Van’ın bir kedisi, bir gölü, bir de rivayet odur ki gölde yaşayan canavarı vardı… eskiden. Şimdi bu üçlüye bir de mahkemeleri ve o mahkemelerin savcıları eklendi. O mahkemeler ki bu memleketin gündemini belirledi, Van’da açılan davalar Ankara’yı ‘gerdi’. İlk olarak Yücel Aşkın davası hükümet-YÖK kavgasını kızıştırmış, daha sonra bu kavgaya TÜSİAD da katılmıştı. Van mahkemelerinden […]
Van’ın bir kedisi, bir gölü, bir de rivayet odur ki gölde yaşayan canavarı vardı… eskiden. Şimdi bu üçlüye bir de mahkemeleri ve o mahkemelerin savcıları eklendi. O mahkemeler ki bu memleketin gündemini belirledi, Van’da açılan davalar Ankara’yı ‘gerdi’. İlk olarak Yücel Aşkın davası hükümet-YÖK kavgasını kızıştırmış, daha sonra bu kavgaya TÜSİAD da katılmıştı. Van mahkemelerinden çıkan ikinci dava ise ülke siyasetindeki -en eski ve en derin- başka bir fay hattını tetikledi. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamenin dipnotları JİTEM’i, JİT’i ve Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ı hedef alınca kızılca kıyamet koptu. Büyükanıt Paşa bu davada yargılanmaktan gurur duyacağını açıklayıp, Kurtlar Vadisi’nden Polat Alemdar’ın mahkemede verdiği ifadeyi huşu içinde izleyenlerin hislerine oynarken, “Memleket için kurşun atanların -tartışılmaz- şeref”ini topluma hatırlattı.
Bu çıkışın ardından, Genelkurmay Başkanı komutanlarla toplandı ve aynı gün içinde Başbakan ile görüşerek ordunun rahatsızlıklarını iletti. Siyaset saatini ordunun rahatsızlıklarına kurmuş olan kesimler de kış uykularından uyanarak hızla devreye girdiler. CHP bir darbenin önlenmiş olduğunu ilan ederken, MHP daha usturuplu bir dille orduya karşı linç kampanyası yürütüldüğünü savundu. ANAP ise iddianameyi PKK diliyle hazırlanmış ideolojik manifesto olarak nitelendirerek savcıyı haddini bilmeye çağırdı. Medyanın büyük bir bölümü “Van’dan çıkan bu yeni canavar” ile uğraşırken İslamcı basın da AKP’nin başını belaya soktuğu gerekçesiyle savcıyı eleştirdi. Siyasi geleceğini öncelikle “başka güç odaklarının rahatsızlıklarına” bağladığı daha önceden de belli olan DYP ise “suçun şahsiliği prensibini ihlal ettiği” gerekçesiyle iddianameyi eleştirmekle beraber konunun yargıda çözüleceğini ve bu kurumun yıpratılmaması gerektiğini söyleyerek çatışmanın dışında kalmaya özen gösterdi.
Bir anda karşısında 1.Van davasından daha geniş bir cephe bulan Tayyip Erdoğan ”Bu, tümüyle hükümet ve Başbakan’ın dışında gerçekleşen ve yargıyı ilgilendiren bir konu” diyerek ringin dışına çıkmaya çalışsa da, “sen onu gel de benim külahıma anlat” diyenler oldukça kuvvetli tezlere sahiplerdi. Adıyaman Milletvekili Faruk Ünsal, “İddianame, yapamadığımızı yapmıştır” ifadelerini kullanırken, AKP Manisa Milletvekili Hakan Taşçı da, ”Bizim eksik bıraktığımızı Van Savcılığı tamamlamıştır” diyerek krize gaz vermişti. Büyükanıt aleyhine verilen kimi ifadelerin de yer aldığı Şemdinli Komisyonu raporunu Van Savcısına gönderen AKP’li Musa Sıvacıoğlu ise suç duyurusunda bulunan ve dolayısıyla hükümeti ringe taşıyan kişi olarak kabul ediliyordu. “Vay ordumuza ha” diye ayağa kalkan kesimler bu ispiyonculuğun hesabının sorulmasını isterken, Meclis Başkanı Bülent Arınç, bir taraftan orduya övgüler düzüp bir taraftan da Sıvacıoğlu’na sahip çıkarak biraz daha kuyruğu dik tutmaya uğraşıyordu. Başbakan ise cumhurbaşkanına orduyu kızdıracak sesleri susturacağına dair söz vererek gerilimi azaltmaya çalışıyordu.
