Ortadoğu krizinde çelişkili pozisyonlar ve karmaşık denklemler: İsrail’e karşı olmak, İsrail gibi olmak – Ergün İşeri İsrail’in önce Filistin’e, bir süre sonra da Lübnan’a yönelik şiddetli saldırıları Ortadoğu üzerinde projelerin yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Türkiye’nin iç politikası açısından da son derece çelişkili bir tartışmanın zeminini yarattı; İsrail’in saldırısına karşı olmak, İsrail gibi olmak! Kısaca […]
Ortadoğu krizinde çelişkili pozisyonlar ve karmaşık denklemler:
İsrail’e karşı olmak, İsrail gibi olmak – Ergün İşeri
İsrail’in önce Filistin’e, bir süre sonra da Lübnan’a yönelik şiddetli saldırıları Ortadoğu üzerinde projelerin yeniden gündeme gelmesine neden oldu.
Türkiye’nin iç politikası açısından da son derece çelişkili bir tartışmanın zeminini yarattı; İsrail’in saldırısına karşı olmak, İsrail gibi olmak!
Kısaca gelişmeleri özetleyelim ve olabildiğince meramımızı anlatmaya gayret edelim.
İsrail neden saldırdı, ne istiyor?
Saldırıların görünen gerekçesi Hamas’ın Filistin sınırında 1, Hizbullah’ın Lübnan sınırda 2 İsrail askerini kaçırmasıydı.
Elbette bu boyutta bir saldırı ile gerekçeler arasında bir bağ kurmak zor, zaten şu anki koşullarda bu gerekçelerin hiçbir anlamının olmadığı açıkça görülüyor.
Çünkü çok iyi biliniyor ki, hem Hamas hem de Hizbullah daha önceleri de İsrail’e yönelik saldırılarda bulunmuş veya çeşitli saldırıların sorumluluğunu üstlenmişti.
İsrail ve Filistin’de meydana gelen yönetim değişiklikleri karşılıklı kutuplaşmayı bir anda keskinleştirmişti. İki tarafta bir birlerine karşı sert bir söylem ve tavır içine girmişti. Yakın zamana kadar dillerde olan barış, yerini savaş ve yok etme iddialarına bırakmıştı. Filistin ve İsrail’in birbirinin varlığına tahammül esasına oturtulan bir dönem keskin bir bıçakla biçilmişti.
Lübnan’da kendine has bir düzen kuran ve yerleşen Hizbullah’tan sonra Hamas’ın da Filistin’de iktidara gelmesi, gerginliğin ve savaş söyleminin öne çıkması tek başına İsrail’in politikaları ve pozisyonuyla izah edilemez.
Ortadoğu politikası denilince ABD’nin etkisinden ve varlığından söz edilmemesi de zordur, hatta kaçılmazdır.
ABD açısından politika çok nettir; petrol yataklarının mutlak denetimi, ekonomisini işler kılmak için savaş ve lojistik sektörlerinin desteklenmesi ve siyasal egemenlik. Askeri, ekonomik ve siyasi yönlerden denetlenebilir ve ABD’nin egemenliğini kabul etmiş tüm yönetimler dost, diğerleri ise düşmandır.
Siyasete indirgeme son derece önemlidir. Tanım daraltmak hedeflerin netleşmesini ve yoğunlaşmayı sağlar. Dost ve düşman tanımları yapılır, tehditler saptanır; etkisizleştirme ve hatta yok etme yolları aranır.
Küresel egemen olma iddiasındaki ABD için dost ve düşman tanımları 11 Eylül sonrasında yeniden belirlenmiştir.
Temel düşman kalıbı; radikal İslamcı hareketler, daha geniş ve sivil versiyonu ise Arap ve Müslümanlar biçiminde oluşturulmuştur.
Taşlar artık bu kalıba göre dizilmektedir ve hedef bölge olarak Ortadoğu seçilmiştir. Bu doğrultuda ilk saldırı, 11 Eylül’ü sahiplenen El Kaide’ye ve üstlendiği Taliban yönetimindeki Afganistan’a yapılmış ve sonrasında Irak hedef tahtasına konulmuştur.
