çeribaşı Cemil Bey’in evinde, sobanın üzerinde gevşeye gevşeye kaynıyor patatesler. Hızlı bir haberleşmeyle kadınlı erkekli, dertli ve fakat aynı anda pek neşeli bir topluluk oluşuyor evin içinde. Duvarda büyük boy, camlı çerçeveli halde Yılmaz Güney, yanında yaldızlı Arapça harflerle bir ayet.
Ortada dolandırılan bir yeni bebek ve hikâyeyi bilmezseniz asla takip edemeyeceğiniz bir toplu sohbet. Bilhassa kadınların giderek seslerinin yükseldiği “aşırı demokratik” ortamda konuşulanları, sahada aynı anda on beş topla oynanan bir maç izliyor gibi dinliyor insan:
‘Kovuş değil o fuhuş, fuhuş!’
“Polisin ağzının ortasına bir vurmuşum. Diyor ki bana, ‘Bacım, hiç direnme! Tozerler gelecek cumbur diye kafana inecek evin.’ Yıktırmam kardeşim!”
“Adam diyor ki, ‘kovuş’ yapılıyormuş burada. Biz kâğıt toplayan insanlarız çok affedersin.”
“Kovuş değil o be! Fuhuş fuhuş!”
“Mehmet Bakkal da dedi, ‘Dürdane direnme artık’ dedi. Dedim ki gelsinler o zaman yakarım evi. Yaktım da
o gün zaten, de mi Cemil Abi?”
“Cevahirlere sattılar ya buraları, adamlar sabah işe giderken görmek istemiyor tabii bizi.”
“Belediye Başkanı, ‘Ucuz araziye gidin, gecekondu yapın’ diyor. Belediye Başkanı bir insana bunu der mi?”
“O bebek öldü ya o gün donarak, sonra böyle oldu bu iş.”
“Diyor ki AKP’li başkan, ‘Para sızdırmak için bebeği söylüyorlar’. Ben AİHM’ye dava açtım çok affedersin. Ben her zaman devrimci mücadelemi veriyorum. İsveç Konsolosluğu olsun, Bilgi Üniversitesi olsun, Avrupa Çingene Derneği olsun, hepsiyle irtibatımız var çok şükür.”
“Gelsin, basını da çağıralım, özür dilesin, ben geri çekeceğim o davayı.”
“Baştaki gibi direnseydik, işte o zaman böyle olmayacaktı.”
“Daha önceleri ne biçimdik ama, hep birlikte çıkınca sokağa… De mi Cemil Abi?”
Cep telefonuna kaydedilmiş bir canlı yayın görüntüsü ve inanılmaz karmaşık bir gürültü eşliğinde hikâye giderek berraklaşıyor. Çöpten evlerini Çingeneler, yeni yapılan apartmanlardan durmadan toplanan imzalarla gönderilmek istenseler de şehrin görünmeyecekleri bir bölgesine bırakmak istemiyorlar. Kentsel dönüşüm planının “kibar” tablosunda bu fazla renkli resme bir yer bulunamıyor. Sona kalan sekiz ev ve çadırla kapatılmış iki araba (!) kanlarının son damlasına direnmeye karar veriyor. Açık televizyonda bir müzik kanalında “Kıyamet Serisi” adlı bir CD setinin reklamları dönüyor: Kader ve Tevve, Cennet Hayatı, Ahir Zaman Alametleri…
Karar: Direneceğiz!
O sırada mahallede son altı aydır çalışmaya başlayan Halkevleri’nin sorumlusu Recep Çoban, araya girip tek tek “faşistlerin” ismini vererek lafı kesen çeribaşı Cemil Bey’e rağmen esas hikâyeyi anlatıyor:
“Menderes zamanında Romanlara verildi bu bölge. Özal tapu tahsislerini verdi. Dolayısıyla belediye doğrudan yıkım yapamaz. Yer göstermek zorunda. Oysa insanlar yerlerinden edilmek yerine oldukları yerde kente uydurulmalı. Mesela SHP zamanında bu evler yeniden yapılmıştı.”