Kulaklara küpeler
Nitekim çatlak sesler sustu ve şimdilik bu kavgadan geriye herkesin kulağına asılmış küpeler kaldı. Toplumun kulağına asılan küpe şunları hatırlatıyordu: “Bu düzende halka karşı suç işleyenler her koşulda ‘Yaşar’….” Halka karşı işlenen suçlar, egemenlerin tüm kanatları için kendi iktidar mücadelelerinin gerekleri ölçüsünde gündeme gelir ve ancak egemenlerin iç hukukunun yeniden tanımlanması bağlamında tartışılır. Yani Şemdinli iddianamesi ile kopan kavganın merkezi, “JİTEM imzalı faili meçhul cinayet, bombalama, adam kaçırma ve kaybetme, şantaj gibi halka karşı işlenen suçlar” değil “bu suçları kimin ne amaçla ispiyon ettiği, dile getirdiği, gündeme taşıdığı vs..”dir. Ve bu eksende tepişen güçler, arkalarında saflaştırdıkları güçlere bağlı olarak Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere ülke yönetiminin çeşitli kademelerini paylaşırlar.
Kürt sorununa dair yaklaşımının Erdoğan’ın talk-showlarıyla sınırlı olduğu ve demokratik bir programa sahip olmadığı sınanmış olan AKP’nin, kontrgerilla çetelerine yaklaşımını da o meşhur “tüccar siyaseti” konsepti belirliyor. Sinekten yağ çıkarmaya çalışan, konuyu iktidar mücadelesi ve Kürt halkına yönelik halkla ilişkiler çalışmasının bir parçası olarak değerlendirmeyi uman AKP bu kez duvara tosladı. Şemdinli’de kontrgerillanın suçüstü yakalanmasının ardından Van’ın meşhur savcılarının görevlendirilmesi ve Tayyip Erdoğan’ın “Kimse kayırma beklemesin nutukları” bir yana, AKP’nin de sınırları Büyükanıt vakasıyla gözler önüne serildi. Kellesi istenen “kadrolu savcılar” yüz üstü bırakıldı; AKP, İslamcı basının deyişiyle “kuyruğunu kıstırdı” ve ringden tam gaz kaçtı. İddianame krizinden AKP’nin kulağına asılan küpede de şunlar yazılıydı: “İktidar mücadelesinde koz olarak kullanılamayacak şeyleri bileceksin. Eğer illa kullanacağım, büyük koz çekeceğim diyorsan – briç deyimiyle- ‘yanları kuvvetli tutacak’, büyük güçlerin desteğinden emin olacaksın”.
