“Barışın toplumsallaşması” sağlanmadan “yukarıdan” devletin aldığı kararlar belki barış yolunda gerekli demokratik kurumsallaşmalar için ön açıcı imkanlar sağlayabilir ama barış, biçimsel olarak devletle yapılsa bile asıl halkla yapılmalı ve barışın kamusallaşması için halkın onay, ilgi ve beklentileri sağlanmalıdır
Ben bir Kürt sosyalistim. Kürtlük benim (kültürel) kimliğim, sosyalistlik ise (politik) aidiyetimdir. Marksizm’i kendime bilimsel olarak rehber edindim ancak ezilen bir kimlik tarafında mutlaka tavır alır ve Kürtlerin sorunlarının çözümü için ileride, belirsiz tarihte ve meçhul bir “sınıfsal devrim”i beklemek gerektiğini söylemem. Her sorun zamanında ve yerinde çözülmelidir. Sorun, tarihten ders alırken geleceğe havale edilemez. Hangi yara her nerede kanıyorsa, demokratik mücadele o noktada verilmeli. Sınıf mücadelesi benim için temel ama her türlü özgürlük, kimlik ve hak mücadelesi nazarımda tali, ikinci veya kısmi değil. Bilim işçileri, olguları baz alır ve kamuoyundaki popüler, önyargılı ve çelişkili, hatta tutarsız görüşlerden uzak durur. Diyalektik mantık, karşıt tezler arasındaki savaş veya mücadeleyi anlamak için çelişkinin ardındaki yapısal etkenleri kavramaya çalışır. Görünürdeki şeyler bize “oluşun nedeni”ni hemen verseydi, bilime gerek kalmazdı. Fazla uzatmadan, bu yazımda Bahçeli ile birlikte başlayan, adı konulmamış ve iki taraf arasında farklı türden meydan savaşlarına (karalama, aşağılama, dışlama, mahkûm etme vb.) yol açan Kürt Sorunu’nun çözümüne yönelik sürece dair üçüncü bir yol, bakış veya yaklaşım önereceğim. ‘üçüncü yol’un ne olduğuna değinmeden önce ilk iki yaklaşımın tezlerini kısaca özetlemeye çalışayım.
***
Birinci taraf yani Kürt politik hareketi:
1) Dünyadaki tüm savaşlar, görüşme, tartışma ve müzakerelere açık oldu: Erdoğan ve Bahçeli ile DEM Partililerin görüşmesi normal. Ya kiminle görüşülecekti? Her barış süreci, savaşan tarafların liderlerinin bir araya gelip görüşmesi, tartışması ve müzakere etmesiyle ilerler.
2) Ortada daha adı konulmamış bir “süreç” var; henüz yolun çok başında taraflar; o halde kestirmeden, kısa yoldan ve bilip bilmeden hemen bir mutlak değerlendirme ve kesin sonuç çıkarmak mümkün değil. Acele edilmemeli zira tarafların ilk aşamada teknik detayları karara bağlaması beklenmeli. Alt maddelerde anlaştıktan sonra ancak bir genel yargıya (belki “mutlu sonuç”a) varılabilir.
3) Kürtleri, başta Rojava olmak üzere emperyalizmin şemsiyesi altında Ortadoğu ve Türkiye’de politika yapmakla suçlamak, reel politik bilmemektir. Konjonktürel koşulların çok zorlu olduğu ve dengelerin her an değiştiği Ortadoğu ve Türkiye’de demokrasi mücadelesi yapmak, her şeyden önce “dengeleri gözetme”yi gerektiriyor. Emperyalizmin (ABD, İngiltere, AB, İsrail) Kürtleri bir gün satacağını söylemek, Kürtlerin nice bedel ödediğini gözden kaçırır. Derinlikli bir Ortadoğu analizi yapmadan bugün neler olup bittiği anlaşılamaz.