Orta yaşlı Dürdane, örtüsünü şöyle bir devşirip yıkım karşıtı vaziyet alıp engellenemez bir biçimde giriyor lafa:
“İşte o zaman çok şahaneydi, de mi Cemil Abi? Süper ev yapmıştık kendimize.”
Burada “süperden” kastın sadece işin içine betonun dahil olmuş olduğu.
Hikâye devam ediyor:
“Sonra AKP’li belediye geçen yıl yıkım tebligatı yaptı. Karşıdaki arazi Cevahir Holding’e satıldı, iş kuleleri yapılacak. İlk direnişte belediyeye 80 kişi gidildi, belediye geri adım attı. Temaslar sürerken bir sabah altıda yıkım ekibi geldi, çevik kuvvetle beraber. Mahalleye barikat kuruldu, polis giremedi. Gaz bombalarıyla mahalleyi boşaltmaya çalıştılar. İnsanlar evlerini vermemek için yaktılar.”
Dürdane yine araya giriyor:
“O zaman bizim Süheyla’nın kızı delirdi işte. 11 yaşında şimdi, Bakırköy’de yatıyor. Ne ses duysa ‘Yıkımcılar geliyor’ diye saklanıyormuş masaların altına. Sıyırdı çocuk kafayı.”
‘Çingeneyiz diye çocuklarımız ölsün mü yani?’
Cemil Bey Dürdane’yi sakinleştirdikten sonra hikâyenin devamı şöyle:
“Bu kez tek tek ikna yoluna gitti belediye. Ufak tefek paralar verilerek buradaki çoğunluğu direnişten kopardı. Parayı alan ya harcadı ya da… Belediye Alibeyköy’de yapılan deprem konutlarını gösteriyor, ama bu insanlar kâğıt ve plastik toplayarak yaşıyorlar; apartman dairesinde yaşayamazlar. Kemerburgaz’da gösterilen çöplük bölgesinde hiç yaşayamazlar. Su, elektrik yok orada. Bu onları açlıktan ve oradaki çöplüğün yaydığı hastalıktan öldürmek anlamına gelir. Geriye kalanlar bu insanlar, 8-10 ev. 8-10 milyara ikna etmeye çalışıyorlar.”
İşte o zaman çeribaşı Cemil sinirleniyor, yaşadığı hikâyeyi dinledikçe giderek daha da fazla:
“Yeni kuşak bozdu burayı. Faşizm, eroincilik ağır bastı. Parayı alan gitti. Hepimiz yoksuluz bu mahallede, nereye gidiyorsun? Ama en çok şu bebek olayı… Bebek donarak ölmüş, başkan diyor ki para sızdırıyorlar. Biz en çok ona bozulduk işte.”
Dönüp dolaşıp laf, bir hafta önce bir sabah buz keserek ölmüş bebeğe geliyor. Neşe, öfke ve heyecanla konuşan yüzler saygıyla öne eğiliyor her seferinde; meşhur Roman neşesinden eser kalmıyor gözlerde:
“Çingeneyiz diye çocuklarımız mı ölsün yani?”
Sonra işte Cemil ile Şadi beyler olduğu halde çıkıyoruz dışarı ve elbette buz gibi soğukta işveli, şıpıdık, çamurlu kadın terlikleri. Ölen bebeğin annesini gösteriyorlar, en fazla 15 yaşında, yüzü acıdan zift. Bir kamyonun, bir leğenin, köpüklerin içinde elleri, hayatı yıkar gibi yıkıyor kamyonun içinden çıkan 18 kişinin içtiği çayın bardaklarını. Bacakları incecik, ihtiyar bir kadın çıkıyor en son. Gözlerinin etrafı akıl almaz siyah boyalı ve hepsinde yoksulluğun kara, eksik dişleri. Kâğıt toplayıcılarının başı Cemil Bey işte o sırada, son derece kıranta bir hareketle çıkarıyor iç cebinden kartvizitini, “Ziyaret edin” diyor, “Buyurun internet sitemizin adresi! Ayrıyetten radyomuzu da dinleyebilirsiniz.”