AKP’nin ‘yanları’ yan çiziyor
Şu anda karşısında somut bir siyasi seçenek görmeyen AKP, sermaye çevreleri ve emperyalistlerin her kavgada onun yanında olacaklarını düşünüyorsa fena halde yanılıyor. Çünkü sermayenin ve emperyalistlerin “alternatif”e de ihtiyacı var ve bu alternatif kavgalar etrafında şekillenecektir. Hele hele AKP’nin son dönemdeki kimi icraatları bu alternatifin oluşumunun giderek aciliyet kazandığını da göstermektedir. Bir süredir sermayenin en yüksek çıkarlarını bir kenara bırakıp arada kendi hesabına çalışma eğilimleri de gösteren hükümetin, en azından “zapt-u rapt” altına alınması gerekmektedir. TÜSİAD ile kavga eden, IMF’nin acilen istediği Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası yasasını çıkartamayan, yine IMF’nin itirazlarına rağmen tekstilciye KDV güzelliği yapan, Merkez Bankası Başkanı’nın atamasını krize çeviren, Ortadoğu’daki ABD planlarında kendi istediği rolde ısrar eden, bu çerçevede emperyalistlerin tecrit ile uyumlulaştırmaya çalıştığı HAMAS’ı diyalogla BOP’a uydurmaya kalkıp tecridi kıran, işgalciler Irak’ta Şiilere karşı Sünni-Kürt cephesine oynamaya başlarken Şii Caferi’yi Ankara’ya çağıran, daha ortada fol yok yumurta yokken “İran’a karşı askeri harekatta Türkiye topraklarını kullandırmayacağız” diye açıklama yapan AKP hükümeti bir an önce hizaya çekilmelidir. Sermayeye ve emperyalistlere kendi kafasına ve ticari hesaplarına göre hizmet etmeyi alışkanlık haline getirmeye başlayan AKP’nin karşısına çıkacak alternatifin siyasi çizgisi bu krizle bir kez daha ortaya çıkmıştır: Milliyetçilik…
Milliyetçi bir siyasi alternatifin emperyalistler açısından sakıncalı olabileceğine dair kuşkuları olanlara ise ufak bir hatırlatma yapmakta fayda var. Milliyetçi cenahın uğrunda ayaklandığı Büyükanıt ABD’den liyakat madalyası almış bir subay ve “çuval”ın yıldönümüne denk gelen ABD elçiliğindeki 4 Temmuz resepsiyonunu Birinci Ordu bandosuyla kutlayacak kadar da “geniş” bir kişiliktir! Çok da gerilere gidip Türkiye kontrgerillasının ve faşist hareketin NATO-Gladyo bağlantılarını hatırlatmaya ise hiç gerek yok sanırız.
General Büyükanıt’ı Kurtarmak…
Gelelim üçüncü küpeye… Ve bu küpe de çatışmanın diğer tarafına yani askerlere… Bilindiği gibi Türkiye’nin emperyalistlerin Ortadoğu dolaplarına dahil olabilmesinin önündeki en büyük engel Kürt sorunu. Türkiye egemenlerinin defalarca sınanmış ve iflas etmiş olmasına rağmen ısrarla sürdürdükleri Kürt sorununa dair geleneksel “çözüm” yöntemleri birçok zaman Ortadoğu satrancında kendi ellerini ayaklarını bağlayan bir kısıta dönüşüyor. Irak’taki gelişmelerle beraber kırmızı çizgileri yamuk yumuk olan ve Irak’ta bir Kürt devletine razı olmamaya dayalı siyasetini değiştirmek zorunda kalan Türkiye egemenleri TSK’nın da açık onayı ile Irak siyasetini esnetirken, kendi vatandaşı Kürtlere karşı siyasetini değiştirmemekte ısrar ediyor. Bu ısrarın bir parçası olarak gündeme gelen Şemdinli’deki kontrgerilla eyleminde bombacıları suçüstü yakalayanlar hapsi boylarken, çocukları ve kadınları hedef alan kitlesel tutuklamalar ile Kürt halkı sindirilmeye çalışılıyor. Sınır ötesi Kürtlerle ilişkiler esnetildikçe içerideki Kürtlere karşı savaş şiddetleniyor.
İşte Büyükanıt yıllardır bitmek bilmeyen bu savaşın sembol isimlerinden biri. Herkes bilir ki bu memlekette kirli savaş muhariplerinin ismini sivil bir mahkemenin iddianamesinin dipnotunda bile geçirmek büyük ‘cesaret’ ister. Peki Van’ın savcısı cesareti nereden aldı? Neleri göze aldığının, geçmişte nice meslektaşının başına gelenlerin farkında mıydı? “Van’ın savcısı”nın, Van’ın Özalp ilçesindeki “Mustafa Muğlalı Jandarma Karakolu”na hiç yolu düşmemiş miydi? Tek parti iktidarı döneminde biri kadın biri çocuk 33 köylüyü kurşuna dizip, DP döneminde yargılanan ve idam cezası alan; cezasının infazı Askeri Yargıtayca önlenmesine rağmen cezaevinde ölen Muğlalı’nın adının Van’da Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı bir karakolun üstünde görünce bir durup düşünmemiş miydi? Bu memlekette “şifre buyurur bir paşa ve vurulur insanlar sorgusuz yargısız” ve o paşanın adı karakollara verilir; bilmiyor muydu? Kara Kuvvetleri Komuta’nın ismini dipnotlara geçirirken güvendiği neydi ve güvendiği dağlara kar mı yağdı? Yoksa güvendiği “ak” dağların, sırtını yasladığı daha büyük dağlara da kar mı yağmıştı?
