Bu yasalar IMF ve TÜSİAD’ındır! Mart ayında meclis gündemine gelen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, sosyal devletin kırıntılarının da piyasa devletinin yeni yapılanması içinde ortadan kaldırılacağı bir içeriğe sahip. Emeğin sermaye karşısındaki tarihsel kazanımlarının geriye kalan boyutlarının önemli bir kısmı da bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) çerçevesinde […]
Bu yasalar IMF ve TÜSİAD’ındır!
Mart ayında meclis gündemine gelen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, sosyal devletin kırıntılarının da piyasa devletinin yeni yapılanması içinde ortadan kaldırılacağı bir içeriğe sahip. Emeğin sermaye karşısındaki tarihsel kazanımlarının geriye kalan boyutlarının önemli bir kısmı da bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) çerçevesinde gelişen süreç, sosyal güvenlik ve sağlık haklarımız ile ilgili ticarileştirme ve piyasalaştırma alanının genişletilmesi ile yeni bir boyuta sıçrıyor.
Sosyal Güvenlik ile ilgili olarak prim ödeme gün sayısının 9000 güne çıkarılması, maaş bağlanma oranlarının kademeli olarak %2’lere çekilmesi ve dolayısıyla 25 yıl çalışan kişinin emekli olduğu zaman ortalama maaşının (emekli olmadan önce aldığı son maaşın değil!) %50’sini alabilecek olması, neyin hedeflendiğini aslında çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Yasa kısa vadede yaşla ilgili önemli bir değişim getirmiyor ya da bu yönünü öne çıkararak sanki şu anda çalışanları hiç etkilemiyor gibi bir ideolojik manevrayı içeriyor, ama emekli maaşlarını çok kısa süre içinde ciddi bir biçimde düşürmeyi hedefliyor. 60 yaşına kadar çalışan insanlar önümüzdeki yıllarda çok daha düşük emekli maaşları ile hayatlarını sürdürmeye uğraşacaklar. 10 yıl içinde emekli maaşlarının asgari ücretin oldukça altına düşmesini beklemeliyiz. Böylece şimdikine kıyasla çok daha fazla sayıda insan, kendisini özel emeklilik sigortalarına prim ödemek mecburiyetinde hissedecek. Emekliliğinde açlık tehdidi ile karşı karşıya kalmak istemeyenler ikinci bir emekliliğe mecbur edilmiş olacaklar. Böylece fonlarını büyük oranda borsada, devlet borç tahvillerinde değerlendiren özel emeklilik sigortası fonları yeni rezervleri kapsar hale gelecek. Ne tesadüf ki TÜSİAD’ın bundan yaklaşık on yıl önce yayınlamış olduğu “Emekli ve Mutlu: Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm önerileri” raporunda resmedilen büyük oranda buydu. Fakat o raporda ikinci basamak emekliliğin zorunlu olması öngörülmüş, ancak üçüncü basamak emekliliğin gönüllülük esasına bağlı olması önerilmişti. Tabii bekleneceği gibi kamusal sosyal güvenlik ödemelerinin asgari seviyede tutulması gereğinin altı çizilmişti. Yani “sosyal güvenlik” hakkı yerine açlığa karşı, öldürmeyecek ama süründürecek bir “sosyal koruma” ilkesinin yeni düzenlemelere hakim olması istenmişti. Bu yasa sürekli olarak kendisini meşrulaştırmak için sosyal güvenlik sistemlerinin aslında yoksulluğa karşı bir koruma sağlayamadığını vurguluyor, sosyal korumayı öne çıkarıyor. İşçi sınıfının “ayrıcalıklı” kesimlerine karşı “dışlanmış” kesimlerinin kapsam altına alınması gerektiğini vurguluyor. Ama bu gerekçelendirmeden bir anda büyük bir maharetle emekli maaşlarının düşürülmesi ve özel sosyal güvenlik kurumlarının önünün açılmasına sıçrıyor.
Sağlığın ticari mal gibi görülmesi kabul edilmemeli!