www.cingeneyiz.com.tr
Ziyaret edin ve görün nasıl büyük bir nezaketle karşılıyorlar aslında şehrin dışına kovulmayı. Nasıl sessizce seviyorlar silinen bir direnişi yeniden ayaklandıran donarak ölmüş bir bebeği…ü
Öteki şehrin insanları – 4
Ekmeğin bittiği yerden Taksim denen ‘tarla’ya
Hiç ekmeksiz İstanbul’a gelenlerden Gülbahar… Taksim adlı “tarlaya” çalışmaya gönderdiği çocuklarını toplamaya gittiği ilk günü hep aynı şekilde hatırlayacak: Kırmançların çocukları su satıyordu, polis onları topluyordu. Herkes birbirine sarılıyordu
Tuhaftır, sonraki günleri hatırlamıyor hiçbiri. Ama o ilk günü, ilk dinleyene anlamsız, hayatlarını öğrendikçe çok anlamlı gelen ayrıntılarla ve mıh gibi akıllarında tutuyor hepsi. Berivan’ın hatırladığı ise ne yakılan köyleri, ne mendil sattığı zamanlardan ezberlediği İstiklal Caddesi ne polisin onu yakalayıp götürdüğü Çocuk Merkezi’nde yaptığı tek kişilik yemek yememe direnişi. 13 yaşında o, şimdi en çok ve hâlâ Dereca köyünden 5. sınıf karnesini almaya bir hafta kala ayrıldıklarını hatırlıyor. Annesi Gülbahar, Türkçeyi hiç öğrenemediği için Kürtçe söylüyor bu apar topar gelişi:
“Günlerdir açtık. Ekmek bitmişti.”
Hiç ekmeksiz İstanbul’a gelenler şimdi İstiklal Caddesi’nin kıyısında, belediyenin içkili hayatla kaldırım taşlarını söküp yeniden takarak giriştiği savaşın kenarında, içinde sadece soba üzerinde kuruyan beyaz külotlu çorapların ve Coca Cola’nın verdiği bedava bardakların zengin durduğu 20 metrekarelik bir evde, 8 kişi yaşıyorlar. Berivan, biraz büyüdüğü için evden çıkması yasak. Okula gidemez çünkü yanları hep ağrıyan annesine bakacak. Kuran’ını okuyacak her gün, her gün o bulaşıkları yıkayıp, o yastıkları indirip kaldıracak. Komşular bilinmediği için gitmesi yasak. “Kedi”nin bütün gün uyumasını izleyip iki yıl önce gelen bebeğe bakacak. Abisi Cüneyt iki yıl önce haftalığı 30 milyona başladığı tekstilde beş aydan sonra bu hafta bir iş çıkmasını bekleyecek ve “son ütücü” olmasına hep gülecek:
“O program var ya hani abla!”
Fakir çocuğunu polis ne yapsın?
Babalarının Taksim’de başkasının simit tezgâhında “işçi” olarak aldığı gündelik 25 milyondan her gün 10 milyonunun yemeğe gitmesi “maalesef şeker hastalığına” bağlanacak. Ve benden sadece iki yaş büyük olduğuna mümkün değil inanılmaz Gülbahar, Taksim adlı “tarlaya” çalışmaya gönderdiği çocuklarını toplamaya gittiği o ilk günü hep aynı şekilde hatırlayacak:
“Kırmançların çocukları su satıyordu
, polis onları topluyordu. Herkes birbirine sarılıp öpüyordu.”
Her ikisine de aynı şekilde gülüyor Gülbahar, “Fakirin çocuğunu polis ne yapsın?” diyor niye güldüğü sorulunca. İstanbul’daki 5 bin sokakta çalışan çocuğun 70 bin kez giriş yaptığı Ayvansaray Sosyal Hizmetler Merkezi’ne, “iyi koştuğu için sadece 8 kez” alınmış olan Berivan şimdi hiç dışarı çıkamadığı için o merkezde oynadığı basketi bile iyi hatırlıyor. Gazetecileri hiç sevmiyor ve bu yüzden ikide birde aynı şeyi söylüyor:
“Beni yazma abla”.
