Çeyrek asra yaklaşan AKP iktidarının vardığı noktayı bir olağanüstülük, bir sapma, bir kuraldışılık olarak saptadığımız zeminde, sorun bir retorik sorunu olmaktan da çıkıyor. Sorun artık toplumsal-siyasal-tarihsel gerçekliği anlama sorunu haline, bir körlüğe ve de bir tür kolaycılığa dönüşüyor. Ortada bir kriz olduğu muhakkak. Ancak bu siyasal kriz durumu, Türkiye toplumunun kapitalist koşullardaki siyasal modernleşmesinin olağan hâlidir
Bir ezberle yaşıyoruz en az 10 yıldır: Karşımızdaki rejimin artık yönetemediği, yönetemedikçe “olağanüstü” birtakım yönetim pratiklerine meylettiği ve bu şekilde artan zulmünün “zalimin zeval bulması” sürecinin bir göstergesi olduğuna dair bir ezber bu. Bu ezber aynı zamanda öncesinde bir “olağan dönem”in olduğunu, Türkiye egemenlerinin asıl ve yaygın olarak, olağan yönetme pratikleri setine sahip olduğunu varsayıyor. Böylelikle ayrıksı, kuraldışı-normdışı, olağanüstü bir geçici dönem içinde yaşadığımız savlanıyor.
Her güne yeni soruşturma, gözaltı, operasyon, kayyum, tutuklamalarla uyandığımız mevcut durumu, sona doğru yaklaşan, rıza üretemez hâl aldıkça zoru pervasızca artıran, ömrünü uzatmak için çaresizce çırpınan bir rejimin son günleri gibi okuyor hem sistem içi muhalefet hem sistem dışı muhalefet.
Frenleri boşalmış kamyon metaforu yaygın biçimde kullanılıyor bu durumu anlatmak için. Veyahut ümitvar olmak adına “gecenin en karanlık zamanının gündoğumuna en yakın an” olduğu söylenegeliyor yıllardır. Bir yanıyla da zulmün sürdürülemez bir hâl aldığı, yönetememe krizini anlık olarak bir nebze çözse de daha da derinleştirdiğini söylenegeliyor, on yılı aşkın süredir. Bitti bitiyorlar, gitti gidiyorlar.
Diğer tarafta ise, bunların daha iyi günlerimiz olduğu, rejimin yönetemedikçe daha da saldırganlaşacağı, çok daha büyük saldırıların hazırlandığı söylenegeliyor en az 10 yıldır. Ümitvarlık ile felaket tellallığı hiç de çelişmeden birbirine karışıyor, birlikte var oluyor yıllardır.[1]
Peki ya durum böyle değilse? Peki ya aslında olağanüstü, ayrıksı, normdışı ve sürdürülemez bir dönem değilse bu içinde yaşadığımız?
AKP’li yılların başına döndüğümüzde, AB vizyonu iddiasıyla ve Derviş neoliberal programıyla küresel eşgüdüm çerçevesinde bir görece demokratikleşme sürecinden bahsetmek mümkün. Bu aynı zamanda AKP’nin tedirgin bir biçimde ve kaygan bir zeminde gerçekten iktidar olmaya çalıştığı, kendini rejimin esas sahibi gören askeri-bürokratik unsurlarla kapışırken toplumsal, siyasal ve dahi uluslararası meşruiyetini sağlam bir zeminde kurmaya çalıştığı bir dönem. Ve bu “altın çağ”ın toplumsal muhalefet açısından da bir genişleme dönemi olduğu da ortada. (Ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte bu anlamıyla hoyratça harcanmış, iyi değerlendirilememiş bir dönem.)
Peki bu dönemin bitip AKP rejiminin “olağanüstü” bir hâl almaya başladığı bir dönüm noktası arayacak olsak, hangi tarihsel durumları bir moment olarak koyabiliriz önümüze? Bir deneyelim:
Rejim bu yeni yüzünü net olarak 2009’da Tekel işçilerine saldırarak, Ankara kent merkezinde adı konulmamış bir olağanüstü hâli devreye sokarak ve nihayetinde Tekel Direnişi’ni bastırarak mı gösterdi ilk olarak?
Yoksa 2010’dan itibaren 1 Mayıslarda Taksim’e tüm hıncıyla saldırmaya, İstanbul kent merkezinde adı konulmamış bir OHAL ilan ederek kenti gaza boğmaya başlaması mıydı o dönemeç?
Erdoğan’ın 2006’da, “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacak” deme anı mıydı büyünün bozulduğu an? Ya da kana bulanmış 2008 Newroz’u mu yoksa 2012 Newroz’u mu? 2011’deki Roboski Katliamı’nı mı bir dönemeç olarak seçmeliyiz yoksa?
2011’de Hopa’nın gaza boğulması, öğretmen Metin Lokumcu’nun katledilmesi de bir dönemeç değil miydi? Ya devamındaki tutuklamalar, üniversitelere, gençliğe yönelen saldırganlık?
Yoksa 2011-2012’de AKP’nin Fethullahçı yapılanma ile birlikte başlattığı, Ergenokon, KCK, Devrimci Karargah çuval-kumpas davaları ile mı başlatılabilir tüm bu süreç?
Yoksa her şey, artan dinci otoriterleşme karşısında kimsenin öngörmediği bir biçimde Gezi Direnişi’nin 2013’te patlak vermesi ve devamında direnişin bastırılması ile mi başladı?
