Türkiye’de pleb faşizminin hiçbir zaman kendi bağımsız ajandası olmadı, her zaman yerel ve uluslararası güç sahiplerinin bir aleti olarak hareket etti. Bu nedenle bu akımı tanımlamaya en uygun kelimenin “kullanışlılık” olduğu söylenebilir. Tanım gereği ülke içindeki toplumsal sınıflar düzeyinde her zaman güçlünün güçsüzü ezmek için kullandığı bu akım, 1930’ların sonlarından beri çok değişik aşamalardan geçti, ancak uluslararası düzeyde diğer bağımlı ve az-gelişmiş ülkelerdeki “kardeşleriyle” birlikte hep aynı kaderi paylaştı: Emperyalizmin uzantısı olarak kullanılmak
I. Dünya Savaşı sonunda aralarında Osmanlı Devleti de olan klasik imparatorlukların yıkılmasıyla başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada milliyetçilik rüzgarları şiddetlendi, buna bağlı olarak da saldırgan ırkçı akımlar giderek önem kazandı. Tarihsel süreçte antik Yunan ve Roma’dan başlayarak diğer etnik grupları “barbar” tanımı altında aşağılama süreci 16. yüzyılda Avrupa kaynaklı “keşiflerin” başlamasıyla derinleşti, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bilimsel bir kisveye büründü. Bu süreçte insan grupları arasında deri rengi gibi gerçek ve kafatası şekli gibi hayali farklılıklar öne çıkarılarak bir ırklar hiyerarşisi yaratıldı. Burada temel argüman “üstün ırk” bireylerinin diğerlerinden yetenek ve yaratıcılık olarak daha gelişkin olduğu idi. Bu değişmez özelliğin “mantıki” sonucu da üstün ırkların diğerlerinden daha fazla kaynaklara erişme gücüne ve dolayısıyla hakkına sahip olmasıydı. Bu kaynakların başında da toprak gelmekteydi.
20. yüzyıl emperyalist kaynak paylaşım mücadelesinde “ileri giden” ve geç kalan “gelişkin” ülkelerin hakim sınıflarının I. Dünya Savaşında kendi halklarını birbirlerine boğazlatmasıyla açıldı. Birliğini çok geç tamamlayıp sofraya sonradan gelen Almanya’nın yirmi sene sonraki girişimi ise tarihin gördüğü en büyük kan banyosuna neden oldu. I. Dünya Savaşından yenilgiyle çıkan Almanya’nın kapitalistleri ülkelerine dayatılan aşağılayıcı Versailles Antlaşması ile ülkelerinin savaş sonrasındaki emperyalist paylaşım mücadelesinde çok gerilere düştüğünü ve mevcut statükonun önlerine aşamayacakları engeller koyduğunu gördüler. Bu durum ülkedeki gelişkin ve mücadeleci işçi sınıfına karşı duyulan korkuyla birleşince ülkede faşizmin gelişmesine oldukça elverişli bir ortam oluştu.
1919 yılında kurulan Alman İşçi Partisi (Deutsche Arbeiterpartei) isimli küçük bir grup aşırı milliyetçi savaş sonrasında devlet tarafından potansiyel sorun çıkarıcı olarak görüldü, içlerine sızması için de ajan olarak eski onbaşı (kendi ifadesine göre subay)[1, s.213] Adolf Hitler gönderildi. Ancak Hitler buradaki kişileri kendi düşüncesine yakın gördü, belagatıyla üyeleri etkileyerek partiye önce üye, sonra da başkan oldu. Partinin sadece adı işçi sınıfını çağrıştırıyordu, birkaç yıl sonraki eylemlerinin en önemlisini ise işçi sınıfı hareketine karşı sokak kavgaları oluşturacaktı. Partinin sosyalist ve anti-kapitalist vurgusu da sadece ülkenin çok güçlü işçi sınıfının kafasını karıştırmaya ve işçiler arasında taban bulmaya yönelikti. Bu amaç doğrultusunda parti 1920’de adını Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei (NSDAP) olarak değiştirdi.