Onu yazmıyorum ben de, köydekilerden bile erken evlendirileceğini, hiç dışarı çıkamadığı için bozulan psikolojisini, okula başlayan arkadaşlarının adlarını sayarken nasıl gözlerinin dolduğunu, 13 yaşında berdelle evlendirilen annesinin ellerine benzeyen ellerini, annesinin ondan söz edilince sertleşen yüzünü, “Çıkamaz” deyişini… Onun yerine başka bir şey yazacağım. Belki de gazetecelik yaptığım bütün zamanlar boyunca en çaresiz hissettiğim anı yazacağım. Gülbahar Hanım’ın, eve girdiğimde tokalaşmak için uzattığım elimi alıp… Öpüp… Alnına… Koyayazdığını… Yazacağım. Çünkü “beyazım” ben. Çünkü lütfedip gelmişim. Çünkü şaşkınlıktan mütevellit bir tereddüt anında benden iki yaş büyük, çocuklu bir kadının bütün bu işaretleri bir “üstünlük” gibi okuyuverdiğini, boş bulunup böyle bir şey yapayazdığını, bu tereddütün bütün bu ülkenin trajedisini bir anda, karna giren bir bıçak gibi anlattığını…
Yazacağım. Tıpkı kocaman adamların zengin genç erkeklere “abi” demesi gibi, teyzelerin havalı genç kadınlara “abla” demesi gibi ve hepsinden daha fena yakıcı olan bu tereddüdü yazacağım.
Zincirin son halkası
Tarlabaşı Toplum Merkezi’nde yıllardır çalışmış olan Sosyal Hizmetler Uzmanı Abdullah Karatay, “Zincirin son halkasını tamir etmeye çalışıyoruz” diyor evden çıkıp Cüneyt bizi Yunus’un evine götürürken. “Sokakta çalışan çocuklar, çocuk suçluluğu… Hatta giderek mistik bir mesele haline getiriliyor bu. Oysa mikro direnme alanı olarak aile içe doğru gelen baskıyla önce babayı kaybediyor. Babalar işsiz kalınca görüntüyü kurtarmak için bütün gün sokaklarda dolaşıyor, iktidarı sarsıldığı için şiddete başlıyor.
Yoksullukla mücadeleyi çocukları okullaştırarak yapmaya çalışıyorlar. Okullar yetimhane gibi. Bütün bu insanlar, bu çocuklar sadece ayakta kalmak için yapıyorlar ne yapıyorlarsa.”
Sonra Cüneyt’e dönüp “Fırat Delibaş’ı anlatsana” diyor. Cüneyt, müstehzi bilmediğini, tanımadığını söylüyor. Karatay, “Hepsi bilirler. Çocukları suça teşvik eden adam olarak nefret edildi ondan ama Tarlabaşı’ndakiler için Robin Hood gibi bir şeydi. Buranın kahramanıydı, şimdi hapishanede.”
“Yoksulluk bir konfederasyondur aslında” diyor Karatay, “Herkesin birbirinden nefret ettiği ama birlikte yaşamak zorunda olduğu bir ülkedir Tarlabaşı. Kürtler, Çingeneler, Iraklı Keldaniler, Afrikalılar…”
Yol üstündeki Kürt bakkala soruyoruz bu sırada Afrikalılarla hangi dilde konuşuyorsunuz diye:
“Kürtçe!”
Nasıl yani?
“Vallahi öyle işte. Hatta içlerinden biri tutturdu ben Urfalıyım diye.”
Tarlabaşı’nı köyümden çok tanıyorum artık!