Ancak atılan bu adımlar ne ortaya koyduğu gerekçeleri meşru kılmış ne de sonuçlar başta kendisi olmak üzere geniş bir müttefik cephesini mutlu etmiştir.
ABD sıkıştığı Irak’ta nefes almak için yeni cephelere ve yeni destekçilere gereksinim duymaktadır. Aynı şekilde olası diğer düşman hedeflerini de tehdit ederek etkisiz kılmaya çalışmaktadır.
Bu nedenle İran, “nükleer silah üretimi” söylemi üzerinden zorlanmış ama saldırı için uygun zemin yaratılamamıştır. Nispeten daha zayıf bir hedef olan Suriye’nin sıkıştırılmasından ise istenen yarar elde edilememiştir.
Tüm bu süreçte Ortadoğu politikasında dengeleri zorlayan ve denetlenmesinde zorluk çekilen yeni gelişmeler yaşanmıştır. Hizbullah, Lübnan’da bir güç olduğunu kanıtlamış, seçimleri az farkla kaybetmiş, ama kabinede temsil edilme hakkını kazanmıştır. Öte yandan ise Filistin’de Hamas seçimlerde büyük başarı elde etmiş ve iktidarı almıştır.
Bunlar yalnızca İsrail için değil, ama Ortadoğu üzerinde egemenlik iddiasında bulunan ABD’yi de yakından ilgilendiren, bir adım ötesinde ise rahatsız eden gelişmelerdir. Yani hedefe alınması artık kaçınılmaz olan “düşman” grubundandır.
Lübnan, Ortadoğu’nun Akdeniz’e açılan önemli bir liman bölgesidir ve ABD çıkarları açısından son derece önemlidir. Bu nedenle, Lübnan’daki seçimlerde ABD ve Avrupa buraya yoğun bir baskı oluşturmuştur.
Lübnan’ın ABD’nin istediği nitelikte bir ülke olabilmesi için önce Suriye denetiminden çıkarılması, ikinci adımda ise Hizbullah’ın gücünün kırılması gerekmektedir. Böylece Lübnan Hıristiyan Arapların yönettiği ve en azından ABD’ye ters düşmeyen bir ülke durumuna getirilecektir.
Lübnan’daki Suriye varlığı başarılı bir operasyonla sona erdirilmiştir. Geriye İsrail’i Lübnan’dan püskürten ve ülkenin güneyini denetiminde tutan Hizbullah kalmıştır.
İşte bugün İsrail’in başlattığı ve ABD’nin her yönüyle desteklediği saldırının temel nedeni budur. Lübnan’daki Hizbullah varlığını askeri, siyasi ve ekonomik olarak silmek, Filistin’deki Hamas yönetimini çökertmek. Böylece İsrail açısından, yükselen Hamas-Hizbullah hattı baskı altına alınarak, Filistin direnişinin yeni gelişme ekseninin mümkünse dağıtılması veya en azında pasifize edilmesi hedeflenmektedir.
ABD açısından ise bunlara ek olarak Suriye ve İran’ın Ortadoğu’daki en yakın etki alanı “temizlenebilecek”; İran ve Suriye’yle gerilim tırmandırabilmek için etkili bir zemin olarak kullanılabilecek; İran ve Suriye’nin yalnızlaştırılabilmesi için canlı bir gerilim alanı olarak değerlendirilebilecektir.
Saldırıların hızla başlatılmasının ardında yatan nedenlerin bir kısmının bunlar olduğunu söylemek sanıyorum ki çok da yanlış olmayacaktır.
Kirli ve kuralsız bir savaş, kitle kıyımı yaşanıyor, dünya ise tepkisiz kalıyor!
İsrail ordusunun kara birliklerinin ilerlemesi sert bir Hizbullah direnişiyle karşılaşmaktadır. Saldırılarda kullanılan ağırlıklı yöntem; ülkenin Hizbullah’ın denetimdeki bölgelerinin hava, kara ve yer yer denizden bombardıman edilmesidir.
