Biliyoruz ki o günkü kadınların yürüyüşü Komün Mezarlığı’na çok yakın olan Gambetta Meydanı’nda başlamasaydı ne ilk kadın fotomuhabir olan Gerda Taro’yu yakından tanıyabilecektik bizler ne de Ravensbrück Toplama Kampı’ndaki kadınların yaşadıklarını iliklerimizde hissedebilecektik. Her aklımıza geldiğinde, iyi ki o gün, o saatte orada idik dememizin bir sebebi de budur
“Gittiğin her yerde
Bu işkencelerden söz et
Bu cehennemde yaşayan
Kardeşinden
Öteki kardeşine ilet
Öylece!”
Neruda
Çok eski değil, daha geçen sene 8 Mart’ta yaşadık biz bu olayı. Biliyoruz ki o günkü kadınların yürüyüşü Komün Mezarlığı’na çok yakın olan Gambetta Meydanı’nda başlamasaydı ne ilk kadın fotomuhabir olan Gerda Taro’yu yakından tanıyabilecektik bizler ne de Ravensbrück Toplama Kampı’ndaki kadınların yaşadıklarını iliklerimizde hissedebilecektik. Her aklımıza geldiğinde, iyi ki o gün, o saatte orada idik dememizin bir sebebi de budur.
Yürüyüşün mezarlığa yakın olduğunu duyar duymaz, bir grup Türkiyeli kadın olarak, mezarlığın kapısında buluşma sözü vermiştik kendi aramızda.
Hazır Gambetta’ya kadar gitmişken ardılları olarak, yürüyüş öncesi Komün Mezarlığı’na da uğrayalım istedik. Uğrayalım da Komün Duvarı’nın önünde, bugünün yaratıcılarına selama duralım, kulaklarını çınlatalım Olympe de Gouge’un, Louise Michel’in, Theresa Serber Malkiel’in, Ines Armand’ın, Clara Zetkin ve diğer binlercesinin. Hem feyz alalım onlardan hem de şarkılarımızı söyleyelim hep birlikte, gür bir sesle.
“Dünya yerinden oynar” diyerek vardık Komün Duvarı’nın önüne, “Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa!” Ellerimizdeki mimoza ve karanfillerimizi bırakıp birkaç fotoğraf çekerken fark ettik yan tarafta bizi ilgiyle izleyen, bizim yaşlarda bir kadını. Tek başına durmuş bize bakıyordu ve elinde içi renkli çiçeklerle dolu küçük bir sepet vardı.
Davet ettik, geldi. Gelir gelmez de “Bu çiçeklerin anlamı ne?” diye sordu bizim mimoza ve karanfilleri göstererek, sonra elinizdeki mor rengi pankarta bakıp “Neden bu üç rengi seçtiniz bugün?” diye ekledi. Gerçekten de mor renkli pankartın üstünde sarı mimozalar ve kırmızı karanfillerimiz hayli dikkat çekici idi.
Türkiyeli bir kadın grubuyuz, birazdan 8 Mart yürüyüşüne katılacağız, yürüyüş öncesi komünarları ziyarete geldik, doğal olarak da pankartımız mor renginde bugün.
Karanfiller de komünarlar için dedik, kızıl renkleri nedeniyle seçtik, her birine birer tane koyacağız. Mimozalar da kadınlar için. Bakmayın bunun çok fazla kırılgan göründüğüne, aslında güçlü bir çiçektir, hem çok fazla emek ve bakım gerektirmez mimoza, üstelik de kış aylarında, zemheride çiçek açarlar. Hem sapsarı renkleri ile neşe saçıp, içimizi ısıttıkları için hem de insana coşku ve umut verdikleri için bugün mimozalarımızla geldik.
Güldü, kendisinin İspanyol olduğunu söyledikten sonra çantasından bir bayrak çıkardı. Ne beklediğimiz gibi kızıl bayraktı bu ne de günümüzdeki İspanya bayrağı; sarı, mor ve kırmızı renklerde yatay şeritlerden oluşan bir bayraktı. Gerçekten de renkleri bizim çiçek ve pankart ile ne kadar da uyum sağlıyorlardı.