Herkesin yoksulluğun sert diliyle konuştuğu sokaklardan birinde Yunus, Dolce Gabbana montuyla karşılıyor bizi. Önce biraz Kürtçe selamlaşma, sonra buyrun içeriye…
“Behçet hastalığı varmış onda. Stretsten tabii, ikizler, küçücük oda, ilaçları da pahalı… Bilmiyoruz artık.”
Yeni evliler aslında, duvarda yapma çiçeklerin önünde çekilmiş fotoğrafları ama hanımın niye elimi doğru dürüst sıkamadığını açıklamak için anlatılıyor hastalığı. Çocukların adları Özgür ve Barış. Onlar okuyacak belki. Çünkü Yunus:
“11 yaşında geldim İstanbul’a. O kadar küçüğüm ki otobüste para almadılar. Türkçemiz de yok. Bekâr evine geldim. Abim 13 yaşında, o çalışıyordu çağırttı beni. Babamız da nasıl göndermiş bizi o yaşta. Dargeçit’teyiz, köy yakılmış. Köy koruculuğunu reddetmiş, o sebeple. Ya çapaya gidecektik ya İstanbul’a. Ertesi gün atölyeye koydular beni. 1991’di, haftalık 4 YTL alıyordum. Şaşırmışım, insanların şekli şemali değişik.
Bir de kapalı yer, bütün gün çıkamıyorsun. Alışıyorsun tabii. Şimdi Tarlabaşı’nı köyümden daha çok tanıyorum. 28 yaşındayım, hep çalıştım. Gerçi böyle otuz sene çalışsam ne olacak.”
Babasına kızgın mı peki?
“Kızsam… Yani belki güzellik görseydik kızardık da… Böyle olunca… Kızamam da yani.”
Ama Çingenelere ve Afrikalılara kızıyor. Onlardan şikâyet ettikçe giderek daha da yerlisi oluyor Tarlabaşı’nın. Bir de küçük kardeşi Ahmet’e kızıyor. Yemin ediyor bilmediğine Ahmet’in nasıl mendilciliğe başladığını.
Ahmet, tek tek cezaevine düşen ve okumaya devam eden arkadaşlarının ismini sayıyor, çok eski macera günlerini hatırlayarak, gülerek yer yer. O da şimdi abisi Yunus gibi tekstilde. Ama arada bir internete gidiyor.
Yakılan köylerini hiç hatırlamamasına rağmen Ahmet, “Çok güzeldi köy” diyor. Ve internette Hailife adlı oyunu oynuyor. Türk polisi oluyor, tuhaftır, “bölücü teröristleri” vuruyor.
İstiklal Caddesi’nde aralarında Kırmanci konuşan iki küçük mendilci çocuk “Abi Muhammed adı için” diye mendil uzatıyor birine. Şakasına “Muhammed kim?” diyor genç adam. Çocuk “Büyüktür” diye cevap veriyor ve şöyle bir konuşma geçiyor aralarında:
“Nasıl büyük yani?”
“Kamyon kadar.”
“Ne yapmış da büyük olmuş?”
“Bizi düşmandan kurtarmış.”
“Düşmanlar kim?”
“Türkler!”
“Nerelisin sen?”
“Diyarbakır.”
Öteki şehrin insanları – 5
Gaz bombasıyla oynayan çocuklar!
Gazililere göre 1995, Gazi’nin Susurluk’u oldu. Mahalleli içine kapatılarak ‘eritilirken’, dışarıdan da içeri doğru ‘teyakkuz’ sürüyor. “Gazili” olan kimse İstanbul’da işe alınmıyor. 4 yaşındaki Sıla, bebeğini yere yatırıp burnuna elini dayıyor: “Bak, gaz bombası sıkıyorum anne!” Başka bir hukuk var burada! Burası İstanbul’un ‘Gazzi Şeridi’
“Yoksulluk dediğin akıl yoksulluğu. Çocuğunu okutacaksın, hamallık yapıp çocuğunu okutacaksın. O zaman kurtulursun yoksulluktan. Duvarlara yazı yazmakla olmaz bu işler. Çocuklar okuyacak ki yoksulluk bitecek.”
