Erdoğan, devreye soktuğu 1 Kasım seçim darbesini programladığı gibi işletti. Hedefine ulaşır ulaşmaz da, bir zafer sarhoşluğuna kapılıp, Haziran İsyanı’nın dayanılmaz cüreti ve neşesi karşısında erimeye başlayan ve 7 Haziran’da alt üst olan “Korku İmparatorluğunu” yeniden inşa etmeye yöneldi… Zaten, Saray’ını ayakta tutabilmek için başka çaresi de yok… Bir haftalık bilanço Hızla güncellenen politik gelişmeler, […]
Erdoğan, devreye soktuğu 1 Kasım seçim darbesini programladığı gibi işletti.
Hedefine ulaşır ulaşmaz da, bir zafer sarhoşluğuna kapılıp, Haziran İsyanı’nın dayanılmaz cüreti ve neşesi karşısında erimeye başlayan ve 7 Haziran’da alt üst olan “Korku İmparatorluğunu” yeniden inşa etmeye yöneldi…
Zaten, Saray’ını ayakta tutabilmek için başka çaresi de yok…
Bir haftalık bilanço
Hızla güncellenen politik gelişmeler, AKP/Erdoğan’ın yönelimiyle ilgili önemli ipuçları veriyor.
Her şey tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önünde gerçekleşiyor.
1 Kasım sonrasında iktidardan “ılımlı politik hamleler” bekleyen analizcilerle alay edercesine, Erdoğan gayet bilinçli hamlelerle bir “şok doktrini” uygulaması yapıyor.
Sadece bir haftada neler olup bitti…
Kürdistan coğrafyasındaki imha saldırılarına her gün bir yenisi ekleniyor. O arada, Türkiye’nin kaderinde kritik bir kavşak olabilecek bir “olay” yaşanıyor ve bir Rus savaş uçağı düşürülüyor….
Sonraki gün, aynı suç şebekesi Can Dündar ve Erdem Gül’ü tutuklatıyor…
Yetmiyor.
Herkesin gözü önünde bir “faili meçhul” cinayet işleniyor… “PKK terör örgütü değildir” dediği için yargılanan Tahir Elçi, katilinin apaçık sırıttığı bir açıklıkta naklen öldürülüyor…
İşte, son bir hafta bile, gerilim eşiğini geçtiğimizi ve kaotik atmosferin içinde solumaya başladığımızı gösteriyor.
“Gün gelir devran döner” ama nasıl?
“Kendi halkına” karşı örgütlenmiş bir iktidarın savaşının içindeyiz.
AKP/Erdoğan öncülüğünde, devlet altı-üstü yapılar ve mekanizmalarla işletilen bir savaş yürütülüyor. Şok darbelerinin dozu artırılarak, toplumsal bir denge kaybı, bilinçlerde yarılma ve felç hali yaratılarak, hareket halinde olan isyan dinamiklerinin hayat damarları kökünden kesilmeye çalışılıyor.
Evet, elbette bu böyle gitmeyecek…
Erdoğan 2019’a yahut 2023’e randevu kesse de, eski mutlu mesut ve hikmetinden sual olunmaz iktidar günlerine geri dönemeyecek, süreç ayağına dolanacak…
Evet, dolanacak dolanmasına da, ama nasıl?
“Gün gelir devran döner” sloganıyla Erdoğan gitmez! Karşımızda, “devran dönmesin” diye gayet bilinçli hamleler yapan bir savaş cephesi var.
Lafı dolandırmayıp açık olalım…
7 Haziran sonrasında, tekrar ayağa kalkıp, yeniden “Başkanlık” hedefine yürüyebildiyse, bu fırsatı ve cesareti Erdoğan’a “biz” verdik. Üstelik “zaferi” biz kazanmışken!
Karşıtlarının zayıflığını ve kendisine bıraktıkları boşluğu görüp hızla kendini toplayan AKP, yenilip düştüğü yerden ayağa kalkmasını becerebildi ve inisiyatifi ele geçirdi. Ve, kontrollü gerilim, bu sefer katliamlar uygulama düzeyine yükseltilerek yeniden devreye sokuldu. 1 Kasım’a kadar, adeta bir “iç savaş” sahnelendi…
O vakit bir barış meleği misali kapıldığımız kuru “barış” söylemleri gibi, şimdi de katliamlara karşı “vicdan” çağrıları yapmakla mı yetineceğiz?
Toplumsal bir şok etkisi yaratan bu olağanüstü savaş koşullarını, hukuksuzluk veya adaletsizlik gibi burjuva hukukunun kategorileriyle değerlendirmekle yetinecek miyiz?
Ya da, üzerine bastığımız olağanüstü toplumsal ve politik zemini hümanizmin kavramlarıyla mı açıklayacağız?
Abartıyor muyum?
Açıp bakalım o halde, en sekterinden en liberaline birçok sol yazına…
Puslu bir hava… Bozguncu bir dağınıklık… Moral bozukluğu… Kötümserlik…. Panik… Adalet ve vicdan çağrıları…
Yahut, zıt uca savrulup düşmanı küçümseyen ve hatta daha da kötüsü düşmanı tanıyıp kavrayamayan altı boş “irade” lakırdıları…
Sosyalist odak ihtiyacı
Takkeyi önümüze alıp kelimizi görmenin, çuvaldızı kendimize batırmanın zamanı geldi geçiyor…
Gezi ayaklanmasında kolektif hafızalarımıza kazınan, “hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak” sloganı hala geçerli…
Pergelin ucunu Haziran isyanına koyup, “2015’in Türkiye’sinde ne yapmalıyız” sorusunun peşine ne zaman düşeceğiz?
Günü kurtaran hamlelerin, kuru gürültü çıkarmaktan ve sığ sularda kulaç atmaktan öteye gitmeyeceği belli değil mi?
Yeni dönemin özgün koşullarının gerektirdiği görevleri doğru kavramak, o görevlere talip olmak ve bunun da ötesine geçip öncülüğe soyunmak gerekiyor.
Tüm güçlerin bir biçimde hareket halinde olduğu mevcut karmaşada, biz “sosyalistler” olarak ne yapabiliriz?
Üzerine bastığımız fevkalade karmaşık zeminde, halka güven verici, kitlesel ve kazanım odaklı birlikte etme- eyleme olanaklarını yaratabilir miyiz?
Günümüze özgü direniş ve mücadele biçimlerini/araçlarını keşfederek yol almamız gerekmiyor mu?
Dayanışmanın bir adım ilerisine geçerek, şimdilerde boşluğu daha da hissedilen bir sosyalist odak ihtiyacının çaresini bulabilir miyiz?
Sürekli güncellenen politik denklemlerle birlikte, yeni dönem konumlanışlarımız için sormamız ve cevaplarının peşine düşmemiz gereken daha çok soru var.
Gün oyalanma vakti değil, idare etme vakti hiç değil.
Her adımda yeni mevziler kazanarak, hep bir adım ileriye yerleşmenin yollarına koyulmak gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.