“Adım Rose-Marie” dedi, “İspanyol Cumhuriyetçileri Dostları Grubu’nun Paris Bölgesi temsilcisiyim. Her yıl gelir, Fransa’da, Alman işgaline karşı mücadelede yitirdiğimiz İspanyolları ya da İspanya’da Franko faşizmine karşı mücadelemizde bize destek verirken yitirdiğimiz canları ziyaret ederim. Her birine bizim bayrağın renklerinden çiçekler bırakır, onlarla sessizce söyleşirim.
Bu sene de bunun için geldim, sizde de aynı renkleri görünce dikkatimi çektiniz. Ziyaretlerimin geri kalan bölümünde bana eşlik etmek ister misiniz? Hepsi de bu çevrede zaten, fazla uzaklaşmış olmazsınız, geç kalmazsınız yani yürüyüşünüze; birkaç yıldır hep yalnız geliyorum, gelin hem de tanışmış olursunuz onlarla, kim bilir belki de hikayeleri çok tanıdık gelecektir sizlere.”
Önerisini memnuniyetle kabul edip, elimizde kalan birkaç karanfili de onun çiçek sepetine ekleyerek hep birlikte yürümeye başladık.
Çok fazla gitmemize gerek kalmadan 10-15 metre sonra durduk. İlk durağımız Komün Duvarı’nın tam karşısında sol tarafta kalan, İspanya İç Savaşı’nda; Enternasyonal Tugaylarla birlikte (İspanyolca Brigadas Internacionales) çarpışırken yaşamlarını veren Fransız gönüllüleri için yapılan anıt idi.
Elindeki bayrağı içimizden birinin eline tutuşturduktan sonra, anıtın üzerine çiçekleri serpiştirirken bir yandan da anlatıyordu.
“Günümüzden neredeyse 90 yıl önce, 1936’daki seçimler İspanya soluna iktidarın kapısını açıp Halk Cephesi’nin kurulmasına yol açmış ama Almanya ve İtalya’nın desteğiyle milliyetçi, dindar, faşist ve kralcı güçlerin birleşerek seçilmiş hükümete karşı darbe yapıp, açıktan cephe almasıyla ülke ikiye bölünmüş, iç savaş başlamıştı.”
İç savaşı başladığında Fransız Komünist Partisi’nin sekreteri -şu az ileride siyah anıtın altında yatmakta olan Marice Thorez imiş- diyerek başladı söze. “Enternasyonal Tugaylar fikrini ilk ortaya atan da oymuş aslında. Onun bu düşüncesinden etkilenen, Komintern Avrupa Propaganda Başkanı Will Münzberg 1936 Eylül’ünde Stalin’e İspanya’ya gönderilmek üzere bütün ülkelerdeki işçiler arasından askeri deneyime sahip gönüllülerin toplanması önerisini getirmiş. Amaç mümkün olan en fazla komünisti, ama aynı zamanda anarşistleri, sosyalistleri hatta sıradan gönüllüleri de bir araya getirerek İspanya Cumhuriyeti’ne yardımcı olmak.
İspanya’nın bu yardım önerisini kabul etmesi ve Ekim 1936 tarihli bir kararnamesi ile Uluslararası Tugaylar resmen kurulmuş oluyordu. Aslında, resmi kuruluştan önce de birçok genç komünist; kendi olanak ve çabalarıyla İspanya’ya ulaşmış ve antifaşist halk cephesinde yerini almıştı. Resmiyet, işi daha örgütlü yapmış ve genele yaymıştı.
53 farklı ülkeden gelmiş antifaşist gönüllülerden oluşan bu tugay 1936-1938 yılları arasındaki İspanya İç Savaşı sırasında ‘No Pasaran’ şiarıyla faşizme karşı cansiperane bir direniş sergiledi. ‘No Pasaran’ diyorlardı, Enternasyonal Tugaylar da İspanyol yoldaşlarına, sizin ve bizim iyiliğimiz için faşizme geçit yok bu topraklarda!”
Anlatısı bittikten sonra, kendisine İspanyol İç Savaşı’nı ve Enternasyonal Tugay’ı çok iyi bildiğimizi, bizim açımızdan bu savaşın bir ölüm kalım savaşı ve dünya devrimci hareketinin kilometre taşlarından biri olduğunu söyledik. Bu kilometre taşından örnek alan bizim ülkemizin devrimcilerinin de, az sayıda da olsa, 70’li yıllarda Filistin’e giderek İsrail’e karşı savaştıklarını anlattık.