Mussolini önderliğindeki İtalyan faşistlerinin 1922’de Roma üzerine yürüyüp iktidarı ele geçirmeleri Hitler’in bir sonraki yıl gangster yöntemleriyle Bavyera eyaletinin yöneticilerini bir birahanede rehin alıp darbe girişimi yapmasına ilham kaynağı oldu. Başarısız kalan bu girişim sonucunda Hitler beş sene ceza alıp hapse atıldı, ancak dokuz ay sonra Aralık 1924’de hapisten salıverildi. Hapisliği sırasında Nazizmin rehber kitabı sayılabilecek Kavgam’ı [1] yazdı. Kitapta Yahudiler gibi “aşağı ırk” mensuplarını fiziki olarak yok ederek veya sürerek mallarına el koymaya yönelik ifadeler bulunuyordu. Bundan başka solu ve sendikaları ezerek sınıf mücadelesini yok etmek, genişleme savaşına özel bir övgü ve fethedilecek yeni topraklar üzerindeki halkları köleleştirip ücretsiz çalıştırmak gibi Alman kapitalistleri için cazip öneriler de yer alıyordu. Bu durum süreç içinde Alman büyük sermayesinin tamamına yakınının Nazi destekçisi haline gelmesine yol açtı. Bunların içinde en büyüklerden silah üreticisi Alfried Krupp II. Dünya Savaşı boyunca Nazi partisinin aktif bir üyesi oldu, insanlığa karşı işlediği suçlardan ötürü de savaş sonundaki Nürnberg Mahkemesinde yargılanıp 12 yıl ceza aldı. Yine en büyüklerden Fritz Thyssen Nazi partisinin aktif bir üyesi ve finansörlerinden biri oldu ve bunun karşılığında milletvekilliği ile ödüllendirildi, ancak 1930’ların sonunda partiyle yollarını ayırdı ve hapse atıldı. Kömür, çelik ve diğer alanlarda faaliyet gösteren büyük bir kapitalist grubun sahibi olan Friedrich Flick yine insanlığa karşı suçlardan Nürnberg Mahkemesince cezalandırıldı. SS (Schutzstaffel) ve SA (Sturmabteilung) üniformalarını tasarlayan Hugo Boss, BMW’nin sahiplerinden Günther Quandt da Nazi partisi üyesi ve finansal destekçisi olan kapitalistlerdendi. II. Dünya Savaşı sırasında bu kişilerin şirketleriyle birlikte Alman kapitalizminin tamamına yakını işgal edilen topraklardan getirilen kişileri ve savaş esirlerini köle işçiler olarak işyerlerinde zorunlu çalışmaya mecbur tuttular.
Hitler’e göre ırk hiyerarşisinin en üstünde “Efendi Irk” (Herrenvolk) olarak Cermenler bulunuyordu. Aşağı ırklara (untermensch – alt-insan) düşen ise belli durumlarda fiziken yok edilmek, belli durumlarda da Alman hakimiyetine giren topraklardan sürülmek veya bu topraklarda köle işçiler olarak çalışmak idi. Ancak bu yüce gönüllülüğün bahşedilmesi için küçük bir şart vardı: Bu ırkların işgal ettikleri toprakların ve kaynakların yönetiminin tamamen Alman devletine bırakılması. Diğer bir deyişle Hitler’in şahsında Alman faşizmi kendisini benzeri görülmemiş bir kapitalist sömürü aygıtı olarak kurgulamıştı.
Doğuda Alman hakimiyetinin ilk aşaması Friedrich Ratzel’in 1901’de geliştirdiği Lebensraum (Yaşam Alanı) kavramının hayata geçirilmesi olarak planlandı. Orijinal hali savaştaki ırkçı saldırganlıktan oldukça uzak olan bu kavram Nazilerin Sovyetler Birliğine saldırmadan önce geliştirmeye başladıkları Generalplan Ost (Doğu Genel Planı) isimli katliam ve sürgün planına temel oldu. Buna göre Sovyetler Birliği’ne saldırı Polonya’dan başlayarak Doğu Avrupa’daki “aşağı ırkların” bazılarının fiziki imhası, bazılarının da Uralların doğusuna sürülmesini içeriyordu. Plan boşalan “yaşam alanlarında” da Alman kolonilerinin kurulmasını öngörüyordu.
Naziler amaçlarını gerçekleştirmek için ittifak arama ve propaganda faaliyetlerine olağanüstü bir önem verdiler. İşgal altında olan ve olmayan ülkelerde sürekli olarak kendilerine işbirlikçiler aradılar, bunları bulmakta da fazla zorlanmadılar. Bu işbirlikçilerin önemli bir kısmı ülkelerdeki faşist akımların temsilcisi parti ve örgütler idi. Sokak gücüne dayalı, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen ve “pleb faşizmi” olarak nitelendirilebilecek bu gruplardan başka politik yelpazenin değişik yerlerinde yer alan parti, örgüt ve kişilerle bir kısım basın Naziler tarafından kendi propagandalarını yapmaya veya en azından tarafsız kalmaya ikna edildiler. Bu süreçte bolca Alman Markı kullanıldı.
Rüşvete bulaşmanın ahlaki sorunları bir yana, bu ilişki çeşitli ülkelerdeki faşist ve ırkçı akımlar için ideolojik bir sorun oluşturuyordu, çünkü tanım gereği ırkçılık sübjektif, hiyerarşik ve şiddete yatkın bir kavramdır. Her milletin ırkçısı kendi ırkının diğerlerinden üstün olduğunu vurgular, elinden gelmese bile diğer ırkları boyunduruk altına alma ve belli durumlarda yok etme “ülküsüne” yatkındır. Diğer bir deyişle ırkçılık genel olarak diğer ırkçılarla işbirliğini değil, onları aşağılamayı, boyunduruk altına almayı ve köleleştirmeyi çağrıştırır. Ancak bu durum gerçek hayatta zamanın “üstün ırkına” veya onun ideolojik malzemesine hayranlığı ve öykünmeyi dışlamaz. Örneğin, 1930-40’larda çıkan Bozkurt, Ergenekon ve Gökbörü gibi Türk ırkçısı dergilerin kapaklarında Nazi marşı Deutschland über alles’den (Herşeyin üzerinde Almanya) ilhamla “Her ırkın üzerinde Türk ırkı” yazısı bulunuyordu.
