Onlar tek bi’ kişiden beklemiyorlar ki geleceklerini! Onlar geleceklerini kendileri inşa etmek istiyorlar: Kitapla, bilimle, sanatla…
Yağmur çiseliyor, işçiler sabahı doğurmak için İstanbul’da altı koldan; Topkapı, Edirnekapı, Kurtuluş, Beşiktaş, Köprü ve Cağaloğlu’ndan yollara düşmüş. Onlar yürüdükçe, sokaktakilerden alkış, balkonlardakilerden konfetiler, serpantinler, çiçekler yağıyor. Alkışladıkları işçilerin vakur edaları, farkında oldukları güçleri ve haklarını almak için “buradayız” deme cesaretleri. İşçi semtlerinden geçerlerken “bu rikkat” karşısında gözyaşlarını zapt edemeyenler olur! Ah hele o Taşlıtarla, Zeytinburnu ve Gültepe mıntıkalarından gelen işçiler yok mu? Üstlerinde ne bir palto ne bir pardösü ne bir kazak… 1961 yılının son günüdür… Gecesi yılbaşı…
“800 kuruşa et – Yaşamaya gayret et” yazar işçinin pankartında. “Sefalet cemiyetin ahlakını yok eder” diye yazmıştır bir diğeri. “Yaramızın ilacı grevdir” pankartını “Grevi suç sayan zihniyet suçludur” pankartı izler, onları da şu pankartlar: “Herkesin sahanında et kaynar – İşçinin sahanında dert kaynar”, “Derinlik 640 metre – Yevmiye 650 kuruş”, “Sosyal adalet istiyoruz”, “Kimimiz çalıştık – Kimimiz yedik – Kimimiz nutuk söyledik”, “Göbeğimiz yok ki kemerlerimizi sıkalım!”, “Mebusa zam – İşçiye gam”, “Patronlar Kadillaklı – İşçiler yalınayaklı”, “Eti kasapta, meyvayı manavda görüyoruz”, “Maaş 350, kira 150, halimiz belli”, “Sosyal haklar tartışma konusu olamaz” … ve nicesi… “Bu vatanda nimet de külfet de müşterektir…”
Başörtüsünün önünden çıkan beyaz saçları dalgalanmış rüzgârla… Elinde pankartı, üstünde “İnsan gibi yaşamak” yazılı… “Maluliyet aylığı 120 – Ev kirası 150 lira” yazılı pankartı da bir kadın işçi taşır. 50’sinde ya var ya yok. Hemen arkasında yine kadın işçiler. Başlarında eşarpları. Annemiz, teyzemiz gibiler… Karşı komşumuz… İçimizden birileri…
Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçilerin Saraçhanebaşı’na varıp da meydanı hıncahınç doldurduklarında saat 10.30’dur. Daha sonra gelen işçilerdir karşıdaki İtfaiye Meydanı’na taşanlar ve yolları kaplayanlar… Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk kitlesel işçi mitinginin yeridir Saraçhane. O gün bugündür üretenlerin gücüdür oradan yankılanan. Atalarımızın, analarımızın ayak sesleri, kalp atışları orada bekler “mutlaka bir gün”ü… Haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı, özlenen adalete kavuşmanın pınarbaşıdır Saraçhanebaşı. Hani 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a paylaştığımız şiiri vardır ya Nâzım’ın,
“Türkiye işçi sınıfına selâm
Selâm yaratana
Tohumların tohumuna
Serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.” (1)
diye başlayan… işte 31 Aralık 1961’deki mitinginden sonradır onu yazması… Nâzım’ın dizeleridir orada dolaşan… Saraçhane ruhundadır dayanışarak hak aramanın güzelliği…
O gün, Maden-İş Genel Başkanı olan Kemal Türkler kürsüden şöyle seslenir: “Bugün Türk işçisinin yıllardır beklediği hürriyeti tattığı gündür. Fakat kuru kuru hürriyet de bir mana ifade etmemektedir. En mühim hürriyet iktisadi hürriyettir. Türk işçisi patronun baskısından kurtulmadıkça bu memlekette iktisadi hürriyetten bahsedilemez.”