İlk Enternasyonal Marşı’mızı orada, Enternasyonal Tugaylar Anıtı’nın başucunda hep birlikte söyledik; o İspanyolca, bizler Türkçe, nakaratlar Fransızca.
Marş bittikten sonra anıtın arkasından yarısı görünen başka bir anıta dikti gözerini.
Komünarları her ziyaret ettiğimizde, tamamını görmesek de, bileklerinden bağlı eller ile yaşanılan vahşet ve tutsaklığı bir mertek gibi gözümüze sokan anıta.
Öyle bir anıttı ki bu, umudu da veriyordu size, yok oluşu da… Ellerden biri; ölümü ve tükenişi gösterir gibi yere bakıyordu, diğeri umut ve direnç timsali “ne yaparlarsa yapsınlar yok edemeyecekler bizi” der gibi yarı havaya dönüktü.
“Ravensbrück Toplama Kampı Anıtı” dedi yavaş bir sesle; “bu kampın Reich’ın en büyük kadın kampı olduğunu biliyor muydunuz? Ya Auschwitz-Birkenau’dan sonra ikinci en büyük toplama kampı olduğunu? Elbette, o toplama kampında, o işkence merkezlerinde kalan kadınları temsil ediyor o bağlı eller de. Her sene gelir, onlara da çiçek bırakırım ben, hem bütün İspanyol kadınları hem de dünya kadınları adına, haydi, gelin yakından bakalım biraz da onlara.”
Bulunduğumuz yerden neredeyse elimizi uzatsak dokunabileceğimiz kadar yakındı anıt ama aramızdaki aşılmaz yeşil bir çit ona yaklaşmamızı engelliyordu.
Brigadlardan biraz aşağı yürüyüp sağa döndükten sonra hemen sağımızda bulduk onu. O an anladık, yıllardır onun sadece yarısını görmüş olduğumuzu.
Tek başına bilekten bağlı bir el değildi karşımızda duran; granitten yontulmuş, düzgün kesilmiş bloklardan oluşan bir duvarın önünde, kayalık bir kaosun içinde iki devasa ön kol idi gördüğümüz. Öyle bir ön kol ki; kadınların yaşadığı tüm vahşet ve zulüm adına onlara bir şey eklemenize gerek yoktu. O zulüm karşısında blokların sağ tarafına eklenmiş olan “Burada Nazi vahşetinin şehitleri olan sürgün edilmiş kadınların külleri yatıyor. 1939-1945” notu bile gereksiz geliyordu insana. Heykel gerçekten konuşuyordu bütün Nazi tutsağı kadınlar adına.
“Kampta çoğunluğu Polonya ve Sovyetler Birliği olmak üzere otuz ülkeden toplanmış olan kadınlardan oluşan 50.000 tutuklu vardı” diye başladı konuşmaya Rose Marie: “Her türden kadın vardı aralarında; siyasi tutuklular, asosyaller -özellikle Çingeneler ve Sintiler-, Yahudiler, Yehova Şahitleri. Hatta suçlular, tembel insanlar veya ırk kirleticileri olarak tanımladıkları kadınları bile getirmişlerdi buraya.
Ravensbrück tutsakları olan bu kadınlar, sürekli kötü muameleye maruz kalıyor, dövülüyor, çalışmaya zorlanıyor ve artık çalışamayacak duruma geldiklerinde, hiçbir sebep gösterilmeden oracıkta öldürülüyorlardı; sinek kadar bile değeri yoktu SS’lerin gözlerinde.
1942 yılına kadar açıktan kurşuna dizme uygulaması yaygınken bu tarihten sonra, bu tür tutuklular Auschwitz ve diğer imha merkezlerine nakledilmeye başlanmış. Birçoğu da kamp revirinde, “ehil hemşirelerin” yaptıkları zehirli iğnelerle idam ediliyorlarmış zaten.
Sadece ölüm biçimleri değildi değişen bu tarihte. 1942 yazından itibaren kadın tutuklular üzerinde tıbbi deneyler de yürütülmeye de başlanmıştı. Bu deneylerin birinci serisinde, sülfonamidlerin savaş yaralılarının tedavisindeki etkinliği ölçülürken ikinci seride ise kemik, kas ve sinirlerin yenilenmesi ve kemik naklinin mümkün olup olmadığı ele alınıyordu. Deneye tabi tutulan kadınlar içinde ölenler de oldu, bu uygulama nedeniyle vücutlarında iyileşmeyen yaralar açılanlar da. Yaralar tedavi edilemediği için bunlar da hemen idam ediliyordu. Ölmeyip de sağ kalanların çoğu da bu deneylerin vücutlarında bıraktıkları ve ömür boyu kurtulamadıkları etkilerle boğuşmak zorunda kaldı.