Bir bölge haritadan silinmekte, insandan arındırılmakta, yaşanamaz hale getirilmektedir. İsrail ordusu halkı bölgeyi boşaltmaya zorlamakta, sonra da konvoylara saldırmaktadır.
Bombalamalarda kimyasal silah kullanılmaktadır. Nazilerin Yahudilere uyguladığı yöntemlerden hiç de farklı olmayan biçimde Lübnanlı Araplar, binalarda, yollarda kimyasal silahlarla yakılmaktadır.
Kuralsızlık yalnızca İsrail tarafından değil, arkasındaki güç tarafından da uygulanan bir yöntemdir. ABD uluslararası kuralları hiçe sayarak, milyarlarca dolarlık bombayı, silahı İsrail’e göndermektedir.
Bu bir savaş değildir; bir soykırıma, insanlık suçuna dönüşmüştür. En temel savaş kuralları bile yok sayılmaktadır.
Saldırının ulaştığı çirkinlik ve pervasızlık artık diplomasi diline kadar yansımaktadır. İsrail ve ABD yürüttükleri politikanın önüne çıkan herkesi vurmaktan çekinmemektedir. Bunun açık kanıtı Birleşmiş Milletler görevlilerinin katledilmesi ve Birleşmiş Milletler Başkanı Kofi Annan’a yapılan hakaretlerdir.
En üst düzeydeki diplomasiden sokaklara varıncaya kadar her alanda bu saldırılar karşındaki tepkilere baktığımızda geçmişe oranla ciddi bir farklılaşmanın olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Geçmişte İsrail’in bu türden saldırıları hemen hemen tüm dünyada yaygın ve kitlesel gösterilere neden olurdu. Hem İsrail’e hem de ABD’nin bölge üzerindeki emperyalist politikalarına karşı şiddetli bir tepki oluşurdu.
Şimdi bakıyoruz, tepkiler z
ayıf, daha ilginci artık İsrail’i destekleyen gösterilere kalabalıklar katılıyor.
Bu tepkisizlik yalnızca Batı dünyasında değil, yaygın olarak dünyanın her yerinde gözleniyor.
“Batılı” aydınların çoğunluğu, açık ya da örtük bir biçimde İsrail’in Hizbullah’a karşı bir şey yapmak zorunda olduğunu ileri sürmekte, böylece İsrail saldırısını örtük bir biçimde mazur görmektedirler.
Kısa bir süre sonra destekleyenlerin de çıkmasına hazırlıklı olmak gerekiyor.
“Batı” dünyası, Hamas ve Hizbullah’ı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nden ayırt etmekte, bunların “terör örgütü” oldukları vurgusunu sürekli yapmaktadır.
Bunun nedeni yazımızın başında vurguladığımız, ABD’nin çizdiği baş düşman şablonu üzerinde AB ile oluşturduğu mutabakattır.
Arap ülkeleri de tepkisiz, çünkü onlar da Hamas ve Hizbullah’ın temsil ettiği değerlere, kurmaya çalıştığı düzene karşı veya ABD’ye karşı çıkmaya hevesli değil. Bu örgütler, varlıklarını emperyalizmle bütünleşmeye borçlu tüm bölge yönetimleri için de bir tehdit. Son noktada İslam Kalkınma Örgütü’nün olağanüstü toplanması ve yayınladığı bildiri de bu durumu değiştirmemektedir.
Türkiye’de ise halk bir çelişki içinde, bir yandan İsrail’in saldırılarına öfkeli ve bunu göstermek istiyor. Ama öte yandan medyanın da teşvikiyle ordunun İsrail gibi davranmasını istiyor.