Tarihi Saraçhane Mitingi’nden fotoğraflar. Cumhuriyet Arşivi, 1 Ocak 1962
Öyle bir mitingdir ki konuşmalar yapılmış, artık 11.30’da miting biterken, o mitinge önce izin vermeyen, izin vermemekte direten zamanın valisi ve belediye başkanı Korgeneral Refik Tulga, Belediye’deki odasından mitingi takip ederken alandaki kürsüye fırlamış, işçiler şaşkınlık içinde kürsüye bakarken bir de ne duysunlar Tulga’dan: “Bütün dâvalarımız, hepimizin dâvasıdır ve hem Anayasa hem de Hükümet tarafından benimsenmiştir. Göstermiş olduğunuz intizamdan dolayı huzur ve iftihar duyuyorum!”
Peki sonrası ne? Sonrası tufan mı 1961 Saraçhane Mitingi’nin? Olur mu? Sonrası 1962 Açlar Yürüyüşü, 1963 “Kanunsuz” Kavel Grevi, 1967 DİSK’in kuruluşu… yükselen işçi hareketi…
Sonrası ne yazıktır ki darbeler…
Gençliğimde tıklım tıkış otobüslerde ön kapıda sıkışmış kalabalıktan yükselen şu sesi hiç unutmam: “Geriye doğru ilerleyelim beyler!”
24 Mart 2025… Bir gün önce 15 gündür yattığı hastaneden taburcu edilen arkadaşımın evini ısıtıp-toplayıp-süsleyip, yemeğini-yatağını yapıp, ona evinin kapısını açtıktan, geceyi ve ertesi günü de onunla geçirdikten sonra motora binip Beşiktaş’a vardığımda kararlıydım 30M’ye binmeye. Karşıdan gelsem vapura, Boğaz’dan gelsem motora binerim. Beşiktaş’a gelir, oradan da tabanlara kuvvet tırmanırım Akaretler Yokuşu’nu, varırım Teşvikiye’ye… Çok enderdir 30M’ye bindiğim, otobüsle çıktığım…
Sırtımda koca bir çantayla karşıdan karşıya geçecekken gördüm Dolmabahçe’den gelen araçların yolunun kesildiğini ve orada ellerinde pankartlarla bir kalabalığın beklediğini… O anda vazgeçtim otobüse binmekten! Hadi yan yeşil ışık! Bir karşıya geçişim var, sandım ki uçuyorum! Akaretler Yokuşu’nun başlangıcına vardığımda kalabalığın çoktan yokuşu tırmandığını gördüm. Vazgeçer miyim? Geçmem. Her zaman salınarak çıktığım bu yokuşu koşarak çıkarken artık kalabalığa iyice yaklaşıyor ve pankartlardaki sloganların kimini okuyabiliyor, atılan sloganları da duyabiliyordum. “İTÜ burada” ilk okuduğum pankarttı. “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sesi bütün Akaretler’e yayılıyor, bir tek kaldırımdakiler mi alkışlıyor… pencerelere, balkonlara çıkanlar da alkış tutuyor, tencerelere, tavalara vuruyorlar, bir cümbüştür gidiyordu… Oh! Daha Akaretler bitmeden yakalamıştım işte kalabalığın en arka sırasını!
Gülümsedim. 2013 Mayısının “Merak etme anne ben arkalardayım” sloganı geldi aklıma… Ben artık olsa olsa, “Merak etme kızım ben arkalardayım” diyebilirdim. Yine de 19 yaşında mıyım, 66 mı derken, 19’da karar kıldım. Bir atak yapıp en arkadan içlerine değil ama vardım yanlarına… Bertolt Brecht’in hangi şiirini sevmiyordum ki onu sevmeyeyim, bayılıyordum… Sadece bugün değil, dün de önceki gün de sıra İstanbul’a gelmeden de sesim, ömrümce inandığımı ve dillendirdiğimi bütün gürlüğünce haykırdı: “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” Üniversite öğrencisi kızlar, erkekler seslerini yaran sesimi duyup bana baktıklarında bir alkış koparttılar! “Bravo anne!” diyerek… Demek, 66 yaşındaymışım… Dolu dolu gülerek ben de alkışladım onları!