4) Türkiye’nin Batısı (seküler orta sınıflar, sosyalistler, beyaz Türk aydınlar vd.) Erdoğan-Bahçeli ile Kürtlerin görüşmesini ihanet olarak görmekte, her dönem Kürtlerin AKP ile anlaştığı tezini ısıtıp ısıtıp servis etmektedir. Oysa Kürtler, Erdoğan’ın ne yapmak istediğini Türklerden daha iyi bilirler. Kürtlerin talepleri karşılanmadan adım atılamaz. Örneğin Öcalan’ın çağrısına rağmen PKK, kongresini toplayıp kendini feshetmedi. Barışın pazarlığı değil, müzakeresi yapılmaktadır.
5) Türkler, Kürtleri, İmamoğlu olayına destek vermemekle suçlamaktadır. Peki, Demirtaş ve diğerlerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına kimler onay verdi? CHP değil miydi? Demirtaş ve diğerlerinin tutuklanmasına, Kürt il ve ilçelerinin belediyelerine kayyım atanmasına ve Kürtlerin pek çok bakımdan baskı görmesine karşı Batı’da Türkler sokağa çıkıp yürüyüş mü yaptı, mitingi mi düzenledi? Hayır. “Beyaz Türk kibri” barış için kılını bile kıpırdatmaz. Hendek olaylarında ölü çocuğunu günlerce buzdolabında saklayan Kürt annelere destek verilmedi, bodrumlarda yakılan gençler için de. O halde sonuç olarak, Kürtlere kimse ayar vermemeli, onlar için demokrasi mücadelesini sattı dememelidir. Herkes haddini bilmeli. İşlerin bu noktaya gelmesinin yani taraflar arasındaki yarık veya çatlağın sorumlusu Kürtler değil.
***
İkinci taraf yani Türk(iye) solu:
1) Erdoğan/Bahçeli güvenilmez iki lider; onlarla hiçbir sorun çözülemez, hele Kürt Sorunu hiç. Geçmişte yaşanan başarısız “Çözüm Süreci”nden ders alınmalı ve Erdoğan ile bir daha bu işe girişilmemelidir.
2) Sürecin amacı, Kürt Sorunu’nun çözümü veya demokratik anayasa değil, iki yaşlı liderin artık tükenme noktasına gelen ömürlerinin uzatılmasıdır.
3) Bu süreç kapalı kapılar ardında ve herkesten (kamuoyu) gizli biçimde ilerleyemez; ne olup bittiği bilinmeden yapılamaz, herkesin bu süreci şeffaf biçimde, aleni olarak ve olduğu gibi bilme hakkı vardır.
4) Çözüm yeri, İmralı, Kandil veya ABD değil, yasal ve meşru TBMM’dir. Çünkü Kürt Sorunu, tüm partileri aşan ulusal (Türkiye) ve bölgesel (Ortadoğu) bir sorundur. Seçmenler, partileri ve vekillerine bu sorunu “Saray”da veya “İmralı”da değil, TBMM’de çözsün diye oy veriyorlar. Seçmenin hakkı, sorunun kendi bilgisi ve iradesi dahlinde çözülmesidir.
5) CHP ile DEM Parti arasında İstanbul özelinde yapılan “Kent Uzlaşısı”nı bile terörle ilişkilendirip kriminalleştiren AKP/Erdoğan’ın belki yakın gelecekte DEM’lileri terör söylemi üzerinden bir kez daha vurmayacağı ne malum?
6) Bu süreç yani Bahçeli’nin çağrısı ve Erdoğan’ın görüşmesinin hedefi, bölgesel konjonktürün hızla değiştiği Ortadoğu’da ve Türkiye’de Kürtleri pasifize etmek ve iktidarın yedeğine almaktır.
7) Kaldı ki iktidarın Kürtlere çağrısı, “barış yapmak” değil, silah bırakma ve devlete teslim olmaktır. Kürtler “onurlu barış” talep ederlerken hükümet “terörsüz Türkiye” istemektedir. O halde daha sorunun teşhis, tespit ve çözümünde kullanılan terminoloji veya jargon bile farklı. Yani anlaşma olmaz. Yine başa dönülür. Geçmişten ders almak lazım.
8) Kürtler Bahçeli ile “kurt”, Erdoğan ile “rabia” işareti yapmaktan vazgeçmelidir. Sırrı Süreyya Önder’in lakayt tavırları, Demirtaş’ın iki yaşlı lidere uzun ömürler dilemesi olacak şey değil.
