Yeni oluşan durum açısından 1 Mayıs’a bakacak olursak, 2024 1 Mayıs’ı seçim sonrasında hızla ete kemiğe bürünüveren CHP-DİSK ittifakına dayanarak işçi sınıfını içermeyi hedefleyen sermayenin restorasyon seçeneği ile; işçi sınıfı, doğa savunucuları, kadın kurtuluş hareketi, Aleviler, gençler ve bütün alta itilip yoksullaştırılan halk güçleriyle, özgürlüğü için mücadele eden Kürt halkının ortaklaşmasının sistemden kopuşarak demokratik bir anayasa temelinde demokratik bir cumhuriyet kurma seçeneği arasındaki mücadele zemininde yaşanacaktır
İstanbul’da 1 Mayıs süreci hiç olmadığı kadar git-gel yaşıyor. Açık ki, git-gellerin sebebi 31 Mart yerel seçimlerinde iktidarın yaşadığı ağır yenilgi.
Evet, bu yenilgiyi abartmamak lazım; devlet cihazına hakimler ve şiddet ve hile konusunda uzmanlaşmış bir faşist irade öyle bir seçim yenilgisiyle hemen havlu atmaz, yapabilecekleri çok şey var ve onları iyi tanıyoruz, güçleri neye yetiyorsa yapacaklardır!
Ancak, madalyonun öteki yüzünde sadece bir yılda hızla azalan toplumsal destek var ve bağlı olarak olası saldırı hamlelerine destek olup dengeleyecek toplumsal meşruiyet alanında da daralma söz konusu.
İktidar, şayet faşizme doğru yürüyüşünü olup bitenlere hiç aldırmadan sürdürürse, ağırlıklı olarak şiddet üzerinden yol alması gerekecek; o şiddet de, seçim sonrası koşullarda kaybettiği gücünü ve moralini yeniden toparlayabilmesi için hızla eskisinden daha ağırlaşmalı ve daha geniş alana yayılmalı.
Ama, gelin görün ki, azalan destek ve meşruiyet, şiddetle yol almanın risklerini arttırıyor. Sözgelimi, iktidarın yıpranmasından güç alıp moral kazanarak onun karşısında hızla genişleyecek bir direniş alanı, olası tökezlemelerin hatta düşmelerin önünü açacak, “batan gemiyi terk eden fareler” üzerinden çözülme ve ani çöküş olasılığını güçlendirecektir.
Peki, madem o tarafta tehlike var, o zaman yumuşama yoluna gitse, iyi olmaz mı?
Rasyonel tutum bu olacaktır ama faşizme yürüyüşün de kendine özgü rasyonalitesi vardır ve normal koşullarda ön açabilecek yenilgi sonrası yumuşama, faşizme yürüyüşün günümüzdeki olağanüstü gergin momentinde onun kendine özgü faşist asabiyetini çözme riski taşıyacak, o yürüyüşün içinde olup da sürekli suç işleyen kadrolarda geri durma ya da kaçma gibi tutumları kışkırtabilecektir. Öyle ya, faşizme yürüyüş hiçbir zaman temiz bir yolda gerçekleşmez ve zaten hepimizin gözünün önünde pek de saklanmadan neredeyse hayatın her alanına yayılmış ağır suçlar işleyerek ilerliyorlar.
İşte, iktidar açısından kolay bir yol yok, muhtemelen kabaca ayırdığım bu iki seçeneğin melez bir olasılığı yaşanacaktır.
Zaten hep öyle olmaz mı; kaba seçenekler sadece istisnai özel karar anlarında açık hükmünü yürütür; gerçek yaşamın akışında farklı iradeler çatışır ve melez yollardan gidilir. Üstelik, bizdeki gibi hile uzmanı kurnaz iktidarlar, şayet şiddet yolunu kullanacaksa bile, tıpkı 7 Haziran sonrasında olduğu gibi, tam tersi bir yumuşama görünümü vererek zaman kazanma, o arada kendi güçlerini ve oyun planını hazırlama, sonra aniden (mesela Suruç bombası ya da Viranşehir’de iki polisin öldürülmesi gibi hamlelerle) önceki görüntüsüyle kandırıp yumuşattığı düşmanının üstüne saldırabilir.
***
31 Mart öncesinde 1 Mayıs tartışmaları başlamıştı ve sollarımızın neredeyse 50 yıldır bilinen klasik tutumları hemen kendisini göstermişti.
Bir grup, 1 Mayıs’a Taksim’den baktığını dillendirerek, her durumda Taksim’e çıkacaklarını ilan etmişti.