13 Mart’taki yazısında, askerin “Muğlalı sendromuna” sokulmak istendiğini söyleyen Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Donat, devletin derinliklerinden kulağına fısıldananları okurlarıyla paylaşırken “Savcının ‘bu işi tek başına yaptığına’ inanan yok” diyor ve ekliyordu: “Savcıya bu işi yaptıranlar, kamuoyu tepkisi üzerine onu yalnız bıraktılar”. Donat gibi düşünenlerin sayısı bir hayli çok çok olmasına da “hep güvenilen dağlara kar yağacağının” ve güvenenlerin “hep yalnız bırakılacağı”nın garantisi var mıdır? Hele hele bu ülke İran, Suriye, Karadeniz, Hazar ile aynı coğrafyadayken emperyalistlerin ve onların taşeronluğu için aç gözlerle pusuya yatan sermayenin kimi ne zaman yalnız bırakacağı, kimin ne zaman arkasında olacağı ezbere söylenebilir mi?
Bu sorulara kolayca verilebilir ‘hayır’ yanıtları da sanırız askerlerin kulağındaki küpedir. General Büyükanıt şimdilik kurtulmuştur ve asla yargılanamasa da adının Genel Kurmay Başkanı olarak mı geçeceğini yoksa bir karakola tabela mı olacağını zaman gösterecektir. Bu zaman zarfında askerler de bir durum değerlendirmesi yapacak ve Van Savcısı’nın cesaretinin kaynaklarını sorgulayacaklardır. Bu kaynakları biz hiçbir zaman net olarak öğrenemesek de onlar bilecek ve bu durum karşısında attıkları adımların Kürt siyasetinden, bölge siyasetine, Cumhurbaşkanlığı seçiminden, Genelkurmay Başkan’ının kim olacağına kadar derin etkileri olacaktır.
Biz yine dönelim halkın kulağındaki küpeye
Başta söylediğimizi tekrarlayalım. “Bu düzende halka karşı suç işleyenler her koşulda ‘Yaşar’….” Geçtiğimiz ay bu geleneksel yargımızı pekiştirecek olan tek mevzu 2.Van Davası değildi. TÜPRAŞ’ın bin bir şaibeyle dolu satışı Danıştayca durdurulmasına rağmen şirket hala Koç’un elinde. Satmak için her şeyini seferber eden devlet, kendine iade edilen fabrikayı almak için kılını bile kıpırdatmıyor. “Biz parayı harcadık bile” gibi komik gerekçelerle hukuksuz bir durum fiilen sürdürülüyor.
Mahkemeler, savcılar, hakimler “Şifre buyuran paşalara” karşı nasıl yetkisiz ve etkisiz ise “satış buyuran tüccarlara” karşı da öylesine etkisiz ve yetkisiz. Bu durumda insan sormadan edemiyor? Açıkça, hukuksuz bir şekilde bir kamu şirketi gasp edilirken, bu değeri geri alacak kamu kimdir? Mahkemeler mi? Kolluk kuvvetleri mi? Hükümet mi? Hadi canım… Bu değeri geri alacak “kamu”, işçi sınıfı ve onun örgütleridir. Onların bu cüreti gösterdiği gün, sadece “satış buyuran tüccarlar” için değil, halkına karşı “şifre buyuran paşalar” için de çanlar çalmaya başlayacaktır…
Sendika.Org