En ilginç nokta ise milliyetçilerin pozisyonudur. Gerek Türk milliyetçileri gerekse Kürt milliyetçileri ne yapacakları konusunda şaşkındır. Türk milliyetçileri, ABD’nin Kürt politikası nedeniyle ABD emperyalizmini keşfetmiş ve güçlerini bu yöne sevk ederek, solda görünen milliyetçilerle buluşmuşlardı. ABD emperyalizmine “karşı çıkma” nedenleri, “ABD’nin Kürtleri desteklediği” yargısıdır. Bunlar gerçekte ABD emperyalizmine değil, Kürtlere karşıdırlar. Bugün “ABD emperyalizmine” yönelttikleri sert eleştirilerin arkasındaki neden, “ABD’nin yanlış tercih yaptığı” inancıdır. ABD, Kürtlerden desteğini çektiğinde, yine dost ve müttefik olarak kabul edilecektir.
Kürt milliyetçileri de ABD’nin Ortadoğu politikaları nedeniyle ABD emperyalizmine karşı çıkarlarken, Kürt devleti projesi nedeniyle ABD’yi başlıca koruyucu güç olarak görmeye başlamışlardır.
Her iki taraf açısından durum “yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal” haline gelmiştir.
Sol açısından da durum yine bu mihverdedir; İsrail’in saldırılarını destekleyen ABD’ye karşı çıkmakta, ama mevcut denge Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini önlediği için bütün bu saldırganlık karşısında canını dişine takarak muhalefet etmeye yönelme gereksinimi duymamaktadır.
CHP ise, İsrail saldırısının karşısında ya da yanında aktif bir rol üslenmeyi “milli çıkarlara aykırı” bulmaktadır. CHP, böyle bir tutum alışın eninde sonunda Türkiye’yi ABD’nin Ortadoğu politikasına tam olarak angaje olmaya iteceği; bunun da “milli birliği” zedeleyen sonuçlar yaratacağı kanısındadır. Buradan hareketle CHP, “Lübnan’ı, Filistin’i bırak, Diyarbakır’a bak” politikası izlemekte ve Terörle Mücadele Yasası çığırtkanlığından sonra Olağanüstü Hal bayraktarlığı yapmaktadır. CHP, elinden geldiği kadarıyla, İsrail’in Lübnan-Filistin saldırısını görmezlikten gelmeyi tercih etmekte, AKP hükümetinin “açığını kollamanın” ötesine gitmemektedir.
AKP hükümeti için durum biraz daha karmaşıktır. AKP hükümeti, iç siyasetteki temel açmazından hareketle, TSK’nın Ortadoğu’daki çatışmaya “kısmen” girmesini istemektedir. Ortada ne ateşkes, ne “uluslararası güç” talebi yokken Erdoğan’ın “Türkiye BM Barış Gücü’nde görev alabilir” şeklindeki erken açıklamasının ve “İsrail’in Hizbullah’a karşı operasyon yapma hakkı, Türkiye’nin de PKK’ye karşı operasyon yapma hakkını doğurur” biçimindeki iddialarının bir nedeni de bu olmalıdır.
Bu tutumlar, AKP’yi hem Türkiye ile İsrail’i aynı kefeye koyma gafına sürükledi, hem de Türkiye’yi ABD’nin siyasi İslam karşıtı siyasetinin bir parçası haline getirmenin zeminini tanımladı. Ancak, Lübnan-Hizbullah direnişinin kolayca kırılamayacağı birkaç gün içinde görülünce, hükümet lafı çevirmek zorunda kalmıştır. Bu kez de İsrail, AKP hükümetinin zafiyetini yakalamış ve Türkiye’yi “Hizbullahı silahsızlandırma” görevine angaje etmek üzere baskı yapmaya başlamıştır. Bu baskının bir yansıması da son günlerde büyük sermaye ve iktidara bağlı gazetelerde İsrail’in uyguladığı vahşetin eleştirisine, “Hizbullah’ın sivil yerleşim birimlerine uzun menzilli füzelerle saldırması ve bu füzelerin rampalarını, hastaneler ve apartmanlara yerleştirmesi” peşinen kınandıktan sonra geçilmektedir.
Ortadoğu krizinin İsrail tarafı, Türkiye tarafı; sınırları yeniden çizmek!