Yine yasanın ikinci bölümünü oluşturan Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı ise kamusal sağlık üretimini tasfiye edecek gibi görünüyor. Yasada hastaneler için “hizmet üreticileri” terimi kullanılmış. Kamusal hastaneler ile özel olanlar arasında hiçbir fark yok yeni yasaya göre. Sağlık Bakanlığı ile sözleşme yapmış olan tüm hastaneler, sahipleri kim olursa olsun aynı statüye sahip. Genel Sağlık Sigortası, topladığı primlerle prim ödeyenler adına sağlık hizmeti satın alacak. Böylece özel sağlık kurumlarının önündeki tüm engeller ortadan kaldırılıyor, devlet hastanelerinin yarattığı “haksız rekabete” son veriliyor, toplumun sağlıığı bütünüyle kar esasına dayalı olarak çalışan kurumlara emanet ediliyor. Maliye Bakanı yumurtacı Unakıtan’ın 2006 bütçesine eklediği bir yasa ile devlet hastanelerinin sosyal güvenlik kuruluşlarından alması gereken 3.5 katrilyon lira silindi. Birçok devlet ve üniversite hastanesi bu karar sonrasında en temel faaliyetlerini bile yürütememenin eşiğine gelmiş durumda. Oysa aynı sosyal güvenlik kuruluşları özel hastanelere karşı tüm yükümlülüklerini yerine getirmiş durumdalar. Ne seviyede bir kaosun ortaya çıkabileceği görülünce hükümet aldığı bu kararı yumuşatmak durumunda kaldı, fakat neyin amaçlandığı ortadadır. Kamusal sağlık kurumları bir biçimiyle tasfiye edilmek istenecektir. Genel Sağlık Sigortası, bu tasfiye için çok teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir arka plan hazırlamaktadır. Kayıtdışına müdahale edemeyen, bordrolular dışında kimseden prim toplayamayan devlet, tüm toplumu sigorta altına alıyormuş gibi bir görüntü vererek yine yapmak istediklerini gizleyecek bir araç yaratmaya çalışıyor.
Yasanın bir diğer ölümcül yanı ise sigorta karşılığında alınacak hizmetlerin bir “temel teminat paketi” ile sınırlanmasıdır. Bu paketin çerçevesinin belirlenmesi yetkisi iktidarın elindedir. Sosyal güvenlik ve kamusal sağlık giderlerini neredeyse bir kara delik gibi göstermeyi başaranlar, yarın açıklar ortaya çıktığında rahatlıkla temel teminat paketinin kapsamını daraltabileceklerdir. Artık herşeye ticari mantık ile yaklaşmak en “akıllıca” yol olarak görüldüğünden örneğin kanser hastalarını ölüme terketmek “bütçenin yüce çıkarları” için bir zorunluluk olarak önümüze konabilecektir. Yine katılım payı da yasalaştırılmaktadır. Yani alacağımız tüm sağlık hizmetleri için katkı payı ödemek zorunda kalacağız. Gerekçe “gereksiz kullanımın önüne geçmek”. İnsanlar, sabahın altısında hastane kapılarının önünde kuyruklara hobileri hastane ziyareti yapmak olduğu için giriyorlar. Katkı payı miktarı şu anda 2 ytl olarak tespit edilmiş, ama alınan hizmetin maliyetinin % 50’sine kadar artırılabileceği de söyleniyor. Toplanamayan primler, artan katkı payları anlamına gelecek. Ezilenlerin farklı kesimleri de bu sayede karşı karşıya getirilmeye çalışılacak.
Aylık geliri 127 milyonun üzerinde olan herkes en az 65 milyon Genel Sağlık Sigortası Primi ödemek zorunda kalacak. Bu yasaların birşeyleri düzeltmek için değil de tamamen sosyal güvenlik ve sağlık hizmetini ticarileştirmek ve piyasaya daha fazla açmak amacı taşıdığı açıktır. Dolayısıyla emekçiler tarihsel kazanımlarına sahip çıkmak, çocuklarının yüzlerine utanarak bakmamak için bu yasalarla ciddi biçimde mücadele etmek zorundadırlar.