Irklararası düşmanlık öğretilerine rağmen II. Dünya Savaşı ortamındaki cepheleşme ırkçı ülkeler ve hareketler arasında ittifakı zorunlu kıldı. Mihver ülkeleri (Almanya, İtalya ve Japonya) kendi aralarında anlaşmakla kalmadılar, çeşitli ülkelerden ırkçıları da bu işbirliğine hizmet eder hale getirdiler. Aslında Generalplan Ost gibi gizli belgeler istisna olmak üzere Nazilerin niyetleri hiçbir ülke ırkçısı için sır değildi. Örneğin, Hitler Kavgam’da diğer ırkları nasıl aşağı gördüğünü ve ayrıntıya girmemekle beraber bunlar için gelecekteki planlarını hiçbir şüpheye yer olmayacak şekilde açıklıyordu. Nazilerin diğer teorik metinlerinde de bu anlayış ve niyet açıkça belliydi ki, bunların arasında hareketin ideologu sayılan ve savaş sonunda idam edilen Alfred Rosenberg’in The Myth of the 20. Century (20. Yüzyılın Miti) [2] adlı kitabı öne çıkmaktadır. Bu çok satan kitapta Rosenberg diğer etnik gruplarla birlikte Türkleri de aşağılayıcı ifadelere bolca yer vermekteydi. Tüm bunlara rağmen Nazilerin cömert maddi destekleri Türk ırkçılarıyla bir kısım basın ve politikacılar arasında hiçbir ideolojik ve ahlaki kaygı duyulmadan kabul edildi. Bunlarla ateşlenen Nazi hayranlığı Türkiye’de geniş bir kesimi etkiledi, bu etki çeşitli yayın organlarında kendini açıkça belli etti.
Savaş sonrasında da Nazilerin Türkiye’deki faaliyetlerini ve işbirlikçilerini gösteren çeşitli belgeler ortaya çıktı. Bunların en önemlilerinden biri Müttefiklerin dünya kamuoyuna açtıkları Almanya Dışişleri Bakanlığının gizli yazışmalarıdır (Akten zur deutschen auswärtigen Politik – ADAP). [3] Diğer bir önemli belge de savaştan sonra Nazi elebaşlarının yargılandıkları Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkeme kayıtlarından müttefiklerce üretilen belgelerdir (Nazi Conspiracy and Aggression – Nazi Suçları ve Saldırganlığı). [4] Bu makalede başta bu iki kaynak olmak üzere açığa çıkmış belgelerden ve dönemle ilgili diğer kaynaklardan hareketle Nazilerle Türk ırkçılarının ilişkileri incelenecek, savaş sonrasında ABD’ye kapılanan Nazi artıklarının Soğuk Savaşta Türk ırkçılarını eğitip örgütlemesine değinilecektir.
Osmanlı döneminde toplum örgütlenmesi genel olarak milliyet esasına göre olmasına rağmen zamanın “milliyet” kavramı günümüzdeki anlamından farklıydı. Günümüzde kullanılan Batı kökenli milliyet kavramı etnik köken, dil ve tarih birliği gibi unsurları içermesine rağmen Osmanlıda bunlara ek olarak din veya mezhep aidiyeti de milliyeti belirleyici bir unsur olarak kullanılıyordu. Örneğin, Ortodoks ve Katolik Ermeniler ayrı milletler olarak kabul ediliyordu. Buna bağlı olarak da ırk Osmanlıda fazla anlamı olmayan bir kelimeydi. Dolayısıyla ırkçılık da bilinen bir kavram değildi. Zaten padişahların anneleri değişik etnik gruplara mensuptu.
Çok-milletli Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında ülke içindeki her etnik gruptan aydının en önemli mesaisi çürüyen devleti çöküşten kurtarmak haline geldi. Bunun için de çeşitli yollar önerildi. Rusya doğumlu bir Tatar olarak Türkçülük akımının önderlerinden Yusuf Akçura 1904 yılında yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset [5] isimli ünlü makalesinde bu dönemdeki havayı yansıtmaktadır. Buna göre İmparatorluğu kurtarmak için yeni bir Osmanlılık ideolojisi yaratmak mümkün değildir, zira Osmanlı tebası bunu istemediğini çok uzun zamandan beri göstermektedir. Akçura’nın bu amaç için düşündüğü diğer iki siyaset tarzı hakim ulus (Türk) milliyetçiliği ve dindir. Akçura bunlar arasında belirgin bir tercih yapmaz ve makalesini kendi kendisine sorduğu şu soruyla bitirir: “Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?” [s.36] Bu sorunun yanıtı çok geçmeden belli olur: Müslüman Arapların I. Dünya Savaşında Osmanlıya isyanları ve 1910’da başlayıp Müslümanlarla Hıristiyanların birlikte gerçekleştirdikleri Arnavut isyanının 1912’de bağımsızlıkla sonuçlanması dinin İmparatorluğu yaşatmakta herhangi bir yararının olamayacağını açıkça gösterir. Geriye kalan ise Akçura’nın aynı broşürdeki ifadesiyle şudur:
“Her ne kadar Garbın tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de (…) bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur.” [s.34]
Garbın tesiriyle Türk milliyetçiliğinin doğuşu ise asıl olarak İmparatorluk sınırları içindeki Türk kökenli aydınlar tarafından değil, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmed ve Zeki Velidi Togan gibi Rusya’da doğup eğitimlerini orada alan ve bu yönleriyle Batı’yı daha yakından takip eden kişilerin faaliyetleri ile gerçekleşir. Coğrafi ve sosyal konumu nedeniyle İmparatorluğun Batıya açılan kapısı sayılan Selanik’de 1910’da yayınlanmaya başlayan Genç Kalemler dergisi yazarlarından Anadolu doğumlu Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin de Türk milliyetçiliğinin kurucuları arasında sayılırlar.
Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1914’de I. Dünya Savaşına katıldı. Asıl olarak Alman hayranı Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın gayretleriyle gerçekleşen [50, s.42] bu oldu-bittiden hemen sonra yönetimdeki İttihatçılar tamamen kontrolleri altındaki Halife-Padişah Mehmet Reşad’a cihad çağrısı yaptırdılar. 14 Kasım’da okunan çağrı Alman komutasındaki Osmanlı gemileri Yavuz ve Midilli’nin Rus limanlarına saldırısından söz etmeyip Rusya’yı “talim yapan” Osmanlı gemilerine saldırı ile suçluyor ve tüm dünyadaki “üç yüz milyon Ehl-i İslam” İmparatorluk ve Almanya yanında cihada çağrılıyordu. Ancak bu çağrı İmparatorluk içinde ve dışında ciddiye alınmadığı gibi çürümüş İmparatorluğun beklenen çöküşüne çare olmadı.
Yeni kurulan devlet kaçınılmaz olarak Türk milliyetçiliği temelinde yükseldi. Ancak Mustafa Kemal önderliğindeki kurucu kadro genellikle Rusya kökenli Türk milliyetçilerinin rağbet ettiği tüm dünyadaki Türkleri tek bayrak altında toplamaya yönelik maceracı ve imkansız Pantürkist düşüncelere kapılmadı. I. Dünya Savaşından mağlup çıkan İmparatorluğun komutanı Enver Paşanın Orta Asya’da yeni bir Türk-İslam devleti kurma macerası da buna etkili olmuş olmalıdır. 1920’lerin başında Sovyetler ile işbirliği yapıp sonra onlarla savaşa giren Enver Paşanın yaşamı 1922’de Kızılordu kurşunlarıyla son bulmuştu. Bu ham hayaller yerine yeni ülke Osmanlı bakiyesi Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki otoriter yönetim millet inşası sürecinde ırkçı sayılabilecek bir siyaset izlemesine rağmen saldırgan ve yayılmacı bir milliyetçilik düşüncesinin toplum hayatına girmesine izin vermedi.
Ancak bu dönemdeki millet oluşturma sürecinde zamanın ırkçı rüzgarlarına uygun olarak bütün ırkların Türk ırkından geldiğini savunan kraniyoloji (kafatası bilimi) soslu Türk Tarih Tezi ve bütün dillerin Türkçeden geldiğini savunan Güneş-Dil Teorisi geliştirildi. Bilimsel bir dayanaktan yoksun oldukları için kısa bir süre sonra unutulan [27, s.346-347] bu tezler sonraları belli ölçülerde etkinlik yaratacak ırkçı bir neslin oluşmasına yol açtı. Özellikle Nazilerin 1933’de iktidara gelmesinden cesaretlenen ve aşağıda görüleceği gibi sonraki yıllarda Nazilerden doğrudan veya dolaylı destek alan sivil ve resmi görevli ırkçılar Alman çıkarları doğrultusunda Pantürkist ve yayılmacı bir siyaset tarzını benimsediler. Ancak tamamına yakını asker ve sivil olarak Osmanlı devletinde üst kademelerde görev almış olan Cumhuriyet yöneticilerinin belleklerinde I. Dünya Savaşına katılmak “koca İmparatorluğun kumarda kaybedilmesi” olarak derin izler bırakmıştı. Bu nedenle özellikle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün belirleyiciliğiyle II. Dünya Savaşında aktif bir tarafsızlığı da içeren “ne pahasına olursa olsun savaşa girmeme” siyaseti izlendi. Savaştan kaçınmanın diğer bir nedeni de ülkenin ekonomik ve askeri yönden zayıflığı idi. [49, s.335] Ancak askeri zayıflık zamanla tarafsızlık politikası için bir koz haline geldi. Zira bu durumun değişmesi için Türkiye’nin yaptığı yüksek miktardaki silah taleplerini sıcak savaşın içindeki iki taraf da karşılayabilecek durumda değildi.