Yürümeye devam ettim, hızlarına ayak uydurmak için çaba göstererek… Ankara’da mı yürüyordum bir avuç devrimci ile faşist işgali altındaki okuluma… Taşlarla saldıracaklar mıydı şimdi? Minibüse zor mu atacaktık kendimizi? Taş, camı kırıp başımı mı yaracaktı? Elimi başıma götürecektim, kulağımın arkasına… kanayacaktı ya şimdi… Hacettepe Acil’e kim götürecekti beni? Aylarca saçlarımın arasından unufak olmuş camlar mı gelecekti elime? Kaç yaşındaydım? 66 da nereden çıkmıştı? Aklımda dün, karşımda bugün. Maçka Parkı’na varmıştık. Benim parkıma… Ağaçlarıyla konuştuğum, karış karış bildiğim, daha iki gün önce papatyalarının fotoğraflarını çekip Can Yücel’in “Papatyalar Açarken” şiiriyle paylaştığım Maçka Parkı’na… Polisler dizili park girişi boyunca… Koyu gri kocaman araçlar peş peşe… Savaş mı var? TOMA değil de başka bir şey, kim neresine oturup da sürüyor onları, kapısı neresi, nereden girip nereden çıkılıyor, belli değil… Korku salıyor… Ama aşılmış korku duvarı… “Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi…”
İki koldan ilerleyip… Akaretler’den yukarıya çıkan üniversiteli topluluk, Harbiye’den Kedili Park’tan aşağıya inen üniversiteli toplulukla Maçka Parkı’nın önünde buluşunca Orhan Veli’nin dediği gibi çiçekler gürültüyle açıyor, gürültüyle çıkıyor duman topraktan! “Çapa Diş burada” yazıyor birinin elinde, diğerinin “Koç burada!” “Boyun eğmiyoruz” diye yazmış biri, “Haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe…” Ezcümle “Buradayız” diyor gençler, “Bizi görün, bize kulak verin!”
İlk oylarını kullanananlar, daha 18’ine yeni girecekler de var aralarında… Onlar yürürken neler geçiyor aklımdan… Karınları tok mudur? Memleketten gelen harçlıkları ne kadar ola? Arkadaşlarla tuttukları evin kirası kaç para? Yurtta mı kalıyorlardır? Lokantada yemeye para yetiştirmek kolay mı? Ya defter kitap? Metro, vapur, otobüs… ulaşım bedeli? En son ne zaman sinemaya gitmişlerdir? En son ne zaman tiyatroya?
Yine genç Can çıkıyor karşıma… AST’ın oyunlarına bilet alabildiğimizdeki gibi çarpıyor kalbim… “Nereye Payidar” şarkısı geliyor dilimin ucuna…
“Nereye Payidar nereye
Nereye Payidar nereye
Yokuş bayır demesen de
Dere tepe düz gitsen de
Çıkmaz bu yolu bir yere
Nereye Payidar nereye
Nereye Payidar nereye
Bir gün gelip evlensen de
Kurtulmayı düşlesen de
Çıkmaz bu yolu bir yere
Nereye Payidar nereye
Nereye Payidar nereye
Şefle iyi geçinsen de
Bugün için sevilsen de
Çıkmaz bu yolu bir yere
Nereye Payidar nereye
Nereye Payidar nereye
Seninkiler direnişte
Bir sen yoksun içlerinde
Çıkmaz bu yolu bir yere
Nereye Payidar nereye
Nereye Payidar nereye