“Mücadele etmek” ama nasıl?
“Mücadele etmek” tespiti artık çok genel bir laf olmanın ötesine geçmek zorunda. Çoğumuz konuşmalarımızı “bunlarla mücadele etmeliyiz” diye bitiriyoruz, ama karşımızdaki kişi bundan hiçbirşey anlamıyor. Neyle, nasıl ve kimlerle birlikte mücadele edeceğiz, neyi hedefleyeceğiz sorularına cevap veremeyen bir “mücadele edelim” söylemi oldukça soyut kalmakta. Bu da bizlere olan inancı sarsıyor.
Özellikle İstanbul merkezli bir hareketliliğin yaşandığını sendikal çevrelerdeki tüm arkadaşlar biliyordur. Geniş toplantılar örgütlendi, sunumlar yapıldı. Özellikle İstanbul Tabip Odası burada gerçekten önemli bir rol oynadı. Hem yasaların içeriği konusunda bilgilendirmede hem de sendikal çevreleri toparlamaya çalışmada aktif oldular. Broşürler, afişler, bildiriler basıldı. Eylemler yapıldı. Mart ayı içinde de bir eylem takvimi tespit edildi. Merkezi Emek Platformu’nun bu konudaki ataleti İstanbul’u da kısmen felç etse de olumlu bir deneyim yaşandı.
Bilinç sıçramasının ufku nereye kadar ulaşacak?
Gelinen son nokta her ne kadar pek iç açıcı olmasa da bizim açımızdan işin çok dikkat çeke
n bir yönü var. Özellikle sendikalı kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütülecek mücadelenin sadece sendikalar ile sınırlı olursa kaybetmeye mahkum olduğunu sürekli vurguluyorlar. Toplumun geniş kesimleriyle, örgütsüz işçilerle biraraya gelmenin yollarının bulunması gerektiğinde ısrar ediyorlar. Bunun için birçok yerel platform girişimi yapılıyor. Bunların birçoğu başarısız olup hızla dağılıyor, ama bu aynı vurgunun güçlenerek yaygınlaşmasını engellemiyor. Bu bilincin sözkonusu sendikaların yönetim kademelerine hakim olduğunu söylemek mümkün değil tabii ki. Ama mücadeleyi hangi seviyede olursa olsun çekip çeviren, sırtlamaya çalışan unsurların böylesi bir bilinç sıçraması yaşaması önemli ve umut verici bir gelişmedir. Çok açık bir doğru gibi gözükse de yine de bunun yeni farkedildiğinin altını çizmek durumundayız.
Sınıfın neo-liberalizmle yaşadığı yapısal dönüşüm ve parçalanmanın yarattığı zaafları farkedişin ürettiği bir taleptir bu aslında. Burada artık bir gerçeklik tespit ediliyor. Sendikalar sınıfın tümünü kucaklayabilecek araçlar olmaktan uzaklaşmışlardır. Örgütsüz kesimin yaygınlığının, sendikaların yürüttüğü mücadeleyi de zayıflattığı görülmekte ve bu kesimlerle yeni bağlar kurmanın yolları aranmaktadır. Bu işin aracı olarak da yerel derneklerle, partilerle, tüm örgütlü çevrelerle birlikte platformlar örgütleme düşünülmektedir.
Fakat burada da önemli bir açmazla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü yasal dönüşümlerin genelde sınıfın ayrıcalıklı kesimleri için hak kayıpları anlamına geldiği gibi bir bilinç geniş kesimlere hakim durumdadır. Toplumun geniş bir kesimi daha şimdiden özel hastanelere mecbur hale getirilmiştir. Yine kayıtdışılık oranı neredeyse %50’dir. Birçok insan emekli olabilmeyi umut etmekten vazgeçmiş durumdadır. Böylesi bir durumda sendikalı ve sendikasız işçilerin bir araya gelme koşulları ortadan kalkmaktadır.