***
İki tarafın görüşleri kabaca böyle. Belki bazı kısımları unutmuş ya da yanlış ifade etmiş olabilirim ama pozisyonlar birbirine taban tabana zıt. Bu zıtlığın tarihsel kök, neden ve uzantıları elbette var ama günümüzde ortaya çıkan tavır, pozisyon ve edaların zaman zaman tarafları kırıcı, çirkin ve seviyesiz konuşmaya/yazmaya ittiğini, sosyal medyayı şöyle bir tarayınca görürsünüz. Örneğin gazeteci İrfan Aktan’ın son derece provokatif ifadesi ise doğrudan suçlayıcı, mesnetsiz ve yanlıştır. Kürtler acı çekerken yılbaşı partisi düzenlediği iddiasına konu olan Batı’daki insanların kimler olduğunu bilmiyorum ama pek çok seküler, sosyalist veya “beyaz Türk”, Demirtaş’ın tutuklanmasına itiraz etti. Roboski katliamı da diğer olaylar da protesto edildi. CHP’nin Demirtaş ve arkadaşlarının dokunulmazlıklarının kaldırılması da alkışlarla karşılanmadı Batı’da. Burada Batı deyip bu coğrafyada yaşayan pek çok muhalif Kürt, sosyalist, emekçi, sendikacı, sivil aktivist ve daha nicesinin Kürtler konusunda faşizan tavır almadığı iyi bilinir. Olayı getirip CHP, TKP ve VP ile sınırlandırarak bunların görüşlerini Batı’daki tüm muhaliflere genellemek yanlış. Öncelikle, her iki tarafın tek yönlü, derinliksiz ve içeriksiz analizler yapmaktan sakınması ve vazgeçmesi gerekir. Tarafların yaşadıkları sözde “özel” sorunlara karşı diğerinin duyarsız kaldığını iddia edip buradan “çirkin” bir söylem üretmek yanlış. Aktan’ın İmamoğlu’nun hapishanedeyken Demirtaş ve arkadaşlarının havuzlu villalarda mı yaşadıkları sorusu veya suçlayıcı ifadesi gereksiz ve yanlış: Her iki taraf da hapishanede. Öte yandan Batı’daki kimilerinin Kürt Sorunu konusundaki suçlayıcı tavrı (tüm demokrasi sorununun Kürt kimliğine indirgenmesi), küfre varan dili ve düşmanlaştırıcı söylemleri son derece haksız ve temelsiz. Yine, her iki tarafın da gücü, eğilimi ve moral-motivasyonu çerçevesinde (artık her neyse ve ne kadarsa) verdiği tepki, güçle orantılıdır. Gücünüz, isteğiniz ve enerjiniz kadar tepki gösterirsiniz. “Dün ben baskı görüyordum, sen karşı çıkmadın; bugün de sen baskı görüyorsan, benden sana hayır yok” diyemezsiniz. Demokrasi mücadelesi topyekûndur ve kimlik, adres ve aidiyet sormaz. Sormamalı. Türkiye hepimize “ortak vatan” olacaksa, her birimiz bir diğerinden sorumlu olmalı. “Türk solu” ve “Kürt yurtseveler” ayrımlaştırması veya tanımlaması terk edilmelidir. Birbirimizi kategorize etmekten vazgeçmeliyiz. Ortak paydamız demokrasi olmalı ve demokratik talepler “ortak yurttaşlık” felsefesi altında anlam, zemin ve işlev bulmalıdır.
***
Geleyim kendi üçüncü yoluma, yani iki tarafın çeşitli doğrularını alıp da yanlışlarını dışarıda bırakan yaklaşımıma:
1) Barış için “şeytan”la bile görüşülür demeyip “düşman”da bile bir ahlak, ilke ve tutarlılık aramak gerekir. Önünüzde her bakımdan iflas etmiş, kredisi tükenmiş ve geçmişteki berbat pratikleriyle anılan iki lider/parti duruyor. Burada bu iki liderin önemli noktası, DEM’lilerin onlarda buldukları sözde samimiyetleri değil, her türlü pratik ve düşünceleriyle güven vermeyen duruşlarıdır. Bu duruş çok sorunlu. Tarih böyle diyor.