Burada, esas sorun bu tutumun herhangi bir gerçek içeriğe sahip olmaması, içi boş bir parlaklık olarak tıpkı önceki senelerde olduğu gibi hiçbir sonuç üretememeye yazgılı olmasıdır. Hatta, içeriksiz bir iddia olduğu ve bu yüzden yeterli toplumsal meşruiyeti ve gücü taşımadığı için, devlet şiddetinin rahatça kullanılmasının önünü açarak, 1 Mayıs’ı örgütlerle polisin çatışma gününe çevirip, işçi sınıfını 1 Mayıs kutlamalarına yabancılaştırma tehlikesiyle yüklüdür.
Ek olarak, böylesi tutumların peşi sıra çıkıp gelen ve artık çok iyi bilinen (gene içi boş) kendini kandırmalar: Bir gücün varsa, hemen şimdi sonuna dek kullan! Varsın gücün bitsin, devrimci iradeyle yenisini yaratırsın! Gücünü sakınımlı kullanmak, zamana yaymak, biriktirerek ilerlemek oportünizmin bataklığında debelenmektir! Ya da, bir şey olması gerekiyorsa, o zaman hemen olsun, devrimci irade böyle zamanlar için var zaten, nesnellik-somut koşullar devrimci görevden kaçışın gerekçesi yapılamaz, irademizi koyar, kendi nesnelliğimizi kendimiz yaratırız!
Hemen belirtelim, evet, komünistler nesnelliğe teslim olmaz ama büsbütün boş duygu patlamalarıyla da yol almaz, nesnelliğin içindeki henüz zayıf olsa da var olan gerçek olasılıklara gözünü diker, onların öncüsü olur.
İrade havada uçuşan keyfi bir balon değildir, somut şartların içinden geçilerek, o geçiş sürecinde yaşanacak çatışmalar-gerilimler tarafından “belirlenerek” oluşur; o çatışmalarda devrimci irade gücünü somut gerçekliğin içindeki kendisini güçlendirecek gerçek olasılıklardan alır.
Sözgelimi, günümüzde iktidarın seçim yenilgisi ve bu yenilginin halkta yarattığı moral, henüz netleşmemiş ve yeterince güç taşımayan bir zayıf olasılık olarak var ve işte tam da bu zayıf olasılık başka destekçi olanaklara ek olarak devreye girince “yeni bir durum” yaratmıştır. Komünistler eğer nesnelikte oluşan bu yeni duruma ustaca yaklaşırsa devrimci iradenin dinamosu ek güç kazanabilir.
Gene belirtelim: 1 Mayıs’a Taksim’den bakılmaz! 1 Mayıs, işçi sınıfının birlik ve dayanışma günüdür ve 1 Mayıs’ta ne yapılacağı sınıf savaşının güncel güç dengeleri içinde işçi sınıfının politik iradesinin nasıl güçlendirilebileceği, mevcudun içinden geçerek onun nasıl işçi sınıfının lehine değiştirilebileceği hesaplanarak belirlenir.
Tersi yöndeki tutum ise, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının en kitlesel biçimde katılması esas alınarak kutlanması gerektiği, dolayısıyla Taksim’e çıkma gibi çatışmalı geçeceği belli olan bir kutlamanın sınıfın kitlesel katılımını engelleyeceği genel söylemiyle yol alıyor ve böylece aynen kendi tersindeki tutum gibi içeriksiz bir rasyonalite zeminine yerleşiyor.
İçeriksiz, içi boş, genel geçer bir rasyonel 1 Mayıs kutlaması, sistem tarafından ancak ve sadece Taksim kutlamasını engelleyebildiği, “sade suya tirit” bir rutin iç boşaltmanın ya da yaşanması gereken gerginliği üstünden atma/geçiştirme bürokrat kurnazlığının pratiğine indirgendiği için kabul edilecektir.
Ne zavallı bir tutum!
Üstelik, o parlatılan “Taksim karşıtı” kitlesel 1 Mayıs kutlaması da, polisin küçük tacizleriyle moral bozmaya çalışacağı (öyle ya, bu bir sınıf savaşıdır ve düşmanını Taksim’den vazgeçerek geri adım attığı yerde de daha da geriye itmenin bir ön adımı olarak sürekli baskılamalısın!) ve bilmem hangi sendika bürokratının gene “sade suya tirit” nutkuyla katılımcı işçilerin can sıkıntısına boğacağı bir çaresiz çırpınma olarak yaşanacaktır.