Kısmen tarafsızlık politikası gereğince, kısmen de savaşan tarafların ülkeyi kendi taraflarında savaşa çekmek için uyguladıkları bunaltıcı baskı nedeniyle bu dönemde İngiltere-ABD yanlısı liberallerle Almanya yanlısı ırkçı-faşistlerin faaliyetleri konusunda esnek bir tutum izlendi. Bu faaliyetler günlük siyasi gelişmelere göre bazen desteklendi, bazen göz yumuldu, bazen de engellendi. Irkçılardan resmi görevde olanlar ise Nazileri hoş tutmak için önemli ölçüde desteklendi. Bu esnek politika Nazi destekçisi ırkçı-faşist dergilerin sayısının önemli derecede artmasına yol açtı. Bu dergilerin çok az miktardaki satışları yayın hayatlarını sürdürmeye yeterli değildi. Bu nedenle bazen Nazilerden, bazen de Türk resmi makamlarından reklam, kağıt, abonelik ve bazen de el altından nakit desteği gördüler. Bunlardan doğallıkla en bariz olanı reklam desteği idi. Kağıt da çok önemli bir destek unsuruydu, çünkü kağıt sıkıntısı çeken Türkiye bu gereksinmesini büyük ölçüde Almanya’dan temin ediyordu. [7, s.156] Bu ortamda gazeteler tek yaprak olarak çıkarken Nazi yanlısı Cumhuriyet ve Tasvir bazen sekiz, bazen oniki sayfa çıkıyordu. [26, s.386] Nazilerin dolaylı yoldan veya doğrudan kendi ideolojilerini yayıp savaştaki başarılarını yayan ırkçı-faşist dergilere de kağıt desteği yapmamaları için bir neden bulunmuyor. Bu dergilerin zamanın şartlarına göre bol olan sayfa sayıları da bu konuda bir gösterge sayılabilir. Dergiler bu avantajla savaştan bir önceki yıl olan 1938’ten itibaren hızla çoğaldılar. Aşağıda bu yayın organları kuruluş yıllarıyla birlikte gösterilmektedir. Bazıları ikinci defa yayınlanmıştır.
1931: Atsız Mecmua
1933: Orhun, Milli İnkılap
1938: Ergenekon, Milli Birlik
1939: Bozkurt, Kopuz, Türklük
1941: Çınaraltı
1942: Bozkurt, Doğu, Gökbörü, Millet, Tanrıdağ, Türk Amacı
1943: Kopuz, Türk Sazı, Orhun
1945: Bucak, Türke Doğru
Devletin tüm siyasi hareketler üzerindeki bunaltıcı baskısı bazen ırkçı-faşist dergilere de uğradı. Bunlardan bazıları savaşan taraflar arasındaki dengeyi gözetmek amacıyla ve hızla değişen siyasi şartlara göre resmi makamlar tarafından geçici olarak kapatıldı. Ancak ırkçı-faşist dergilerde reklamlar vasıtasıyla devlet desteği belirgindir. Örneğin Bozkurt dergisi Ziraat Bankası ve Türkiye İş Bankası tarafından reklamlarla desteklenmişti. İşbankın yarı-özel bir statüsü olmasına rağmen resmi makamların onayı olmadan reklam desteği sağlaması olası değildir. Doğu dergisi bu iki bankaya ek olarak yine bir kamu bankası olan Etibank reklamlarını içeriyordu. Bu dergide önemli bir özellik olarak AEG ve Bayer gibi Alman şirketlerinin reklamları da yer alıyordu ki, Bayer Nazi toplama kamplarında milyonlarca kişiyi katletmek için kullanılan Zyklon B gazını üreten ve köle işçi çalıştıran IG Farben şirketinin bir iştiraki idi. [48, s.21] Günümüzden farklı olarak savaş ortamında Almanya dışında faaliyet gösteren Alman şirketleri doğrudan Almanya elçiliklerinin kontrolu altındaydı. Dolayısıyla Elçiliğin beğenmediği yayın organlarının aşağıda anlatılacak “teşviklerden” yararlanma şansı yoktu. Ergenekon dergisi İşbank ve Türk Hava Kurumu, Gökbörü dergisi İnhisar (Tekel) Likörleri, Çınaraltı ise Ziraat Bankası, İşbank ve Milli Piyangoya ek olarak Bayer ile Signal dergisininden reklam alıyordu. Signal Nazi ordusunun resimli propaganda dergisi olup savaş süresince Türkçe dahil otuz dilde yayınlanmıştır.
Papen 1932-33 yıllarında Almanya’da Başbakanlık görevinde bulunmuş eski bir subaydı. I. Dünya Savaşına katılmış, önce Batı cephesinde, savaşın son iki yılında da Osmanlı ordusu ile birlikte Filistin ve diğer Ortadoğu cephelerinde savaşmıştı. 30 Ocak 1933’de Hitler’in Başbakanlığa atanmasından sonra yaklaşık bir buçuk yıl süreyle de Başbakan Yardımcısı olmuştu. Haziran 1934’de Hitler’in Nazi partisindeki bazı unsurlarla Papen’in üç yardımcısını da katlettirdiği Uzun Bıçaklar Gecesi’nden sonra kısa bir süre gözaltında tutulmuştu. Sonradan Türk ırkçılarının büyük dostu olacak Papen bu olaydan yaklaşık yirmi yıl önce Filistin cephesinden bir arkadaşına gönderdiği mektupta şunları yazmıştı:
“Siz, Türklere ait bir Türkiye’den, Yunanlara ait bir Yunanistan’dan, Sırplara ait bir Sırbistan’dan söz ediyorsunuz. Oysa bence, sizin düşüncenizin tam tersine, bu uluslar Almanya’ya tabi devletler olmalıdırlar.” [7, s.88]
1934’de Hitler Papen’i Avusturya Büyükelçiliğine atadı. Almanya’nın 1938’de Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra işsiz kalan Papen’i Hitler bu kez Türkiye Büyükelçiliğine atamak istedi. Papen konusundaki istek Almanlar tarafından Ekim başında Türk makamlarına iletildi, ancak hasta yatağındaki Cumhurbaşkanı Atatürk savaş alanlarında yakından tanıdığı ve kendisinden hoşlanmadığı Papen’in bu atanmasına karşı çıktı. [7, s.51] Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı İnönü Papen’in Büyükelçiliğine itiraz etmedi. Bunun üzerine yeni Büyükelçi Nisan 1939 sonunda Ankara’ya gelip görevine başladı.