Gazi Mahallesi Pir Sultan Abdal Derneği Mütevelli Heyeti üyesi Şükrü Erdoğan, hâlâ eski değerlere inanıyor. Oysa dernek binasında ağır ağır biriken otuzlu yaşlarındaki erkekler artık “Gazili” olan kimsenin “İstanbul’da” işe alınmadığını anlatıyor:
“1995, Gazi’nin Susurluk’u oldu. O günden itibaren hızla işten çıkarmalar başladı.”
Mahalleli içine kapatılarak “eritilirken” dışarıdan da içeri doğru “teyakkuz” sürüyor Gazililere göre. ABD’li dev yatırım bankası Morgan Stanley’in büyük ortağı olduğu Turkmall, Gazi’nin eteklerinde büyük bir arazi alıyor. Dünyadaki bütün “duvarların” kimin için kalktığı Gazi’den daha iyi görünüyor. Üstelik gazeteler bunu tam tersinden anlatıyor:
“Polisin bile girmekte zorluk çektiği…”
Özel Halk Polikliniği’nde 13 yıldır çalışan Mustafa Ağır ise bambaşka bir şey söylüyor:
“Ne ‘zorluğu’? Polis her gün burada. Her an akreplerin o tuhaf kornaları, gece gündüz. Yani ajite olmanız için siyasi olmanıza gerek yok Gazi Mahallesi’nde.”
Oysa eskiden…
“Ben burayı rahat, huzurlu ve ilerici bir mahalle olduğu için seçmiştim. Hatta çok zengin bir adam vardı burada evi olan o da gitmiyordu bir yere. ‘İstanbul’da çalışıyorum, köyümde yaşıyorum. Neden gideyim?’ diyordu soranlara. Her e
vin altında tekstil atölyesi vardı. Ama 1995’ten sonra, mahallelinin işten çıkarılmasının yanı sıra o atölyelere bile iş verilmedi. Bu mahalle bilinçli olarak yoksullaştırıldı ve yozlaştırıldı.”
Bu ülkenin ‘zencileri’
Bunu mahallede kime sorsanız aynı cümleyle anlatıyor:
“Bakkal açmak için ruhsatı aylarca bekletip vermezler. Ama birahane, kahve, pavyon açmaya kalk, ertesi gün verirler izni.”
Uyuşturucunun nasıl mahalleye birkaç gün içinde sokulduğunu herkes biliyor. Bu ülkenin “zencileri” olduklarını anlatırken onlar, ABD’deki Kara Panterler hareketine gidiyor aklım, eroinin gettolara nasıl bir günde sokulup siyah direnişin nasıl kırıldığı… Dr. Ağır tam da böyle olduğunu anlatıyor:
“Uyuşturucu trafiği mahallenin altındaki parka alındı. Mahalleli direndi. Kameralarla çekimler yapıldı, uyuşturucu geri püskürtüldü. Bu sefer fuhşu soktular buraya. 20-25 ev vardı. Emniyet kayıtlarına göre 700 küsur kadın çalışıyordu ve 500’ü 18 yaşının altındaydı. Ona karşı da örgütlenme oluşuyor şimdi.”
Gençlerin fazla seçeneği olmadığını anlatıyor Dr. Ağır: Ya sekter sol gruplar ya da mafya. Ve bunların hiçbirinin çocukların seçimi olmadığını söylüyor. 1996’da, Gazi olaylarının hemen ardından çocuklar üzerinde yapılan psikiyatri araştırmasından söz ediyor:
“O araştırmanın sonuçları bu çocukların on yıl sonra böyle olacağını zaten söylüyordu. Bu çocukları Gazi’nin Susurluk’unu tezgâhlayanlar yetiştirdi.”