***
İçerik keyfi değildir, her durumda geçerli bir içerik (o da kapsadığı dönemle sınırlı olarak) ancak stratejik düzeyde geçerlidir; taktik, hele 1 Mayıs gibi “taktik içinde taktik” denilebilecek düzeyde bir konuda, içerik tümüyle güncelliğin somut şartlarının somut tahlilinin içindeki çatışmalarda “belirlenerek” çıkıp gelir.
1 Mayıs taktiği, günümüzün somut koşullarında, özel olarak da sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşının güncel akışında, o akışın güç ilişkilerinde yol alınarak belirlenir.
Bu ilk adımı attıktan, yani düğmeleri iliklemeye doğru yerden başlayarak ilerlersek, karşımıza ülkemize özgü bir 1 Mayıs gerçekliği olarak “Taksim” çıkar. Çıkmak zorundadır, üstünden atlayamaz, görmezden gelemezsiniz.
1 Mayıs 1977’de Taksim’de toplanan yüz binlerce işçiye sermaye güçleri tarafından alçakça ateş açılmış, yaratılan panik ve korkuyla insanlar ezilerek öldürülmüştür. Bu sınıfımızın asla unutmayacağı, hep aklında tutacağı bir alçak saldırıdır.
O katliamla işçi sınıfının iradesinin kırılması, sermayenin gücünü kabul edip teslim olması hedefleniyor ve daha da önemlisi, öylesine açık ve yüksek şiddetle yapılarak kuşaktan kuşağa aktarılan bir teslimiyet ruhu yaratılmak isteniyordu.
Evet, Taksim, Türkiye işçi sınıfı açısından, sermayenin alçaklığını, kararlılığını ve acımasızlığını görüp tanıdığı bir alandır ve işte tam da bu yüzdendir ki, tam tersi yönde bir irade dayatılarak Taksim 1 Mayıs alanı yapılmalı, işçi sınıfının iradesi sermaye güçlerine dayatılmalı; daha da önemlisi, o kuşaktan kuşağa aktarılması istenen “yenilgili teslimiyetçi ruhun” durmadan akıttığı zehir doğduğu yerde yok edilmelidir. Ama bu tutum da, başka bir yapıda değil, o yok ediş sürecinde sınıfın özneleşmesinin özel bir kanalı inşa edilip güçlendirilerek gerçekleştirilmelidir.
Bu genel “Taksim” tutumuyla ikinci bir düğmeyi ilikledikten sonra bir sonrakine geçersek; hemen belirtmeliyiz ki, bizim için olağanüstü önemli olan “Taksim” aynı derecede sermaye için de önemlidir. Açıkça gördüğümüz gibi, sermaye güçleri her sene Taksim üzerinden bir sınıf savaşı yürütmekte, sürekli gerekçeler üreterek işçi sınıfının Taksim’e bayrağını dikmesini engellemeye çalışmakta, bunun için gerekirse İstanbul gibi bir şehirde günlük yaşamın durmasını bile göze almaktadır.
İşçi sınıfının Taksim’e çıkma iradesi ile, sermayenin asla Taksim’e çıkarmama iradesi karşı karşıyadır; işçi sınıfı Taksim’e çıkarak bir sınıf olarak politik bir irade kazanmak, o süreçte devrimci bir özneleşme yaşamak isterken; sermaye güçleri, 77’de kazandığı morali süreklileştirmek, işçi sınıfının yenilgili ruhunu kalıcılaştırarak sınıfı köleleştirmek, uysallaştırılmış işçi sınıfını küresel sermaye güçlerinin tedarik zincirine ucuz işgücü olarak sunmak istemektedir.
İşte, bir adım daha atarsak anlıyoruz ki, burada öyle herhangi bir basit, yüzeysel, sıradan bir durum yok; söz konusu olan sınıf savaşının ülkemize özgü tarihsel ve kalıcı bir momentidir. Özel bir durumdur ve kendisine basit değil yoğun ve hassas bir yaklaşımı talep ediyor.
İşçi sınıfı devrimcileri, komünistler, her 1 Mayıs’ta hem sınıfın en geniş kitlesel katılımını gözetmeli hem de Taksim’i, ikisinden de vazgeçemeyiz!
Sorunun çözümü, ikisinden de vazgeçilmeyecek bir “ara” tutumu her sene yeniden keşfetmek ve o zeminde konumlanmaktan geçiyor. O tutum da, bu iki gereksinimi taşıyan öncü bilincin her senenin özgün somut-tarihsel koşullarının içinden geçip belirlenerek çıkıp gelecek tutumu keşfetmesiyle gerçekleşecektir.