Papen Ankara’da bulunduğu yaklaşık beş yıl boyunca aldığı talimat gereği Türkiye’nin Almanya yanında savaşa girmesini, bunun mümkün olmadığı durumda da tarafsız kalmasını amaçladı. Bunlardan birincisi için Sovyetler Birliğindeki Türk kökenli nüfusu öne sürerek bir yandan yerel ırkçılarla sıcak ilişkiler kurdu, diğer yandan bunlar aracılığıyla devlet kademesinde yayılmacı maceralara eğilim oluşturmaya çalıştı. Aşağıda görülebileceği gibi bu kapsamda Papen’in faaliyetleri resmi görevli ve pleb faşisti Türk ırkçılarının maddi ve ideolojik yönden desteklenerek ülkede bir tür Alman hayranı beşinci kol oluşturma etrafında şekillendi. Bunlar da Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi için kullanıldı. Her ne kadar bu çabalar Türkiye’nin savaşa girmesine yetmediyse de, bu dönemde Papen eliyle beslenip örgütlendirilen ırkçı-faşist hareket Soğuk Savaş sırasında varlığını sürdürüp ABD çıkarları etrafında yönlendirilen sol karşıtı bir sokak gücü haline geldi. Bu devamlılık da 1944 Irkçılık-Turancılık davasında yargılanıp Soğuk Savaşta ABD’de eğitilen Alpaslan Türkeş’in şahsında gerçekleşti.
Günümüzün tersine 20. yüzyılın ortalarında ırkçılık utanılacak birşey değildi. Irkçı hareketler ve kişiler açıkça kendilerinin ırkçı olduklarını söyleyip bu yönde propaganda yaparlardı. Tüm dünyada ırkçılık ve faşizm rüzgarlarının çok güçlü olduğu bir ortamda bu durum Türkiye’nin yönetici sınıflarına da yansıyordu. Bunların tamamı olmasa bile çoğunluğu günümüzün ölçüleriyle ırkçı-faşist olarak niteliklendirilebilecek durumdaydı. Örneğin, bir dönem İktisat Vekilliği görevinde bulunan Mahmut Esat Bozkurt’un “bu memleketin efendisi Türk’tür, öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmatır, köle olmaktır” sözleri dönemin ruhunu yansıtıyor. Fakat yöneticilerin çoğu için bu durum yabancı güçler tarafından maddi yönden “desteklenmeye” herhangi bir engel oluşturmuyordu. Irkçı-faşist hareketler ise maddiyattan öte ideolojik gıdalarını örtülü veya açık bir şekilde Nazilerden alıyorlardı.
Alman Dışişleri Bakanlığının resmi yazışmalarında savaş sırasında Türk ırkçılarına, siyasetçilerine ve gazetecilerine verilen destek ve rüşvet konusunda çok sayıda belge bulunuyor. Bu belgeler diplomatik ve resmi bir dil taşıdıkları için doğallıkla yapılan işlerin çoğu üstü kapalı ve öznesiz bir şekilde belirtiliyor. Ancak samimi bir dille yazılmış veya böyle bir ortamda kaydedilen bazıları Nazilerin ülkeyi ve kendileriyle irtibatta olan Türkiye vatandaşlarını nasıl gördükleri hakkında bir fikir veriyor, Türk faşizminin gelişme sürecine ışık tutuyor. Bunların en aydınlatıcılarından biri savaş sonunda idam edilen Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’un özel treninde gerçekleştirilen ve Ankara’daki Büyükelçilikte görevli diplomat Hans Kroll’un da katıldığı bir toplantı hakkında. [3, ADAP 61/40 185-88, Serie D: Band XIII.1, Belge No:236] 24 Ağustos 1941 tarihli bu belgeye göre Ribbentrop toplantının bir aşamasında Türkiye’de herkesin satın alınabileceğini söylüyor, ancak katılımcılardan birisi (belgede pek belirgin olmasa da Türkiye’yi iyi tanıyan Kroll olabilir) buna karşı çıkıp, asıl karar verici olan İnönü’nün hariç tutulması gerektiğini belirtiyor. Ribbentrop da bu görüşe hak veriyor.
