Adaleti geciktirenler, adaleti kentin enkazları altında bırakanlar manşet olurdu… Kentin savcısının deprem sorgusunu yok sayanlar manşet olurdu… Depreme kadar bu kenti gündemleri bile yapmayanların suni kahramanlıkları manşet olurdu… Sorunları değil, ama normalleştik haberlerini servis edenler manşet olurdu…
Hatay/Samandağ doğumlu biri olarak, kadim toprakların bana kattığı çok şeyden biri, en fazla fısıldadığı şey de ama, “asla ‘BEN’ deme”! Çünkü bu topraklar, ‘biz’ diyenlerin toprakları oldu hep… Ermeni’si, Rum’u, Arap’ı, Türk’üyle… Bugün, CHP’deki ‘kurultay’ iptallerinin kahramanı (!) olan, bir dönem Antakya’yı AKP kimliğiyle, bir dönem de Hatay’ı CHP kimliğiyle yöneten Lütfü Savaş’ın, kentin bir meydanından; İslam’ın Hilal’ini, Hristiyanlığın Haç’ını ve Museviliğin Davut Yıldızı’nı indirmesine o yüzden yıllarca çok takıldım… O gün, kentin ‘çok dinli çok dilli çok mezhepli çok kültürlü’ kimliğinin bir karşılığı olan bu heykeli bulunduğu yerden indirirken aynı Lütfü Savaş, ki o zaman AKP’liydi, onu o gün protesto eden CHP’li gençlerle uzun bir süre yan yana yürüdü, AKP’den CHP’ye transferi sonrasında… Onu protesto edenler, unuttular her şeyi… Kaldırılan Hilal’in, Haç’ın, Davut Yıldızı’nın, aslında bu kent olduğunu unuttular en çok da…
Yok, kimse utanmadı bu halden!
Kader ortaklığına kaldığı yerden devam edildi!
Bu kenti yönetenlerin yarattığı depremlerin sarsıntıları arasında geçirdik tüm bu yılları da, bitmedi! 6 Şubat depremleri de bu kadim kimliğin sahip olduğu emanetlere zararı çok oldu… O güne kadar yok olan, göz göre göre yok edilen, bile isteye göz ardı edilen tarihe de kültürü de sırtını dönenler, birden bire sahneye çıktılar, kentin kurtarıcıları gibi tek tek konuştular, “yeniden ayağa kalkacağız” sloganları attılar, o güne kadar dizleri üzerine çöken şehri izlediklerini ise unuttular ve tek tek alkışlandılar…
Kimse de çıkıp diyemedi, “Bugüne kadar ne yaptınız ki?” diye!
Bunca sorun yaşanırken, dile gelirken, “Neredeydiniz?” diye!
Sadece onlar mı?
6 Şubat’ın felaketinde, bu kentin valisi ve il sağlık müdürü, seçim derdinde, iktidar partisinden Ankara’ya vekil olarak atanabilmek için bırakırken koltuklarını, bu şehri, insanlarını, enkaz içindeki acılarını, kim gerçekten sorguladı bu terk edişi? Bu şehrin savcısı, yaşanan bu büyük yıkımın sorumluları bulunsun diye kentin yeni valisine davette bulunurken ve o davet her defasında reddedilirken, bir tanesi de kalkıp “Sen ne yapıyorsun?” demedi, manşetlerden inmemesi gereken bu reddediş, hatta skandal, soru olarak bile sorulmadı valiye… Kenti terk eden vali, siyasette de istediğini bulamayıp, bir başka şehre Vali olarak atandığında, o kentin gazetecilerinden bekledik, bir şeyler sorarlar dedik, sorgularlar diye de ekledik ama, ne sordular ne de sorguladılar… Aylarca bu kent, depremin enkazında bulamadığı ölülerinin hesabını bile soramazken, adaletini de o enkazların altında bırakmak zorunda kaldı, ama bu şehrin manşetleri bu enkazın adaletini de o adaleti geciktirenleri de asla yeterince hatırlamadı…
Ben,
…Antakya’da bir gazete olsaydım eğer, manşetlerim üzerinden nefes alırdım, bu net!
Hatay’ın giden valisine sorardım illa ki, utanmadın mı diye… Burada üstlenmediğin sorumluluğu orada nasıl üstleneceksin, diye… Yeni valiye de, “Adaleti niye geciktirdin?” der, vermediği cevapların ardına da aynı soruyu bir kez daha ve bir kez daha eklerdim! ‘Adalet’ deneni geciktirerek yapmak istediğin neydi, diye… Sana bu soruları bir gün olsun yönelt-e-meyen gazetecilerden memnun musun, diye… Depremin kentinde, sosyal medya hesaplarını vatandaşların yorumlarına kapalı tutmanın asıl sebebi ne, diye… Bir gün gelir de, her iki vali de bu kentten ve insanlarından özür diler mi, diye…
Ben, Antakya’da bir gazete olsaydım, tüm bu sorular manşet olurdu…
Adaleti geciktirenler, adaleti kentin enkazları altında bırakanlar manşet olurdu…
Kentin savcısının deprem sorgusunu yok sayanlar manşet olurdu…
Depreme kadar bu kenti gündemleri bile yapmayanların suni kahramanlıkları manşet olurdu…
Depremin enkazı üzerinde seçim zaferlerini kutlayanların insanlıkları manşet olurdu…
Yüz binlerce insana ev olan konteyner kentleri hala yaşanır hale getirmeyenler manşet olurdu…
Sorunları değil, ama normalleştik haberlerini servis edenler manşet olurdu…
Yeni inşaat alanları açmak için kentin zeytinlik alanları sökülürken sessiz kalanlar manşet olurdu…
Sökülen ağaçlarını kurtarmak için iş makinelerinin önüne kendilerini atanları yalnız bırakan bu kentin Milletvekilleri manşet olurdu…
Haklısınız,
…hayat denen, manşet olurdu!
Susan, susturulan o hayat manşet olurdu!
Gücün iktidarına teslim olmayan her gerçek manşet olurdu!
Gazetecilik zor iş…
İşte en büyük manşet de bu sanırım…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.