Gönlün yoksa ezilmeye
Sen de katıl direnişe
İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele” (2)
Yanında yürüdüğüm gence bakıyorum eğilip… Diline hangi oyundan hangi şarkı pelesenk olmuştur ya da olmuş mudur acaba? Sanatın sırası mı şimdi? Sırası. Tam da şimdi sırası… Romanlardan, hikâyelerden, şiirlerden, şarkılardan, oyunlardan güç alma vaktindeyiz… İsimlerden değil, eserlerden… Bir şarkı daha düşüyor aklıma… “Ekonomi tıkırında, ekonomi tıkırında, kriz var kriz var, bunalım var!” Küçük Adam Ne Oldu Sana’nın Ekonomi Bilmecesi…
Emekli maaşıyla kıt kanaat geçinen dedesi mi, anneannesi mi vermiş banka kartını bu gence, geçinsin diye? Maaş 15 bin, kira 25 bin. 1961 Saraçhane Mitingi’nde işçilerin taşıdığı pankartta ne yazıyordu? “Maaş 350, kira 150, halimiz belli” Babası KYK’dan çıkartıldığı öğretmenliğe 8 yıl sonra mı geri dönebilmiş? Annesinin çalıştığı fabrikada kaç işçi çıkartılmış işten? Dolandırmışlar mı abisini? Banka, abisinin para olmayan hesabından dolandırıcıların çektiği kredinin taksitlerini ödemesini mi istiyormuş abisinden? Büyük ablası işini kaybetmekten, küçük ablası işe girememekten mi korkuyormuş? Gözaltına mı alınmış oda arkadaşı? Kime ev baskını yapılmış bu sabaha karşı? Gazetecilerden tutuklanan kimmiş bugün? Gençlerden biri “Cezaevi büyükse hepimiz geliyoruz” yazmış pankartına. Dedim ya; korku duvarı aşılmış… Artık tutamıyorum, gözlerimden yaşlar akıyor… Özgür olmalısınız, diyorum içimden, özgür! Erasmus Bursu’nu kazanmasına rağmen değil vize, daha vize randevu tarihi bile alamadığı için yanmış mı bursu? Gidememiş mi İtalya’daki üniversiteye? Kardeşi atanamamış öğretmen miymiş? Çocuk bakarak mı çıkarıyormuş harçlığını? Üniversite mezunu kuzeni işe giremeyince, inşaat işçisi mi olmuş? 6 Şubat depremlerinde mi yıkılmış evleri? Kim kalmış ailesinden? Ne kalmış şehrinden? Güven duygusu mu yitmiş, insanlıkla birlikte… Baba şiddetinden kaçtığını sanırken şiddetin kucağına mı düşmüş şimdi? Nâzım’ın 1930’da yazdığı “Nikbinlik – Güzel günler göreceğiz çocuklar” şiirini kaç yıl, kaç asır olmuş söylemekten yorulmamışız. Olmuş 2025, güzel günler gösterememişiz çocuklara-gençlere… Motorları maviliklere sürememişiz… İçim cız ediyor… İçten içe şarkının şurasını tekrar tekrar söylüyor kalbim: “İnanın çocuklar, çocuklar inanın! Güzel günler göreceğiz!” Kızım Can haklı; onun dediği gibi: “Başka bir dünya mümkün derken hayâlini kurduğumuz ütopyanın da aslında gerçekleşmeyeceğini bile bile bu hayali kurmaya devam ediyorsak bitmek tükenmez umudumuzdandır. (…) Bu yüzden tanımlı tüm sistemlerin üstündedir umudumuzun karşılığı.”