Ne “Her durumda Taksim” diyerek işçi sınıfının savaş gününü kendi siyasal eğiliminin dar alanına sıkıştırmak isteyen içi boş ama parlak ve hiçbir gerçek sonuç yaratmayacak tutum; ne de, “Her durumda kitlesellik” diyerek sınıfı kendi tarihine sahip çıkmaktan ve sermaye karşısında politik bir irade olmaktan alıkoyan, onu sermaye ve onun “sendikal” görevlilerinin içi boş bir kitlesellikle uyuşturmasına yardımcı olma tehlikesiyle yüklü olan bir tutum sorunu çözmez.
Son yıllarda yaşanagelen durum şudur: Sol yapıların büyük çoğunluğu bahsettiğimiz iki zaaflı tutumda konumlanmaktadır. Bilebildiğimiz kadarıyla sadece 4 siyasal eğilim (Halkevleri, ESP, SODAP ve TÖP) farklı bir tutumda konumlandı. Bu yapılar, bir yandan kitlesel olarak yapılan sendikalar ve meslek odaları merkezli 1 Mayıs kutlamalarında yer alırken, bir yandan da “Unutmadık, buradayız!” dedikleri ve çevresinden Taksim’e yürümeye çalıştıkları “dar kadro eylemleriyle” Taksim iradesini bir biçimde ayakta tuttular.
Eksik olan ve aslında Taksim’in önünü açmak için en ciddi katkıyı yapabilecek olan tutum ise, 2-3 güne yayılmış kutlamalarla 1 Mayıs iradesini İstanbul’un bütün yerellerine, tümüne yaymaktı.
İşte, mevcut güç ilişkilerini gören ama ona teslim olmadan Taksim bayrağını da bir biçimde yükselten böylesi 3 ana yoldan ilerleyen bir tutum, sermayenin iradesini zorlayıp Taksim’in önünü açabilirdi.
3. seçeneğin olmayışı sonuç almayı engellemiştir ve gelinen noktada hem küçük gruplarla Taksim’i zorlama kendini tekrar eden bir çıkışsızlığa düşme hem de kitlesel kutlamaların sınıfın enerjisini emen bir bataklığa dönüşme tehlikesi taşımaktaydı.
31 Mart öncesinde, öyle görünüyordu ki, hem küçük grupların eylemi hem de kitlesel kutlamaya ek olarak mümkün olan bütün yerellerdeki kutlamalarla 1 Mayıs yaşanacaktı, doğru tutum buydu.
Ek olarak belirtmeliyiz ki, somut gerçeklik faşizmin koyulaştığı bir zeminde şekilleniyorsa ne “kitlesel 1 Mayıs” ne de “Taksim iradesi” gerçekleşmeyebilir, sadece 3-5 kişilik ev toplantıları ya da “kır gezileri” ile yetinmek zorunlu olabilir.
***
Devlet, evet, kendine özgü bir özerk alanda bir egemenlik aygıtı olarak konumlanır; ama aynı zamanda toplumu sarıp sarmalayarak istediği bir yapıya sokmaya çalışır, onun günlük akışına, mekanlarının hücrelerine ve zamanlarının saniyelerine dek sızmaya, sızdığı her yeri damgalayıp belirlemeye çalışır.
Akışlar tek yönlü değil çok yönlü olduğu için, yani toplumdaki her gelişme, hem egemen güçlerin hareketleri, hem egemenlik altındaki güçlerin egemenliğe karşı düşmanca saldırıları hem de muazzam bir zenginlik olan toplumun ele avuca gelmeyen bin bir çeşit hareketleri tarafından belirlendiği için, devlet ve onun bir egemenlik aygıtı olarak işleyişi sürekli hareket halindedir; hem bir statiklik taşır hem de hareketli bir yapıdadır.
Peki, nasıl bir yapıdır?
Asla öylesine değil, asla devleti yönetinlerin keyfi isteklerine göre değil; egemenlik aygıtı olarak devlet, tarihin her döneminde egemen sınıfın/günümüzde sermayenin ihtiyaçlarına göre, sermaye birikiminin önünü açacak bir güç alanı olarak, somut-tarihsel güç ilişkilerinden etkilenerek ve elbette en başta kendisi de dışındaki siyasal ve toplumsal ilişkilere müdahale ederek kendisini gerçekleştirir.