Bu seçeneksizlik içinde hâlâ “Çalışan kazanır” değerine tutunmaya çalışıyor genç insanlar. Gazi’nin muhtarlık ve Halk Eğitim ile birlikte düzenlediği dikiş, nakış, kuaförlük, okuma yazma, bilgisayar, İngilizce kurslarına gidenler, önce yoksulluğun sonra mahallenin kaderinden yırtmaya çalışanlar var. Ama…
“Büyük kızım ‘Anne’ dedi, ‘Söyledi Gazi’de oturduğumuzu’. Oturduğumuz yeri söylemiş diye, gelip bana kardeşini şikâyet ediyor.”
Taksim’e gitmeye ne gerek var?
Böyle başlıyor nakış kursundaki sohbet. İki Alevi kadın dışında hepsi türbanlı genç kızlardan oluşuyor kursiyerler. Ama buna dikkat çeken bir cümle söylediğimde öfkeyle geriliyor yüzler:
“Siz niye bu konuları merak ediyorsunuz?” diye dizginlenmiş bir kızgınlıkla soruyor Pınar. 18 yaşında ve imam hatiplilerin puanını düşürdükleri için normaline değil açığına gidiyor üniversitenin. Halkla İlişkiler okuyor ve mahalleden neredeyse hiç çıkmıyor. Önce az az örtmeye başladığı saçını artık inattan tam örtüyor. Bugünlerde Tolstoy okuyor: “Diriliş”. Kitabın ismini bana “esaslı bir cevap” olarak söylüyor.
16 yaşındaki Merve ise sözlüden saklanan öğrenci gibi ne zaman göz göze gelsek kızarıyor. Seda Sayan’dan bahsedilinceye kadar hiç konuşmuyor. Ama sıra hangi otobüslerin programa gidecek kadınları nereden topladığına gelince birden heyecanlanıyor, bir türlü gidemediğini, ama mutlaka gideceğini anlatıyor. Aralarında “sinemanın kapısını” tek gören Hatice giderek sinirleniyor “şehirden” gelenin yaptığı bu sorguya ve nihayet patlıyor “Aranızda Taksim’e giden var mı?” sorusuyla:
“Taksim’e gitmeye ne gerek var?!”
Doğru da söylüyor hani. Hatta niye kimse Taksim’dekileri durdurup “Gazi Mahallesi’ne gittiniz mi?” diye sormuyor?
Niye oralardaki hiç kimse bu kadınların şehre tek meşru çıkış nedenlerinin hastaneye gitmek olduğunu, hastaneye gittikleri günleri bile bir serüven tadında anlattıklarını bilmiyor?
Aplike, Maraş işi, astragan işi, kum işi arasında bırakıp onları, iğne ucuyla kumaşları kaza kaza kurtulmaya çalıştıkları hayatlarının içinde kahveye geçiyoruz kursun çay ocağında çalışan Zeynep’le. Zeynep 4 yaşındaki kızı Sıla’nın en son bebeğini yere yatırıp burnuna elini dayadığını anlatıyor:
‘Döve döve gönderdik’
“Çocuk diyor ki ‘Bak, gaz bombası sıkıyorum anne!’ Başka bir hukuk var burada.”
Kahveye girer girmez Temel Haklar Derneği’ne yapılan polis baskınının semt pazarı gününe denk geldiğini, yakındaki okuldaki çocukların da bombadan zehirlenerek bayıldıklarını, hastaneye kaldırıldığını anlatıyor insanlar:
“Gazetelerde haberini gördünüz mü? Göremezsiniz tabii. Çünkü bizim çocuklarımız Gazi’de yaşıyor!”
Masaya gençler gelmeye başlıyor. 19 yaşındaki, uzun saçlı Kemal, Temel Haklar’da çalışıyor. Halk Meclisi’nden anlıyor. Meclis, cemevleri, köy dernekleri, dernekler ve imamlardan oluşuyor. Seçim öncesi adaylarını belirledikleri gibi gündelik hayatı da düzenliyorlar. “Hatta karakol bazı sorunlarda insanları bize yönlendiriyor” diyor gururla. Ve sonra yozlaşmaya karşı mahallelinin tepkisini nasıl örgütlediklerini anlatıyor:
“En son pezevenkleri döve döve gönderdik buradan!”