Belgelerden Türkiye’nin bu anlamda uluslararası düzlemde “özel bir durumu“ olduğu anlaşılıyor. Örneğin, Sovyetler Birliği ve Almanya henüz ittifak halindeyken Ribbentrop’un Moskova ziyareti sırasında Genel Sekreter Joseph Stalin ve Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotov ile yaptığı toplantının 24 Ağustos 1939 tarihli tutanağına [3, ADAP F11/0019-30, Serie D: Band VII, Belge No: 213] göre Stalin Ribbentrop’a Türkiye hakkında ne düşündüğünü sorduğunda Ribbentrop Türkiye’nin Almanya’ya karşı tavır alan ilk ülkelerden biri olduğunu, bunun da İngiltere’nin Türkiye’de propaganda amacıyla beş milyon Sterlin dağıtmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Stalin bunu duyduklarını, ancak bildikleri kadarıyla meblağın bundan epey daha yüksek olduğunu söylüyor. Diğer bir olayda da Hitler müttefiki Romanya Devlet Başkanı Antonescu ile 11 Şubat 1942 tarihli görüşmesinde İngiliz altınlarının Türkiye’deki milletvekillerinin gelecekteki davranışına nasıl etki edeceğinin belli olmadığını söylüyor. [3, ADAP F2/157-164, Serie E: Band I, Belge No: 245] Türkiye’deki bu özel durum “Propaganda ve Halkı Aydınlatma Bakanı” Göbbels’in bile diline düşmüş. Göbbels savaş sonrasında yayınlanan Günlüklerinde bir nedenle Macarlara kafasının kızdığı 14 Ekim 1939 günü şöyle yazıyor: “Bunların önde gelen insanları bir Türk kadar rüşvet almaya yatkın”. [8, s.1331] Aynı günlüklerin 10 Mayıs 1940 günkü notu da şöyle: “Türkiye’de yetkili kişilerin hepsi Londra taraflısı, çünkü oradan rüşvet alıp vatanlarını satıyorlar”. [s.1428] Ancak 29 Mart 1941 gününün notu durumun “düzelmeye başladığı” yönünde: “Türkiye’de insanlar yavaş yavaş değişiyor. İyi şeyler bekleyebiliriz”. [s.1543]
Savaş sırasında Türkiye’nin dış politikası asıl olarak Numan Menemencioğlu ve Şükrü Saracoğlu tarafından yürütüldü. Saracoğlu 1939’da savaş başladığında Dışişleri Bakanlığı görevindeydi. Almanya ile İngiltere-Fransa ittifakı bu dönemde var güçleriyle Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için mücadele ettiler. Aşağıda anlatılacağı gibi İngiltere ve Fransa bu yarışta öne geçti. Alman DİB belgelerine göre bu dönemde “Saracoğlu kliği” İngiltere’ye eğilimliydi, bu durum da mutlaka değiştirilmeliydi. Bu durum 1940’da Almanların Saracoğlu’nu yerinden etme çabalarına girişmesine kadar gitti. Ancak Papen Bakanlığına bu durumun büyük tepki yaratacağını, çünkü bunun Türklere yabancı müdahalesiyle devlet görevlisi atayıp indiren Osmanlı dönemini hatırlatacağını bildirdi. [3, ADAP 2361/488 078-83 Serie D: Band X, Belge No: 179]
Ancak, nasıl olduysa Alman belgelerinde Saracoğlu’ndan şikayet kısa bir süre sonra yok oldu, yerini uyumlu çalışmaya bıraktı. Saracoğlu Başbakan Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’de aniden ölümüyle Başbakan oldu. Başbakanlığı sırasında ırkçı-Turancı görüşleri ile tanındı. Alman DİB Belgelerinde yer alan ve Başbakanlık görevine başladıktan sonra 27 Ağustos 1942’de tebrik ziyaretine gelen Papen’e söyledikleri ise Nazi canavarlığını bile bastıran cinstendi: “Bir Türk olarak Rusya’nın yok olmasını isterim. (…) Rus sorunu Almanya tarafından yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesi ile çözülebilir ki bunu da Almanya ve müttefikleri halen yapmaktadır.” [3, ADAP 3862/E 045 011-15, Serie E: Band III, Belge No: 238] Savaş sonunda bu ve benzer belgeleri okuyan Sovyet yetkililerinin ne düşündüğü tahmin edilebilir.