Bu kadarla da kalmadılar tabii; 1942 yılında SS’ler bazı toplama kamplarında bildiğiniz genelevleri kurdular. Çoğunuz bu soykırım ile ilgili izlediği filmlerde görmüştür bu tür sahneleri. Peki o vahşet ortamında ne işe yarıyordu bu genelevler? Kendilerinden beklenen üretim kotasını karşılayan veya aşan mahkumları ödüllendirmek için kadınları sömürmekti tabi ki. İşte bu genelevlerinde çalışmaya zorlanan kadınların çoğu bu Ravensbrück Toplama Kampı’ndan getirilen tutsaklardı. Bunların sayısının yüz civarında olduğu tahmin ediliyor. Diğerleri ise kamp yönetiminin ‘gönüllü’ olanlara ayrıcalıklı muamele veya altı ay sonra serbest bırakılma sözü vermesi üzerine orada çalışmayı seçtiler. Tahmin edebileceğiniz gibi bu kadınların hiçbiri serbest bırakılmadı.”
Son cümlesini tamamladıktan sonra derin bir sessizlik çökmüştü ortaya. Ne o konuşmaya devam edebiliyor ne de bizler ağzımızı açıp bir kelime edebiliyorduk. Duyduklarımız karşısındaki öfke ve çaresizlikten nefesimiz kesilmiş, öylece ona bakıyorduk.
“Bu kadar vahşet ve üzüntü yeter, haydi biraz da Gerda’ya uğrayalım da onu da tanımış olun böylece. İnanıyorum ki çok seveceksiniz onu.”
Ravensbrück Anıtı’nın birkaç mezar ötesinde yatıyordu Gerda Taro.
“Uzun süre, sevgilisi ve ortağı Robert Capa’nın gölgesinde kalsa da Gerda Taro, ilk kadın fotomuhabirlerden biriydi” diyerek anlatmaya başladı Maria, Gerda’nın mezarını çiçeklerle donatırken: “İspanya İç Savaşı sırasında en ön saflarda kamerasını kullanmaktan çekinmeyen bu korkusuz kadının ve fotoğraflarının gün ışığına çıkması daha yenidir aslında, 2007 yılında Meksika’da Capa-Taro-Seymour üçlüsüne ait 4.500 negatifin bulunduğu bir bavul bulununcaya kadar fazla tanınmazdı da. Bu bavulun bulunması ve yapılan analizler sonunda sevgilisi Capa’ya atfedilen bazı fotoğrafların da Taro’nun eseri olduğu ortaya çıktı. Genelde öyle olmuyor mu sizce de; nice kadının emeği birlikte oldukları erkeklerin hanesine yazılmıyor mu?
1910 yılında Almanya’da doğmuş Gerda, Leipzig’de orta sınıf bir Yahudi ailesinde büyümüş. Gerçek adı Gerta Pohorylle imiş. 1933 yılında Nazi karşıtı bildiriler dağıttığı gerekçesiyle tutuklanıp hapis cezasına çarptırılmış, cezasını çekip cezaevinden çıktıktan sonra antifaşist muhaliflere yönelik baskıların artmasıyla birlikte Almanya’yı terk edip, Paris’e yerleşerek bir foto ajansında asistan olarak çalışmaya başlamış. Hem sanatçı ve entelektüel çevre ile tanışması hem de sonradan sevgilisi olacak olan Macar fotoğrafçı Endre Ernö Friedmann ile tanışması da burada olmuş. Sevgilisinden etkilenen Gerda, ilk kez bir fotoğraf makinası edinerek fotoğraf çekmeye başlamış.
1936 baharına basın kartını alır. Ancak basında çıkan bazı fotoğraf çalışmalarına rağmen, çektiği fotoğraflar bu isimle para etmeyince; o dönemler çok moda olan Amerikan isimlerinden birini seçerek, kendisine Gerda Taro adını vermiş, sevgilisine de Robert Capa. İsim değiştirmenin faydasını da görmüşler: Bir anda yok satmaya başlamış ikisinin imzasını taşıyan fotoğraflar.