Devletin 1 Mayıs’a yaklaşımı, kendi yapısı gereği, hem işçi sınıfını ezdiği Taksim’e onu asla bir daha sokmayarak hep o ezikliği taşımasını hedefler, hem de (elbette onun için en iyisi her gün gibi 1 Mayıs’ta da işçilerin çalışması, öyle “sınıfın bayramı” gibi şeytanca şeylerle uğraşmamasıdır ama) şayet Taksim dışı bir kitlesel kutlamayı kabullenmeye güç ilişkileri kendisini zorlamışsa da, onu hem “içinden” etkileyerek çürütme hem de dışından sürekli taciz ederek moral yaratmasını engelleme zemininde şekillenir.
Çok iyi bilindiği gibi, her iki görevini de yapabilmek için her sene canla başla çalışıyor.
***
İlk zaaflı tutum, siyaseti kahramanlığa sıkıştıran, Leninist öncülüğü “öncü savaş” anlayışıyla biçimsizleştiren, birbirinden çok farklı olan bütün somut-tarihsel durumlara hep aynı biçimde müdahale eden “kısa devre” bir bilinçle yönetilen, bu “aynılığı” sürekli değişen somut durumlara aynı hızla ve zenginlikle müdahale edemeyen bir “kasılma” hali olarak değil de “tutarlılık” olarak gören, somut durumdaki hızlı değişimleri öncü örgütü/örgütleriyle işçi sınıfının/halkın bin bir biçime bürünebilecek ortaklaşma hallerini keşfedip gerçekleştirme fırsatı olarak değerlendiremeyen, zaaflarının ve yetmezliklerinin üstünü parlak sözlerle örten, sınıfı/halkı değil örgütünü esas alan, olayların basıncı altında kalarak soğukkanlılığını kaybedip öfkesine teslim olan, hemen-şimdi saplantısı yüzünden sürece yayılamayan, kendisini kendi iradesiyle inmelendirmiş bir tutumdur.
Devrimci-komünist görevlerimiz en üstten en parlak söylemlerle ve güç ilişkilerinin çelikten yasalarına aldırmadan devrimci militanlığımızla yapacağımız cüretli hamlelerle yerine getirilebilseydi, ne kadar güzel olurdu!
O durumda, bu mucizenin dinamosu devrimci kararlılığımız ve kahramanca öne atılışımız olacağına göre, ülkemiz çoktan sosyalizme geçmiş olmalıydı! Türkiye Devrimci Hareketi başka her şeyle eleştirilebilir ama en güçlü olduğu nokta bunca amansız baskıya rağmen bin bir biçime bürünerek hep kendisini gösteren kahramanlığı değil midir?
O arada geçerken belirtmeliyiz ki, güç güçle karşılaşmalıdır, söylemin ve sosyal medyaya verilecek görüntünün yeterli olup yol açabileceği post-Marksizm’in alamet-i farikasıdır.
İkinci zaaflı tutum, pratik-yaratıcı zekayı ve kurnazlığı devre dışı bırakarak sırf akılla yol alan, önceden hesaplanamayacak olan ama aniden oluşan yeni durumlarda ortaya çıkan fırsatları göremeyen, somut gerçekliğin sırf olgusallaşabilmiş görünen yüzüyle kendisini sınırlayan, gerçekliğin sadece görünen değil, olgusallaşamadığı için görünemeyen zengin olasılıklarını göremeyen, her durumda riskten kaçıp her zaman güvence arayan, olgucu ve güvence saplantılı bir tutumdur.
İlkin, gerçeklik sadece görünen yüzüyle sınırlanamaz, o içinde henüz olgusallaşamayan başka olasılıkları da taşıyan bir zenginliktir. Devrimci komünist bakış, gerçeği sadece görünen yüzüyle değil, kendi gerçek bütünselliği içinde, olduğu gibi, sadece bir olgu olarak değil içinde barındırdığı gerçek olasılıklarla birlikte görebilmelidir.
İkincisi, her an, bir gerçektir; zaman sadece akış olarak değil an olarak da vardır ve her an enlemesine yayılarak müthiş zenginlikler içerir; zaten akışın kendisi bir zenginlik olduğu için, her anın içinde o zenginlikler kendilerinin o andaki halleri olarak var olur ve o ana farklı müdahalelerde bulunurlar.
Devrimci-komünist bakış, zamanı sadece birbirini takip eden olguların akışı olarak değil (ki o zaman o muazzam zenginlikteki akış bir istasyondan diğerine giden tren hattı basitliğine indirgenmiş olur), olgusal var oluşlara ek olarak içinde henüz olgusallaşmayan olasılıkları da taşıdığını (üstelik her anın kendi yolunda akan zengin var oluşların o andaki hallerini barındırdığını) görebilmelidir. İlki pozitivizmdir; ikincisi, tarihsel materyalizm!