Tüm bunlar Ortadoğu krizinin bir yönüdür, diğer yönü ise bölgenin Kuzey parçasıdır ve doğal olarak Türkiye’yi de kapsamaktadır.
Hatırlanacağı gibi PKK’nin saldırıları nedeniyle asker ve polis ölümlerinin artması hem devlette hem de toplumda çeşitli refleksler gösterme eğilimlerini güçlendirmektedir.
İsrail’in Lübnan’a saldırıları başlattığı ilk günlerde gazete manşetlerinde ve Hükümet açıklamalarında “İsrail gibi olmak”tan demvurulmaya başlanmıştı. Başbakan ABD tarafından PKK’nin Kuzey Irak’taki varlığına ve Türkiye’ye yönelik saldırılarına karşı önlem almaması halinde Ortadoğu Proje’sinden çekilmekten bile söz etti. Bunların taktik gereği söylendiğini eklemeye çok gerek yok. Amiyane tabirle, peşrev çekilmektedir.
Tüm bu gelişmeler Ortadoğu denkleminde çelişkileri de açığa çıkarmaktadır. ABD kendisi açısından tehdit olarak gördüğü, terörist saydığı Hizbullah’ı yok etmek için İsrail’e elindeki tüm olanakları sefer etmektedir.
Buna karşılık Türkiye’nin kendisi için tehdit olarak gördüğü ve ABD ile birlikte terörist olarak nitelediği PKK’ye karşı Türkiye’nin bir hamle yapmasına ise izin vermemektedir. Türkiye ordusunun yarısını aylardan beri sınıra yığmış, beklemektedir.
Burada dikkat çeken ve akla gelen sorulardan biri, bu kadar çok kayıp verildiği halde, TSK’nın neden kendi sınırları içinde bir operasyon yapmadığıdır. Bu soru, halen havada asılı durmaktadır ve sözkonusu yığılmanın, “PKK’yle mücadele”den daha farklı bir stratejik bağlantı içinde yapıldığı izlenimini yaratmaktadır.
ABD işgaline kadar her istediğinde Irak içlerine girebilen ve bazen uzun dönemli yerleşen Türkiye’nin yöneticileri artık rollerin değiştiğini farkındadır. Karşısında ABD ve yeni rolüne hazırlanan bir Kürt devleti bulunmaktadır.
Aslında Türkiye devlet yönetimi, söyleminde karşı olduğu bu devleti, fiiliyatta kabullenmiş, daha da ötesine geçmiş yapılanmasında ciddi katkılar sağlamaya başlamıştır. Bunun için tek bir örnek bile anlamlıdır; Kürtlerin egemenlik alanındaki büyük inşaat ve ihale işlerinde OYAK başlıca yapımcı firmadır.
Asıl rahatsızlık sonraki gelişmeler dikkate alındığında bu devletin çevrede yaratacağı etkiler ve bölgedeki yeni oluşumlar nedeniyle PKK’nin konumundan çıkmaktadır.
PKK Türkiye’deki Kürtlerin bazı kesimleri üzerindeki gücünü yitirmektedir. Kürt iş adamları ve orta sınıf kökenli milliyetçi Kürt aydınlarından başlayarak tabanının giderek genişleyen bir kesimi yüzlerini yeni kurulan Kürt devletine ve yönetimine çevirmektedir. Barzani ve Talabani’nin temsil ettiği çizgi, bu kesimler içinde serpilmeye, filizlenmeye başlamıştır. PKK’nin üzerinde hissettiği asıl tehd
it budur. Bu tehdit karşısında PKK, Barzani ve Talabani ile taban tabana zıt Ortadoğu politikalarına yönelmek yerine, ABD’yi Türkiye’nin Kürt siyasetinin, ABD’nin (Suriye ve İran’ı hedef alan) Ortadoğu siyasetinin önünde engel olduğuna ikna ederek, ABD’nin Türkiye’nin Kürt siyasetine müdahale etmesini istemektedir.