Peki 17-25 Aralık 2013, Fethulahçı yapılanma-AKP savaşının başlaması, iktidar bloğu içinde kılıçların çekilmesi seçilebilir mi bir dönüm anı olarak?
Veyahut Çözüm Süreci-Kürt Açılımı adı verilen birkaç yıllık bir başka “demokratik genişleme” döneminin 2014’te Kobanê süreci ile sekteye uğraması, Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” demesiyle mi yeni bir dönem başladı?
Veyahut 2015 itibariyle bu sürecin aniden sonlanması ve çatışmalı dönemin yeniden başlaması ile mi geçtik olağanüstü döneme? 7 Haziran mıydı o moment yoksa 1 Kasım mı? Yoksa 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı mı yoksa 10 Ekim 2015 Ankara Katliamı mı?
Ya da hiç şüphesiz 15 Temmuz 2016 ve onun devamında ilan edilen OHAL’den mi başlatmalı meseleyi? İzleyen süreçte MHP’nin iktidar bloğuna katılması ve 2017 referandumu ile tek adam rejiminin Anayasal bir zemine kavuşması mıydı yoksa aradığımız o keskin dönemeç?
Üstünkörü bir döküm sadece yukarıdaki. Bu “olağanüstülüğe” geçiş anını saptamak için girişeceğimiz basit bir düşünme süreci dahi en az 10 yıllık bir döneme yayılıyor. Ve bu momenti hangisi kabul edersek edelim devamında hem nicel hem nitel anlamda çok daha uzun ve yerleşikleşmiş bir “olağanüstü” dönem var. Olağan varsayılan dönem bu derece dar ve ayrıksı olan bir dönem aslında. Kuraldışı-normdışı, ayrıksı olanın kendisi aslında “olağan” addedilen dönem.
Türkiye’nin uzun ve sancılı siyasal modernleşme sürecinde mevcut hâlimizi, çeyrek asra yaklaşan AKP iktidarının vardığı noktayı bir olağanüstülük, bir sapma, bir kuraldışılık olarak saptadığımız zeminde, sorun bir retorik sorunu olmaktan da çıkıyor. Sorun artık toplumsal-siyasal-tarihsel gerçekliği anlama sorunu haline, bir körlüğe ve de bir tür kolaycılığa dönüşüyor. Bu körlükle üretilen kimi zaman pek ümitvar kimi zaman felaket tellalı söylemler ise geniş kitleler nezdinde artık bir yalancı çoban hikayesine dönüşüyor, bir heyecan, bir hareketlenme yaratmak bir yana kabak tadı veriyor.
Bir şey yapmalı, evet ve yeni bir şeyler yapmalı. Yeni bir yol da bulamıyor, yeni bir yol da açamıyorsak, bunun bir sebebini gerçekliği kavramaktan uzak hâlimizde aramakta da fayda var. Karşımızda bitti bitecek, yönetemez hale gelmiş bir siyasal iktidar olmadığının açık bir kanıtıdır yönetmeye talip olmaktan çok uzak halimiz.
Veyahut çok özel ve çok zorlu bir zamanda yaşıyor olduğumuza dair illüzyonumuz yetersizliğimizi, beceriksizliğimizi, ataletimizi, tembelliğimizi, dağınıklığımızı açıklamaktan çok uzak. 70’ler, 80’ler, 90’larda baskı, zulüm daha mı az, daha mı katlanılabilir yoğunluktaydı?
Ortada bir kriz olduğu muhakkak. Ancak bu siyasal kriz durumu, Türkiye toplumunun kapitalist koşullardaki siyasal modernleşmesinin olağan hâlidir. Türkiye toplumu kapitalist koşullarda ve kendi uluslaşma pratiği neticesinde ancak ve tam olarak böyle bir sürekli kriz haliyle yönetilebilir.
Ayrıksı olarak görmek istediğimiz aslında tam da olması beklenendir, demokratik genişleme, Anayasallaşma, insan haklarına saygılı bir hukuk devleti görünümüne bürünme dönemleri asıl ayrıksı olandır. Siyasal kriz hali, demokrasi krizi, hukuk krizi, anayasa krizi, toplumsal barış krizi Türkiye’nin kapitalist modernleşme sürecinin aslında tam olarak normalidir.
Ortada bir kriz olduğu muhakkak: Kriz en geniş haliyle muhalefetin kangren halini almış körlük, basiretsizlik, yetersizlik krizidir. Sosyalistler açısından ise, sadece yeni mücadele araçlarına değil, yeni ve gerçek bir programa, bu yeni programın üreteceği, toplumun içinden devşirilmiş ve topluma yayılmış yeni kadrolara ihtiyaç vardır. Sadece reaksiyona ve savunma hattına sıkışmış olarak değil, imkansızı da gerçekçi bir biçimde talep eden gerçek ve de ofansif bir program, bu programı gerçekçi biçimde var edecek kadrolar ve bir mücadele pratikleri seti gereklidir.
Ve asgari bir zeminde de olsa, bugün adı konulup yarın unutulan kampanyalarda değil, imkansızı talep eden gerçekçi bir program etrafında bir araya gelmenin ve birleşmenin yeni olanakları keşfedilmelidir, hem de hemen. Bir kriz varsa ortada, bu en çok bizim krizimizdir.
[1] Bu yazının yazarı da uzunca bir süre bu düşünme biçimine sahip olmuş, bu şekilde söylem üretmiştir, kendi eleştirilerinden azade değildir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.