Ayrıca yasalarla sınırlı kalan bir biraraya geliş insanlara güven vermemektedir. Yasalar gündeme geldiğinde apar topar oluşturulan bu birliktelikler, yasalar bir biçimde gündemden çekilince dağılmaktadır. Harcanan onca emek, örgütsel bir birikime dönüşememektedir. Ardından benzer bir kapsamlı başka bir yasa için yeniden toparlanma yaratmak için büyük gayret sarfedilmekte, işe sıfırdan başlanmaktadır. Oysa sosyal devletin tasfiyesi süreci, kamusal hizmetlerin tasfiyesi süreci biz bitirmedikçe devam edecektir. Genel Sağlık Sigortası Yasası ile İETT’nin özelleştirilmesi aynı mantığın ürünüdür ve ikisine de aynı araçla müdahale edilebilir.
“Sosyal Hakları Koruma ve Geliştirme Platformu” önerisi üzerine…
Bu zaafların aşılabilmesi ve örgütlü/örgütsüz işçilerin ortak mücadele kanallarının yaratılabilmesi için “Sosyal Hakları Koruma ve Geliştirme Platformu”nun süreklileştirilmesi yerinde olacaktır. Ezilenlerin tüm kesimlerinin, buraya köylülülüğü bile dahil edebiliriz, hak gasplarına karşı mücadele etmeyi önüne koyan ve hak gasplarının sorumlusu neo-liberal paketlere karşı yeni bir program ortaya koyan, kendi taleplerini de şekillendiren, sadece itiraz etmeyen yeni bir hayat isteyen sürekli bir platform. Şu andaki sendikal seviyede böylesi bir işi örgütleyecek enerjinin bulunduğunu düşünmüyoruz. Fakat varolan tartışmalar bizleri eğer bir yerlere evriltecekse, sendikal zeminde kalan protestocu ve baştan savmacı çıkışların yenilgiye mahkum olduğuna eminsek o zaman yeni bir hat yaratmak zorundayız. Parasız eğitim-parasız sağlık, borçların iptali, özelleştirmelerin durdurulması, tarımsal destek alımlarının yeniden başlatılması, sigortasız çalıştırmanın cezasının hapis olması, mutlak iş güvencesi için 30 kişi sınırının kaldırılması, grev-toplu sözleşme hakkının kullanılmasının önündeki engelerin kaldırılması, işsizlik sigortasının tüm işsizlere verilmesi gibi taleplerimiz için mücadele etmezsek ne işçilerin tüm kesimlerini biraraya getirme şansına sahip olabiliriz ne de dolayısıyla sözkonusu saldırıları püskürtebilecek bir zemin elde edebiliriz.
“Bize yoksa kimseye yok!” diyen Arjantinli işsizler gibi olabilmek imkansız mı?
Sendikaların bu çizgiye getirilebilmesi, KESK için dahi çok zordur. Çünkü inançsızlık, umutsuzluk ve enerjisizlik kadroların büyük kısmına sirayet etmiş durumdadır. Statükoyu kıracak bir cüretli çıkış enerjisini ortalıkta gözükmüyor. Her ne kadar sınıfın ortak örgütlenmelerinin bir ihtiyaç olduğunu bilinçlere çıkartılması ve kısa süre önce burun kıvrılarak bakılanlara bugün el uzatılmaya çalışılması büyük bir gelişmeyse de bu bütünleşmenin işe yarar ve sonuç verici araçlarını geliştirmek gibi bir büyük ihtiyaca sahibiz.
Umarız bu yasalarla ilgili mücadelemiz yensek de yenilsek de gelecek günler için bize umut verecek bir akıl, cüret ve kararlılığın sergilendiği direnişlere sahne olur. O zaman biz de “galiptir bu yolda mağlup bile” diyerek yeni kavgalara hazırlanmak üzere emekçilerin içine daha büyük bir coşkuyla dönebiliriz! Yeter ki eylem alanlarını ağlama duvarına çeviren görev savmacı işgüzar seyirciler durumuna düşmeyelim!
Mert Büyükkarabacak, Yol Dergisi, Sayı 10, Mart-Nisan 2006