PKK askeri açıdan merkezini konumlandırdığı Kürt devleti bölgesindeki siyasi güçlerle, özellikle Barzani ile ters düşmekten çekinmektedir. Giderek Kürtler arasında da tartışılır bir konuma gelen PKK hem devlet güçlerine hem de Türkiye’deki devrimci hareketlere saldırarak etkisi altındaki kitleyi kontrol etme çabası içindedir.
PKK yönetimi kendisi için temel yaşam alanı olan Türkiye’de tutunabilmenin koşullarını olgunlaştırma çabasındadır. Bu durumda tek seçeneklerinin Türkiye sınırları içinde kalmak ve siyasal olarak kendini kabul ettirmek olduğu yönünde bir eğilim içine girmişlerdir. PKK tarafından önerilen politikaların özünde Türkiye devleti ile bu temelde bir anlaşma yapılması yatmaktadır. Son dönemlerde başlattıkları saldırıların PKK açısından tümüyle iç politikaya dönük taktik ağırlıkta olduğu yargısı güçleniyor.
Ortadoğu’daki dengelerin geldiği boyut, Türkiye’nin koşulları bakımından çok karmaşık ve geri çekilmeye zorlayan bir noktadadır.
Uzun süredir Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde olgunlaştırmak istenen planlar gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.
Bir yandan ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice bu noktada ilk somut adımı atmış ve Ortadoğu’da sınırları yeniden çizmenin zamanının geldiğini ilan etmiştir. Buna paralel bir başka açıklama ise Avrupa Parlamentosu’ndan gelmiş, Kürtlerin devleti olmayan en büyük nüfuslardan biri olduğu söylenmiş ve Kürt devletinin oluşumu için bir destek sinyali verilmiştir.
Artık yeni bir dönem başlamaktadır ve Türkiye bu dönemde en fazla sıkıntıyı çekmeye aday ülkeler listesinde üst sıralardadır.
Ortadoğu’nun sınırları hep emperyalizmin kalemleri tarafından tayin edildiği için bu çıkışlar kimseye yabancı gelmemektedir.
Biz ne olacağız şimdi?
Ortadoğu’nun sıcaklığı adım adım yayılırken ve geniş ölçekli bir proje yaşama adım adım geçirilmeye başlanmışken herkeste yaşanan durgunluk, çelişki ve bekleyiş Türkiye içinde de geçerlidir.
Her şeyden öte, bir endişe var ki derinde sessizce beklemektedir, ya sonra!
İşte bu sonra işi karışık, hesaplanamaz bir kaos. Bir gerçek netleşti, Kürtler azımsanamayacak ölçüde bir milli kimlik kazandı. Ancak bunun olumsuz bir bedeli var. Kürt milliyetçiliği ABD’nin Ortadoğu politikasını destekliyor, buna karşılık Türk milliyetçiliği, ABD’nin Ortadoğu politikasının Kürt sorununda yaratmakta olduğu sonuçlardan rahatsızlığını ifade ediyor. Kürt milliyetçiliğinin ABD sempatisi, Türk faşistlerinin kendilerini “anti-emperyalist”miş gibi pazarlayabilmelerinin zeminini sunuyor.
Irak’a saldırı ve İsrail cephesinin Türkiye’yi içine alarak genişlemesi Türkiye’ye her yönüyle ağır bir darbe vurabilecek unsurlar içeriyor. Irak’a girerek yapılacak bir saldırının Irak Kürdistanı ile Türkiye arasında bir çatışma ortamını yaratacağını, bunun da hem bedeli ödenemeyecek kayıpları ve hem de ayrımı daha da derinleştirmeyi getireceği söylenebilir.
Türkiye’yi yönetenler, itiraf edemeseler bile, Kürt sorununu bir iç politika konusu olarak kendi içinde çözebilme koşullarını ve olanaklarını giderek kaybettiğini farkındadır. Sorun doğal olarak bölge ve hatta dünya siyasetinin önemli bir başlığı haline gelmiştir.