Üstelik, egemen sistemin/sermaye egemenliğinin varlığı koşullarında, yani hayatın normal akışının sermaye tarafından belirlendiği koşullarda devrimci-komünist siyaset, ister istemez “akıntıya karşı” bir faaliyet olarak kendisini gerçekleştirebilir. Dolayısıyla, ilkin bir an için olsun duramaz, durduğu anda sistemin günlük akışı onu önüne katar, olduğu yerde durabilmek için bile sürekli çabalamalı, şayet bir de hedefine doğru (ve zorunlu olarak akıntıya karşı) ilerlemek istiyorsa olağanüstü yoğunlukta çaba göstermelidir. Burjuva siyaseti ile devrimci-komünist siyaseti ayıran en temel noktalardan birisi bu gerçeklik değil midir, hepimiz bunu günlük deneylerimizden iyi bilmez miyiz?
Bu tutum ise, öyle kendiliğinden, olayların normal akışı içinde bir rasyonel durum olarak çıkıp gelmez, özel bir çaba ile fırsatlar görülüp değerlendirilmeli, cüret edilerek “yeni bir durum yaratmak” hedeflenmelidir.
Devrimci politika genel geçer değil, kendine özgü bir rasyonaliteye sahiptir. Nasıl ki sermayenin bir rasyonalitesi varsa ve o egemen olmanın avantajıyla kendi rasyonalitesini normallik olarak sunabiliyorsa; işçi sınıfı da kendi ihtiyaçlarını esas alan ve sermayeyi karşısına alan bir “rasyonalite” yaratabildiği oranda, tam da o”yaratma” sürecinde özneleşebilecektir.
İkincisi, devrimci-komünist faaliyet, çoğunlukla gerçekliğin üstte olgusallaşan halinden değil, içindeki “gizli ve çoğunlukla henüz zayıf” devrimci olasılıklardan güç alacaktır. Bu olasılıklar da rastgele-keyfi değil, o somut tarihsel gerçekliğin bir gerçek olasılık olarak barındırdığı ama olgusallaşmasına izin vermediği hallerdir ve bir olasılıklar skalası içinde kendilerini var ederler. Gerçekliğe sadece bakmaz, onu bütünselliği içinde görmeyi becerebilirsek, o an bize güç sağlayacak ya da tersinden bakacak olursak devrimci-komünist öncülük tarafından güçlendirilerek önü açılacak devrimci olasılığı görebiliriz. Sorun, bu olasılığa sımsıkı yapışmak, onun sözcüsü, onun savaşçısı olmaktır.
İlk ve ikinci zaaflı duruşlar, bir madalyonun iki yüzüdür; ilkin, ikisi de 1 Mayıs’a işçi sınıfının bağımsız devrimci duruşundan değil, kendi dar örgütsel duruşlarının ve ideolojik kalıplarının içinden bakarlar; ikincisi, her ikisi de ters yönlerden de olsa, işçi sınıfının devrimci enerjisinin açığa çıkmasını engeller. Her ikisinde de, sınıfla kaynaşan ve onun tarihsel ve güncel ihtiyaçlarını esas alan bir örgütsel tutum değil, kerameti kendinden menkul içi boş bir “kahramanlık” ya da tersinden gene içi boş “akılcılık” fetişizmiyle damgalanmış dar örgütsel iddialar söz konusudur.
***
Günümüze gelirsek, öyle oldu ki, üstteki tartışmalar aniden kim bilir nereye uçup gidiverdi!
Peki, ne oldu da böyle oldu?
Söz konusu olan 1 Mayıs kutlaması gibi güncel bir olaysa her türlü taktiğin içinden geçerek “belirlenmek” yoluyla “içerik” kazanmak zorunda olduğunu, kendisinden asla kaçılamayacak bir “belirleyici” olduğunu sürekli vurguladığımız “somut-tarihsel gerçeklikte” yaşanan ani değişiklik öncesindeki tartışmaları çöpe atıp, yenilerini devreye sokuverdi.
İşte, hayat böyledir, siz onun hakkında tartışırken o sizin önünüze kendisini koyar, “buraların sahibi benim” deyiverir.
Bütün zamanları ve durumları bir mutlak hakikat olarak kapsayan bir taktik olamaz; her şey somut koşullar tarafından belirlenir, sizin “böylesi belirlenmeler beni kesmez, aşar geçerim” diyen tutumunuz da, siz onu başka amaçla söylemiş olsanız da, içinde olduğumuz kaotik ortamın sizin bilincinize kısa devre yaptırmasının ürünüdür; siz onunla ilgilenmemiş olsanız da hayat sizinle ilgilenmiştir, “belirlenmişsinizdir” ama farkında değilsinizdir!