Bir araç mı geçiyor, coşkunun zirvesinde haykırıyor gençler: “Bas bas, kornaya bas!” Basıldı mı kornaya, bir alkış kopuyor. Çalışanlar çıkmış işyerlerinin önüne, kimileri alkışlıyor, kimileri şaşkınlıkla seyrediyor. Bir kadın “Gurur duyuyoruz sizinle” diye sesleniyor gençlere. Gençlerden o da alkış alıyor! Mutfak önlüğüyle lokantadan çıkan genç kız gıptayla bakıyor üniversiteli gençlere ve avuçları patlarcasına alkışlıyor onları. Onların kendisi için de yürüdüklerini hissediyor. Saçları bembeyaz bir ihtiyar delikanlı ilişiyor gözüme. Bacaklarını bitiştirmiş birbirine, dimdik durmuş ve kaldırmış kolunu, yumruk yapmış; saygıyla selamlıyor gençleri. Boğazım düğümleniyor. O da acılı kuşaktandır benim gibi… Bizi içimizden kırdıklarını dışımız göstermese de biz Ahmet Erhan’ın “Bugün de ölmedim anne” dizeleriyiz. Günde on, on beşimizin takır takır öldürüldüğü, her biriyle bizim de ölüp ölüp dirildiğimiz zamanlardan geldik. Bizim ümidimiz, düşümüz vardı, devrim deyince yüzümüzde güller açardı… Ya bu çocuklar? Bu gençler? Her biri azılı teröristlermiş gibi anlatılan, gösterilen, yok sayılmak istenen…
Saraçhane’ye yürüyeceklermiş buradan. Anayasanın verdiği toplanma ve ifade özgürlüğü haklarını kullanan üniversiteli gençlere sıkılan biber gazı, TOMA’nın suyu, şiddet, orantısız güç beni mahvediyor! Anayasanın 34. maddesi “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”, 26. maddesinin 1. fıkrası da “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar” der.
Gecenin soğuğunda elleri arkadan kelepçelenmiş, görmedikleri hukuku ve adaleti aramak için çıktıkları sokakta suçlu bulunup yere yatırılarak bekletilen gençlerin fotoğrafları, videoları gitmiyor gözümün önünden! Karakolda yer yokmuş, onun içinmiş… Aklım onlarda. Ne oldu onlara? Nerede, ne haldeler? Akaretler Yokuşu’nu peşlerinden tırmandığım, yanlarından yürüdüğüm gençler de var belki içlerinde! Üstümüz açık uyuyakaldıysak “Uyuyanın üstüne kar yağar” diyerek usulcacık üstümüzü örten annelerin çocukları değil miyiz biz?
“Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
(…)” (3)
Ya, Saraçhane’de polis şiddetinden kaçarken gençlerin ayaklarından çıkan ayakkabılar… Kaybolan ayakkabılardan bir kule olmuş… Sabah, bir ağaca ve polis barikatlarına asmışlar ayakkabıları… Çocuklar bu soğukta kimbilir nasıl döndüler o gece evlerine, yurtlarına? Bir ayaklarında ayakkabı, öteki yalınayak… Yeni alacak ayakkabı paraları var mı ki? Daha ayakkabısı ayağında paralanmadan yine nasıl para isteyecek annesinden? Üstelik ayakkabısının daha taksitleri bile bitmemişken… Tek ayakkabı ne işe yarar ki? Külkedilerine kim getirecek ayakkabılarının tekini? İyilik perileri nerededir kim bilir kötülüğün cirit attığı sokaklarda? Onlar külkedisi değil ki! Onlar tek bi’ kişiden beklemiyor ki geleceklerini! Onlar geleceklerini kendileri inşa etmek istiyorlar: Kitapla, bilimle, sanatla… 1961 Saraçhane Mitingi’ndeki işçi atalarımızın, analarımızın dediği gibi “nimette de külfette de müşterek”, eşit olduğumuz bir ülkede sonu mutlu biten hikâyelerin kahramanları olarak…
Saraçhane, 24.03.2025 Fotoğraf: Canan Kaya
Gözyaşlarımdan ayakkabıları göremez oluyorum. Onlar ayakkabı değil! Her ayakkabının bir adı var… her bir ayakkabının adı bir gencin adı. Deniz, Defne, Ali, Alara, Özge, Berke, Beste, Ege… Ah aklıma bir başka ayakkabı geliyor, altı delik… Hrant… Zamanlar kayıyor… Beynim bir dalgalı deniz… Çok sert vuruyor beynimin çeperine dalgalar… Beşevler’de okuldan çıktığımızda faşistin teki koca bir taşı atıyor bindiğimiz minibüsün camına, başım kanıyor… Gencecik çocuklarız. Abim Ümit daha öğrenci tıp fakültesinde. Ümit’i buluyorlar. Koşuyor Ümit, Acil’de geliyor başıma, tutuyor elimi… Tutuyor tutmasına ama daha iğne geçip de derimden, iplik yukarı doğru çıktığı anda bayılıyor… Haydaa, Ümit’i yatırıyorlar sedyeye.