“Bu siyaset işleri bayağı düzey düşürmüş” diyorum, gülerek. Kemal bozuluyor:
“Biz sizin kadar elitisit değiliz Ece Hanım!”
Nicedir içinde bekletir gibi göründüğü cümleyi böylece söylemiş oluyor sanki. “Dışarıdan gelen, büyük gazetenin köşe yazarı” profiline “burada işlerin bildiği gibi olmadığını” söylemiş oluyor böylece.
‘Gazzi Şeridi’nde futbolla tedavi
Kahvede herkesin gerilen yüzünü Türkiye’deki tek tedavi yöntemi olan futbolla tedavi etmek gerekiyor. Böylece geçiliyor mahalledeki iki spor kulübüne ve ezeli çekişmelerine. Gazispor’un 12 milyar vererek elektrik borcunu ödemek suretiyle elde ettiği saha gibi Zübeydehanım Spor da, barajın üzerindeki Sekizevler bölümünde “sonuna kadar hak ettikleri” alanı istiyor. Çünkü şimdi maç yapılan yerde top gidince iki saat gelmiyor. Şişli’deki yeni işinden ayrılan, son derece havalı 15 yaşındaki Murat masaya oturunca oralarla buraların farkını soruyorum ona:
“Orda belediye hep çalışıyor bir de otobüsler boş” diyor Murat, “Burada hep kapıdan düşer insanlar”. Sonra durup ekliyor:
“Bir de oradakiler hep eğitimli.”
İşte bu cümle, futbolla gevşeyen ipleri geriyor:
“Amma yaptın ha! Biz de eğitimliyiz herhalde!”
Akşam oluyor Gazi’de, akrepler dolaşmaya başlıyor kornalarıyla. Yokuşun dibinde otobüsün bıraktığı insanlar çamurun içinden evlerine tırmanıyorlar. Bu sırada Halk Polikliniği’nin yöneticisi, Gazispor’un antrenörü, eski Dev-Yolcu Hasan Demir de eşofmanın paçalarını ayakkabılarının içine sokuyor halı sahanın kenarında:
“Biz abilik yapamadık bu çocuklara bize abilik yapanlar gibi. Ama iki kişinin yan yana gezemediği zamanlardan geldik buralara. Şimdi futbol aracılığıyla insanî değerleri vermeye çalışıyoruz çocuklara.”
‘Başları dik çocuklar’
Eski günleri anlatıyor sonra:
“Biz lisedeyken kurtlar dolaşırdı bu dağlarda. Her sabah okula sloganlarla yürürdük: ‘Yol, su, elektrik!’ Her sabah jandarma dayağı yer öyle giderdik okula. Bu çocuklar da başka şeyler yaşıyorlar. Kendi savunma mekanizmalarını kuruyorlar. ‘Başımız dik gezmek istiyoruz’ diyenler var, bellerinde silah olanlar. Ama bunlara bulaşmayan, futbol oynayan çocuklar bile başka bir mahalleye deplasmana gittiğinde tribünler bağırıyor:
‘PKK’nın çocukları!’
Biz her sabah yediğimiz jandarma dayağıyla getirdik bu mahalleyi buralara. Şimdi emeklerimiz böyle böyle gidiyor işte.”
Sonra Gazispor’un neşeli futbolcularıyla, yağmur altında ve buz gibi havada konuşuyoruz kısaca.
“Varoş dizisi yapıyorum” diye anlatıyorum, “Ne geliyor aklınıza varoş deyince?”
Tek tek şöyle sözcükler çıkıyor:
Kırsal kesim, çamur, dışlanma, yoksulluk… İçlerinden biri “eğitimsizlik” deyince… Kızıyorlar topyekûn:
“Gazi’dekiler eğitimsiz olsa Marksistler çıkar mıydı buradan o’lum!”
Sonra biri diy
or ki:
“Kesintisiz mücadeledir varoş!”
Gazispor mutabık! İstanbul’un “Gazzi Şeridi”ne çöküyor karanlık…
Öteki şehrin insanları – 6