Evet, 31 Mart yerel seçimlerinde iktidarın yaşadığı yenilgi, yeni bir durum yarattı.
Aslında 14-28 Mayıs döneminde beklenen, ama kurnazca önlemlerle ve esas olarak da hilelerle atlattığı, o zaman atlattığı için gevşeyip yine kolayca atlatıvereceğini sandığı yerel seçimlerde iktidar yenildi. Sonuç, iktidar açısından güç ve bağlı olarak meşruiyet kaybıdır.
Oluşan yeni durum sonrasında, başka şeyler de olduğu gibi 1 Mayıs konusundaki tutumlarda da hızla yeni tutumlar gelişti.
Her güç alanı kendi durduğu yerden ve kendi çıkarlarını esas alan yeni tutumlar geliştirdi, geliştiriyor. “Oluşan yeni durumda ne yaparsam 1 Mayıs kutlamalarında kendi konumumu güçlendirebilirim” günün arayışıdır, meşrudur ve oluşan yeni durumda kimin kazanacağına ilişkin gelişmeler biraz da 1 Mayıs üzerinden oluşacak yeni durumlar üzerinden yol alacaktır.
Evet, yeni bir durum oluştu, ama onun nereye doğru nasıl akacağını içindeki güç alanlarının arasındaki mücadele belirleyecektir.
Yeni duruma en hızlı refleksi Erdoğan verdi, arkasından CHP ve içindeki farklı iktidar odaklarının hamleleri geldi. Sol henüz durumu anlamaya çalışıyor, anlayamadıkça inisiyatif kaybediyor, yeni dönemde ona hızla adapte olanların belirleyici olduğu bir gidişe tabi olacağı zavallı bir duruma doğru sürükleniyor.
Erdoğan, yaşadığı yenilgiyi kabullenip geri adım atarak şimdiye dek düşmanı olarak karşısına aldığı ve bu düşmanlık temelinde kendi kitlesini konsolide ettiği CHP ile uzlaşma arayışında olduğu, o arada 1 Mayıs gibi durumlarda da eski katı tutumlarını sürdürmediği bir görünüm veriyor, ama! Evet, ama onun hinliklerini, saman altından seller yürüttüğünü iyi biliyoruz değil mi; evet, acaba bu tutumları gerçek mi, yoksa 7 Haziran sonrasında olduğu gibi “zaman kazanma” taktiğiyle mi yüzleşiyoruz?
Şimdiki geri çekilmeler ya da uzlaşma arayışları acaba gerçek mi, yoksa sonrasında faşizmin kurumsallaşma sürecindeki son hamlelerin yapılacağı yoğun bir saldırı dönemine hazırlık yapılan bir dönemin “asma yaprağı” mı?
Mesela 1 Mayıs konusundaki son “yumuşak” tutum, öncesindeki esip gürlemelerden aniden vazgeçilerek, muğlak da olsa mecburen kabullenilen bir durum/bir geri adım mı, yoksa o geri adım mesela tam da o kutlamalarda başlatılacak yeni bir saldırı sürecinin mizanseni mi? İkisi de olabilir! Evet, günün sorusu, ortada bir muğlak geri adım mı var, yoksa kendilerine çok yakışacak bir hileyle “son gün sürprizine” hazırlık mı yapıyorlar?
Şeytanın/sermayenin aklı çok yönlü çalışır, aynı anda farklı tutumların önünü açabilir, ama emin olabiliriz ki asla işçiden yana bir tutum gelişmeyecektir. Şimşek’in işçi sınıfına saldırı tutumu sermayenin rasyonelleri açısından zorunludur ve imkan bulunursa kesinlikle uygulanacaktır. Dolayısıyla, işçi sınıfına moral kazandırarak Şimşek programına karşı çıkmasının önünü açacak bir 1 Mayıs kutlaması iktidar açısından en istenmeyecek bir durumdur.
O arada CHP’nin 1 Mayıs konusundaki tutumu da ilginçtir. Özel öne atıldı ve “ben de varım ve Taksim’deki kutlamalarının kefiliyim” dedi. Bağlı olarak, zaten öncesinde utangaçça ifade ettiği “CHP yancılığı” tutumunu 31 Mart seçimlerinden sonra daha belirgin hale getiren DİSK de, sosyalist güçlere kapattığı alanı yeniden açma yüce gönüllülüğünü gösterdi.