Ve aynı yılın ağustos ayında, yeni isimleri ile birlikte Fransız basını için İspanya İç Savaşı’nı belgelemek üzere iki sevgili İspanya’ya doğru yola çıkmışlar.
Ufak tefek yapısı ve kızıl saçları nedeniyle İspanyollar onu “Küçük Kızıl Saçlı” diye çağırır olmuşlar.
Capa, nihayet şöhreti yakalar burada; ‘Cumhuriyetçi Askerin Ölümü’ adını verdiği o ünlü fotoğrafı bütün dünyada tanınmaktadır artık.
O kadar iç içe bir yaşamları vardır ki ikilinin; çektikleri fotoğraflara attıkları imzayı bile paylaşırlarmış. Ancak zamanla, cepheden gönderdikleri fotoğraflardaki Capa-Taro ismi çoğu zaman silinip sadece Capa ismine indirgenmeye başlar ve bu da fotoğrafların gerçek sahibinin kim olduğu konusunda bir karışıklığa yol açar.
Capa’nın artan şöhretinin yanında sönük kalmaktan ve sadece onun “eşi” olarak anılmaktan bıkan Gerda, arkadaşının evlilik önerisini reddedip, fotoğraf makinasını sırtladığı gibi cepheye döner. 1937 yılının Temmuz ayıdır ve Cumhuriyetçiler ile milliyetçiler arasında, Madrid’in batısında, Brunete’de kıran kırana bir mücadele vardır. Cumhuriyetçiler ve Enternasyonal Tugaylar bütün güçleri ile 1936 Kasım’ından beri kuşatma altında olan Madrid üzerindeki saldırıları püskürtmeye çalışmakta bir yandan da kuzey cephesini rahatlatmak için olağanüstü bir çaba ile savaşmaktadırlar.
Ve şu talihsizliğe bakın ki; Brunete Muharebesi hakkında haber yapmaya çalışırken bir tankın çarpması sonucu ağır yaralanır Taro. Tüm çabalara rağmen kurtarılamaz, ertesi gün 26 Temmuz 1937’de hayata gözlerini kapar. Henüz 27 yaşında.
O gün bu gündür, görev başında öldürülen ilk kadın fotomuhabir olarak anılıyor adı.”
Belki konuşmaya devam edecekti ama saate baktığımızı görünce gülümsedi:
“Yürüyüş saatiniz geldi, değil mi?” dedi. “Haydi sizler yürüyüşünüze yetişin ben de birkaç anıta daha bırakayım bu üç renkli çiçeklerimi. Eskisi kadar güçlü değilim, uzun yürüyüşler yapamıyorum. Benim 8 Mart’ım da bu işte. Komünarların bağrında yatan kadınlarımızla söyleşiyorum gün boyu..” dedikten sonra teşekkür ederek kucaklaştık. Komün Mezarlığı’na her geldiğimizde, İspanya İç Savaşı, Ravensbrück Toplama Kampı Anıtı ve Gerda Taro’ya uğrayacağımız sözü ile mezarlığın çıkışına doğru yöneldik. Elimizde pankartımız, dilimizde kadın marşımız:
“Biz geçmişi olmayan kadınlarız
Tarihi olmayan
Ta bilinmeyen zamanlardan, kadınlarız
Biz kara kıtayız
Ayağa kalkalım kadın köleler
Bariyerleri kıralım,
Kalk ayağa! Ayağa kalk! Ayağa kalk!
Köleleştirilmiş, aşağılanmış kadınlarız
Satılan, alınan, tecavüz edilen,
Bütün evlerdeki kadınlarız
Dış dünyadan kovulan.
Sadece biz kadınların kaderinde
Birimizden birimiz umursanmıyor
Biz kadınları bölmüşler
Diğer kardeşlerimizden
Öfke zamanı geldi, kadınlar
Bizim zamanımız geldi
Artık gücümüzü bilelim, kadınlar
Binlercemize kendimizi anlatalım
Hadi kendimizi tanıyalım, kadınlar
Birbirimizle konuşalım, birbirimize bakalım
Kendimizi zorlayalım, kadınlar
Hep birlikte başkaldıralım!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.