3 Ekim’de AB ile müzakerelerin başlamasının ardından üç işçi konfederasyonu ile KESK’in başkanları; müzakerelere başlanmasının olumlu olduğunu ve bu süreci desteklediklerini açıkladılar. Başkanlar, AB sürecini desteklemelerine gerekçe olarak da demokrasi ve sendikaların önündeki engellerin kaldırılması yönündeki beklentileri gösterdiler. Bu açıklamaları yapan konfederasyonlardan DİSK, Hak-İş ve KESK’in AB’ye yönelik yaklaşımları uzun süredir, yaptıkları bu açıklamalar ile […]
3 Ekim’de AB ile müzakerelerin başlamasının ardından üç işçi konfederasyonu ile KESK’in başkanları; müzakerelere başlanmasının olumlu olduğunu ve bu süreci desteklediklerini açıkladılar. Başkanlar, AB sürecini desteklemelerine gerekçe olarak da demokrasi ve sendikaların önündeki engellerin kaldırılması yönündeki beklentileri gösterdiler.
Bu açıklamaları yapan konfederasyonlardan DİSK, Hak-İş ve KESK’in AB’ye yönelik yaklaşımları uzun süredir, yaptıkları bu açıklamalar ile aynı doğrultudadır. Bu konfederasyonların AB konusundaki düşünceleri sadece söylemde de kalmamaktadır. Her üç konfederasyon da ETUC’la birlikte Ocak 2002 tarihinden itibaren Avrupa Komisyonu’nca da desteklenen MEDA (Avrupa Akdeniz Ortaklık Projesi) kapsamında AB yönelimli ortak eğitimler yürütmektedir. Türk İş, bu üç konfederasyondan farklı olarak önceleri ulusalcı bir çerçeve içerisinde AB’ye karşı çıkmış ve bu ortak projelerin de dışında kalmıştır. Ancak, son dönemlerde Türk İş’in de AB konusundaki görüşleri süreci desteklemek yönünde değişmiş ve Türk-İş’e bağlı birçok sendikada AB yönelimli eğitimler ve yayınlar yapılmaya başlanmıştır.
Daha önce bu köşede de sözünü ettiğimiz, DİSK Gıda-İş ile Rosa Lüksemburg Vakfı’nın desteği ile gerçekleştirdiğimiz “Ücretli Çalışanların Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliği Konusundaki Düşünceleri” başlıklı araştırmada, sendika üyelerinin sendikalarının görüşlerini pek de paylaşmadığı ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, sendika üyelerinin yüzde 45.5’i AB üyeliğine karşıdır. AB’yi destekleyenlerin oranı ise yüzde 42’dir.
AB’ye karşı olan sendika üyelerinin çok önemli bölümünün gerekçesi; işsiz kalmak, ücretlerinin daha da düşmesi ve sosyal haklarını kaybetmek kaygısına dayanmaktadır. Bunda da büyük ölçüde, Türkiye’de uygulanan Yapısal Uyum Programı (YUP) ile AB arasında pozitif bir bağlantı olduğu düşüncesi etkili olmaktadır. Yani, IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı politikalar ile YUP çerçevesinde getirilen, 4857 sayılı İş Kanunu, Sosyal Güvenlik Reformu, Kamu Yönetimi Temel Kanunu gibi emekçilerin kazanılmış haklarını geri götüren düzenlemelerin AB uyum sürecinin de bir parçası olduğu düşünülmektedir.
AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan hedefler ve yukarıda sözü edilen yasal düzenlemelerin gerekçeleri okunduğu zaman YUP ile AB arasında doğrudan bir ilişki olduğu düşüncesinin haklılığı tartışmasız olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda, birçok sendika üyesinin sorduğu şu soruyu yinelemek gerekir; emekçilerin haklarını geri götüren yasal düzenlemeleri, toplumu giderek yoksullaştıran, işsiz bırakan ekonomi politikalarını öneren ve hatta dayatan AB’den demokrasi, sosyal ve sendikal hakları geliştirmesini bekleyen sendika yöneticilerinin bu yaklaşımı ne kadar gerçekçidir?
Evet, bu bir mantık sorusudur. Ama bu soruyu cevaplamak için mutlaka mantık egzersizi yapmak gerekmez. Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edildiği, 1999 Helsinki Zirvesi’nden bu yana AB’nin üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu ve yaşama geçirilen şartların bir bilançosunu çıkartmak da bu soruyu cevaplandırmak için yeterli olacaktır. Bu süreçte Türkiye’den istenen ve Türkiye’nin de yerine getirdiği koşulların çok önemli bölümü, yeni liberal politikalara entegrasyonu içermektedir. Bunun dışında demokrasi adına getirilen koşulların hemen tümü bireysel özgürlüklere ilişkindir ve bunların birçoğunun da uygulaması fiilen yerine getirilmemektedir.
Emekçiler için kazanım sayılacak tek düzenleme, 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu olmuştur. Grev ve toplu sözleşme hakkı içermeyen bu yasa da kamu emekçilerinin sendikal mücadelesini ileri götürmek bir yana, sendikaları bürokratikleştirmiş ve kamu emekçi hareketinin gerilemesine neden olmuştur.
İster mantıksal bir çerçevede isterse, gerçekleşen uygulamalar üzerinden değerlendirilsin, emekçilerin haklarının ve bu hakları almak için gerekli olan mücadele yollarının açılmasını beklemek, en hafif tabiriyle hayaldir. Emekçilerin (en azından araştırmamızda yer alan) önemli bir bölümü bu boş hayalin farkına varmıştır. Darısı sendika yöneticilerinin başına!
Bu yazı Evrensel Gazetesi’nin 14 Ekim 2005 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
e-posta: [email protected]