Hayrola, neler oluyor?
Açık ki, CHP kendi kalıcı açmazlarından bunalarak sola yönelmeye başlayan kitlesini, kazandığı belediyelerdeki imkanları da gösterip “yem” olarak kullanarak yeniden kendisine çekmek ve böylece sisteme yönelik tepkileri yumuşatarak yeniden sisteme içermeyi hedefliyor.
DİSK ise, CHP’nin işçi sınıfı içindeki “aleti” olmayı eskisinden daha açık ve kendisine güvenli olarak dışa vuruyor.
1 Mayıs’ın Özer, İmamoğlu ve Çerkezoğlu’nun nutuklarıyla “kutlanması”, sınıfın içerilmesi sürecinin, dolayısıyla zaten CHP ve arkasındaki TÜSİAD’ın desteklediği Şimşek saldırısına uyum sağlayacak bir işçi sınıfı yaratılmasının hamleleri olarak görülmelidir.
***
31 Mart sonrasına bizim taraftan, yani işçi sınıfının gözleriyle bakarsak; iktidarın yenilgisinin başka sebeplerinin yanı sıra birisinin de AKP’ye oy atmaktan vazgeçen yoksullar olduğunu ve ek olarak Kürt halkının olağanüstü politik zekasıyla yaptığı “kurnazlıkla” özellikle Batı’daki büyük şehirlerde “AKP’ye kaybettiren” güç olmayı başardığını saptayabiliriz.
Önce de vurgulamıştık, açıktır ki, CHP’ye giden oylar henüz CHP’li değildir ve şimdi Şimşek tarafından uygulanan sermayenin rasyonel programını neredeyse aynen benimseyen CHP’de yaşayacakları hayal kırıklığının onları faşist hareketin demagojilerine açık hale getirme olasılığı vardır. Belirleyici olan, sosyalist hareketin ve Kürt halkının ortaklığının yaratacağı halkçı-demokratik seçeneğin bu güçleri kapsama yeteneği olacaktır.
Elbette sosyalist hareket kendisi olarak da CHP’ye yönelen ama hayal kırıklığına uğramaya yazgılı olan yoksulları ve CHP’li olup da ondan kopuşma potansiyeli olan işçilerden ve yoksullardan oluşan güçleri içerme ve oradan kendisine yeni ve özel bir güç alanı yaratma görevi vardır. O görevin ne oranda yerine getirileceği sosyalist hareketin orta vadeli geleceğini belirleyecektir. Ancak, içinde sürüklendiğimiz küresel, bölgesel ve yerel süreçlerin olağanüstü gerginliği, orta vadeli tutumlarla yetinmemeyi, güncel olarak da sonuç alabilecek tutumlar geliştirmeyi dayatıyor. Zaten içinde bulunduğumuz aşamada stratejik bir konumlanma olan Kürt halkıyla ortaklaşma, sosyalist hareket açısından, halkçı-demokrat seçeneği yeterli güce kavuşturarak hızla sistem güçlerine seçenek olacak bir konuma yerleştirebilir.
***
Yeni oluşan durum açısından 1 Mayıs’a bakacak olursak, 2024 1 Mayıs’ı seçim sonrasında hızla ete kemiğe bürünüveren CHP-DİSK ittifakına dayanarak işçi sınıfını içermeyi hedefleyen sermayenin restorasyon seçeneği ile; işçi sınıfı, doğa savunucuları, kadın kurtuluş hareketi, Aleviler, gençler ve bütün alta itilip yoksullaştırılan halk güçleriyle, özgürlüğü için mücadele eden Kürt halkının ortaklaşmasının sistemden kopuşarak demokratik bir anayasa temelinde demokratik bir cumhuriyet kurma seçeneği arasındaki mücadele zemininde yaşanacaktır.
Her ne kadar bazı güçler ancak bu yöndeki bir yumuşama yönelimine muğlak da olsa imada bulunan İçişleri Bakanlığı’nın açıklaması sonrasında tutum belirleyebilmişse de, Taksim şimdi herkesin ortaklaştığı bir somut hedef haline dönüştü.
Sistem güçlerinin attığı geri adımı her an bozabileceği, ya da 1 Mayıs günü kutlamalar sırasında bir gerekçe bularak saldırabileceği, kutlamaların Taksim’ e sıçramasını engellemeye çalışacağını hep akılda tutarak Taksim odaklı kitlesel bir 1 Mayıs için hazırlık yapmak gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.