Bu saatten sonra herkes iki kez düşünmek, ondan sonra adım atmak durumundadır.
Yaşanan onca deneyimden sonra Türkiye solu da kendi konumunu ve duruşunu gözden geçirmek zorundadır.
Ulusların kendi kaderlerini tayın hakkını savunmak ile bugün ABD’nin politikalarının gölgesine sığınan bir siyaseti savunmak arasındaki farkın üzeri titizlikle çizilmelidir.
Türkiye’de hemen tüm devrimci, sosyalist ve hatta sosyal demokrat siyasetler Kürt sorunu konusunda enternasyonalist bir tutum içinde olmuşlar, temel haklar ve özgürlükler çerçevesinde kalmışlar ve düşük yoğunluklu çatışma ortamlarında, derin devlet operasyonlarında Kürtlerin haklarını savunmuşlardır.
Bugün ise Kürt siyasetleri, milliyetçiliğin çocukluk hastalığı içinde Türkiye solunu suçlama, hakaretler yağdırma ve yer yer şiddet uygulama gibi yöntemler kullanma eğilimi içindedir.
ABD’nin başrolünü oynadığı yeni Ortadoğu senaryosu, doğal olarak Türkiye’nin solu ile milliyetçi ve emperyalizmin yedek gücü haline gelmiş Kürt milliyetçilerini bir çok zeminde karşı karşıya getirmeye adaydır.
Soruna örgütler zemininde bakıldığında yanlışa düşüleceği de açıktır. Bu Türkiye açısından da Lübnan ve Filistin açısından da fark etmemektedir.
Lübnan halkının veya Filistin halkının uğradığı saldırıya karşı çıkmak, direnme hakkına saygı göstermek ile Hizbullah veya Hamas’a aktif veya pasif destek vermek arasındaki farkı bilmek ve buna göre davranmak gereği doğmaktadır.
Devrimciler açısından tartışma zemini halklar ve emekçi sınıfların, emperyalizm ve sınıflar mücadelesindeki pozisyonları üzerinden olmalıdır.
Sonuç yerine
Ortadoğu krizi Türkiye açısından iki cepheden çok daha fazla anlam içermektedir. Birincisi kriz, arka plandaki senaryo gereği Türkiye’yi her an bir çatışma ortamının içine çekmeye müsaittir.
Yani doğumuzdaki ve güneydoğumuzdaki sınırlarımız bu anlamda muhtemel bir biçimlendirmede masa üzerindedir.
Ordunun bunca büyük bir yığınağı o bölgeye yönlendirmesi ve PKK’ye karşı geniş çaplı bir iç operasyon yerine sınırda pozisyon tutmasının bir nedeni de bu durum olabilir.
Her sıcak çatışma ortamı ve bunun ön gerilimleri şu veya bu biçimde yoksul halkın yaşamını tümüyle etkileyecek gelişmelere gebedir. Dolayısıyla savaş ve savaş tehdidinin görünen ilk kurbanları bu tehlike içindeki yoksul halklar olacaktır.
Bu durumda korunması gereken mevzi, savaşa karşı duruş, savaşın önlenmesidir. Barışı savunmak! Halkların kırılması, yoksulluğun boyutlanması ve sermayenin bu fırsatlardan yararlanarak yeni dayatmalarla karşımıza çıkmasını önleyebilmenin koşulu da budur.
Dar milliyetçi tepkiler, sınıf temelinden uzak politikalarla solda durduğunu zannedenlerin, bir şeyler öğrenmek için yaşamaları gerekmez. İki dünya savaşının sınıfsal tahlilini yapan çok sayıda değerli eser vardır.
Halkların kardeşliğini savunmalıyız.
Barışı savunmalıyız.
Emperyalizmin oyunlarına, çıkarlarına karşı ortak mücadeleyi bölgenin tüm halklarıyla ortaklaşa örmeliyiz.
Herkesin utanmazca sustuğu bir ortamda devrimci olmanın farkını ve gereğini dosta, düşmana göstermeliyiz.