Sokakta olmak bir yana, elbette neredeysek orasıdır direniş alanı. Direniş, hayatın kendisidir bizatihi. Bir gün bir mitingde yürümek, birinin kaleme aldığı bir metnin altına imza atmak değil. Baskının âlemi yok! Varlığınla, yazdığınla, çizdiğinle, ömrünle direnişlerin en âlâsını yapıyorsundur zaten sen. “Eylemsiz duyarlılık ruhu mahveder!” derken Edward Abbey, eylem dediği senin hayatındır.
Üniversite öğrencileri Maçka Parkı’na giriyorlar. Tabiat Ana dört koldan sarılıyor gençlere. Uzundur hiç böyle bir kalabalıktan dinlememişlerdi bir şarkı… Gençler “Güneş doğacak, açacak çiçek… Çav Bella… Çav Bella…” dedikçe yapraklar, dallar, karıncalar, arılar dans ediyor… Gençlerden birinin pankartında “BAU Konservatuvar” yazıyor, diğerinde “İTÜ Taşkışla…” Buraya gelirken otobüste attıkları sloganlardan küçük kız çocuğu korkmasın diye ona hep birlikte “Kırmızı balık kaç kaç” şarkısını söyleyen gençler bunlar… Aralarında Metin’i görüyorum. Metin’i mi? Metin öldü… 12 Eylül hapishanelerinde gençliğini aldılar Metin’in… Zeynep mi o? Zeynep Adana’da. Olur mu? Bizim sınıfta, ilk defa iki kız; Zeynep’le ikimiz faşist işgali kırarak giriyoruz sınava kapıda bize devrimci olduklarını söyleyen bir avuç erkekle birlikte… Emine’yle kol kola girmişiz, “Gülmeyin öyle” diye kızıyorlar bize. O zamanlar elbette Che’yi biliyoruz ama bilmiyoruz Che gibi “Gülmek, devrimci bir eylemdir” demeyi. Gençlerin arasından Atilla “gel” diyor sanki bana. Tam dünde adım atarken bugüne geçiyorum. Atilla 47 yıl önce öldürüldü ya sınavdan çıkarken… Faşistler göz göre göre öldürdüler ya onu… Üniversite gençleri Maçka Parkı’ndan Saraçhane’ye doğru yürüyüşe geçiyorlar.
Büyük Öğrenci Buluşması. Üniversiteli gençler Maçka Parkı’nda.
Saraçhane’de 1961 yılının son gününde ayağa kalkan işçilerin gözleri, üniversite öğrencilerinin yanında işçileri, sendikaları arıyor. Öğrencilerle işçilerin, işçilerle öğrencilerin dayanışmasını görmek için açık gözleri…
Ben Abdi İpekçi Caddesi’ne doğru çıkıp oradan bakıyorum Saraçhane’ye yürüyen gençlerin ardından… Sanki bir saldırı olsa açacağım kollarımı, hepsini kurtaracağım. Anneleriyim onların… Gençliğim 66’nın içinde saklı! Onları bırakıp bir türlü eve dönemiyorum… Durduğum yerde, Abdi İpekçi de vurulduğu yerden bakıyor Türkiye’nin geleceğine…
Bugün bayramın ilk günü. Çocuklar içerdeyken bayram mı kutlanır? Bayram takvimde yazdığı gün değil, özgürlüğün olduğu gün gelir!
_________________________
(1) Nâzım Hikmet, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları-2476 Delta-7, İstanbul, 2008, s. 1828.
(2) Bilgesu Erenus’un yazdığı “Nereye Payidar Nereye” adlı oyunda yer alan bu şarkının sözleri Çiğdem Talu’nun, bestesi Timur Selçuk’undur. Oyun, 1975-1976 döneminde Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) sahnelenmiştir.
(3) Nâzım Hikmet, age, s. 1552.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.