2) O halde kiminle görüşülecek? Şunlarla: Çeşitli sol partiler, işçiler, emekliler, öğrenciler, sendikacılar, sivil aktivistler, gazeteciler, akademisyenler, aydınlar, işsizler, kadınlar, feministler, çevreciler, toplumsal hareketler, özgürlükçü kişiler, köylüler, çiftçiler, esnaf, bilim insanları, eğitimciler yani tüm halk kesimleri, avam veya elit demeden herkes.
3) “Barışın toplumsallaşması” sağlanmadan “yukarıdan” devletin aldığı kararlar belki barış yolunda gerekli demokratik kurumsallaşmalar için ön açıcı imkanlar sağlayabilir ama barış, biçimsel olarak devletle yapılsa bile asıl halkla yapılmalı ve barışın kamusallaşması için halkın onay, ilgi ve beklentileri sağlanmalıdır.
4) Barış “projelendirilmeli”dir. Örneğin “anadilinde eğitim” konusu bir model eşliğinde somutlaştırılmalıdır. Okulda “Kürtçe eğitim” talebinin demokratik bir insan hakkı olduğu tamam da pratik gereklilik ve sorumluluklar çerçevesinde bunun nasıl uygulanabileceğinin modeli kurulmalı ve bunun için insanlarda bir bilinç oluşturulmalıdır. Mesele sadece PKK’nin silah bırakması olmamalı. Barış, silahın ötesinde, toplumsal bir sorundur. Gündelik hayata dokunmayan bir barış işe yaramaz.
5) Barışın pazarlığı yapılamaz; barış sadece toplumsallaştırılabilir. Bu da çok uzun vadeyi, köstebek gibi çalışmayı ve farklı kesimlerle ilişki kurmayı gerektirir.
6) Erdoğan/Bahçeli modeli yerine olası ve mümkün bir “demokrat” CHP iktidarı için çalışıp ve tüm eski kötü bagajı (tek partili CHP, isyanlar, kırımlar vb.) bir kenara koyup bugünün yükselen muhalefetine destek verilmelidir. Türk ve Kürt birlikteliğinin sinerjisi yaratılmalıdır. Erdoğan/Bahçeli’nin bir hedefi de bu sinerjinin yaratılmasını engellemektir çünkü her iki parti de hızla erimektedir.
7) DEM tarafı AKP’nin “Kent Uzlaşası”nı kriminalleştirmesine daha fazla tepki göstermelidir zira bu aleni ittifak eğer yeterince savunulamazsa, bir sonraki adımda DEM’lilerin yine “teröristleştirilmeyeceği” ne malum?
8) Batı, Türk veya sosyalistlerin de Kürtleri artık “iktidarın oyuncağı” gibi görmek ve göstermekten imtina etmesi gerekir. Bu tutum, sorunu hafife almak, Kürtleri aşağılamak ve hafifsemek demektir. Kürt Sorunu, Türk’ün de bir sorunudur. Bu ortak anlayışa ancak “barışın toplumsallaştırılmasıyla” varılabilir.
***
Sonuç olarak; iktidarın bir stratejisi olan Türkleri (solcuları) ve Kürtleri (yurtseverleri) birbirine düşürüp iki kesimi birbirinden ayırmaya karşı koymak gerekir. 23 yıldır AKP iktidarı altında çok şey kaybettik. Eğer birleşirsek, kazanacağımız koca bir dünya var. Bizi döven tek kişi ama biz çoğuz, çoğunluğuz. Şöyle bir anketlere bakın ve artık “Erdoğan seçim yapmaz” demeyin. Eğer biz halk isek, gücümüzün kapasitesini açığa çıkarmanın tam zamanı. Saray’ın talepleri yerine, sokağın sesine kulak verirsek, barışı da oradan kurarız. Artık anlamak lazım: Erdoğan dönemi uzatmaları oynuyor ama maçın sonucu belli. Bu oyunda hep “seyirci” olanlar hızla “taraftar” olmaya başladılar. Taraftarlar, iki taraf istemiyor. Hepimizin çıkarı bir ve tek. Demokrasiyi hep birlikte istersek, kazanırız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.