Sabiha Sertel Roman Gibi adlı kitabında kitabında “tarihi bir ikiyüzlülüğün vesikası olarak” Saracoğlu’nun Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasından birkaç gün sonra 12 Mayıs 1945’de Meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmayı alıntılıyor. Buna göre Saracoğlu “Sovyetler Birliğinin kahramanlığını” övdükten sonra şöyle diyor: “Biz millet olarak; devlet olarak Alman milletine önayak olanları, hazırlamakta oldukları faciaları, daha hazırlanırken sezdiğimiz gibi, hakkın, adaletin ve zaferin hangi cephede bulunduğunu anlamakta güçlük çekmedik.” [30, s.262-263]
Nazi yanlısı olarak tanınan [6, s.92] Menemencioğlu savaş başladığında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteriydi (Katibi Umumi – Müsteşar). Saracoğlu Başbakan olunca Menemencioğlu da onun yerine Dışişleri Bakanı oldu. Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanlığına getirilmesi Alman Elçiliğinde coşkuyla karşılandı. Öyle ki, Papen 9 Ağustos 1942’de Ribbentrop’a gönderdiği mesajda Menemencioğlu’nun meziyetlerini överek Nazi basınında kendisi hakkında olumlu yorumlar yazılmasını istedi. Ayrıca Papen Menemencioğlu’nun Bakanlık görevine başlamasıyla daha önceden Nazilerce talep edilen Sovyetler Birliği hakkında gizli askeri bilgileri Alman tarafına ileteceğini müjdeledi. [3, ADAP 61/40 729, Serie E: Band III, Belge No: 173] Bu durumu Gehlen de anılarında teyit ediyor. [31, s.64]
Alman DİB belgeleri ayrıca Menemencioğlu için özel bir durumu gösteriyor: Belgelerin tamamına yakınında soyadıyla değil, ilk adıyla bahsediliyor ki, onbinlerce sayfalık belgelerde adı geçen binlerce şahsiyet arasında Menemencioğlu’nun bu durumu tek örnek. Bu, soyadının yazılmasının ve telaffuzunun Almanlar için zor, ilk adının ise kolay olmasına bağlı olabilir. Ancak diplomatik resmiyet gereği bu durum bu konumdaki başka şahsiyetlere uygulanmıyor. “Numan”ın belgelere yansıdığı şekliyle başta Papen olmak üzere Elçilikteki Alman diplomatlarla bir diplomat olarak gereğinden fazla samimi [7, s.241-242] ilişkileri de dikkat çekici. Papen savaştan sonra yazdığı anılarında Menemencioğlu’nu “diplomaside nüanslara olağanüstü derecede hakim olan çok yetenekli bir diplomat” olarak tanımlıyor. [29, s.449]
Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanlığı görevi Türkiye’yi zor durumda bırakan bir olay nedeniyle 15 Haziran 1944’de son buldu. Türkiye İngiltere’ye Montreaux Anlaşması kapsamında Boğazlardan Alman savaş gemilerini geçirmemeyi taahhüt etmişti. Ancak İngilizler içinde sivil kıyafetli askerler olan ve savaş malzemesi taşıyan sivil görünümlü ama askeri amaçlı Alman gemilerinin geçtiğini biliyorlardı. Ayrıca Kassel tipi bu ticari görünümlü gemilerin aslında birer denizaltısavar olduğu İngiltere tarafından kanıtlarla Türk hükümetine önceden bildirilmişti. İngilizlerin baskıları sonunda bunlardan biri durdurulup arandı ve içinde silahlar, radarlar ve asker uniformaları bulundu. [7, s.204-205] Eldeki tüm verilere rağmen inatla Boğazlardan çok sayıda bu tip geminin geçmesine izin veren de DİB Menemencioğlu idi. [3, ADAP 1438/363 753-56, Serie E: Band VIII, Belge No: 69] Bu tarihte Almanya’nın yenileceği belirginleşmiş ve tarafsızlık siyaseti terkedilerek İngiltere ve müttefiklerine yaklaşılmıştı. Bu kapsamda Nazi uzantısı olarak kabul edilen Türk ırkçı-faşistleri de İnönü tarafından bir ay önceki 19 Mayıs nutkunda ağır bir şekilde suçlanmışlardı. Bu ortamda gemi olayı Menemencioğlu’nun istifa ettirilmesine neden oldu.
***
Nazilerin Türkiye’deki “dostlarına” “desteklerini” gösteren belgelerin en aydınlatıcılarından biri 9 Mart 1941’de DİB Ribbentrop’un Ankara’daki Büyükelçiliğe gönderdiği mesaj. [3, ADAP 265/172 671-72, Serie D: Band XII.1, Belge No: 142] Bu mesajda Ribbbentrop Türkiye’deki basının bir kısmının ve radyonun Alman karşıtı yayınlarından şikayetini yazıyor. Bakana göre bunun sebebi basının etkili isimlerinin İngiltere tarafından satın alınmaları. Ribbentrop buna karşı yabancı döviz cinsinden birkaç milyon göndermeye hazır olduğunu bildiriyor. Gönderilen yüklü meblağın basının ileri gelenlerini “olumlu yönde” etkilediğinin bir göstergesi olarak iki ay sonra 13 Mayıs 1941 tarihli mesajında Papen Ribbentrop’a Türk basınının son 14 günde çok önemli bir dönüşüm gerçekleştirdiğini müjdeliyor. [3, ADAP 2361/488 545-52, Serie D: Band XII.2, Belge No: 514] Bu yazışmadan sonra rüşvet dağıtma işini Ribbentrop’un Büyükelçilikte görevli olan kayınbiraderi Albert Jenke yürütüyor. [6, s.24]
Bu olaydan birbuçuk sene sonra Ribbentrop’un Papen’e 7 Aralık 1942 tarihinde gönderdiği ve yeni bir parti para dağıtmayı içeren mesaj daha da aydınlatıcı. [3, ADAP 61/40 258-63, Serie E: Band IV, Belge No: 265] Bu mesajda Ribbentrop “Türkiye’deki dostlarımıza” dağıtılmak üzere beş milyon altın Alman Markı (Reichsmark) gönderdiğini, bu parayı cömertçe harcayıp sonrasında kendisine ayrıntılar hakkında bilgi verilmesini istiyor. Bu meblağ günümüzde yaklaşık 20 milyon Avroya tekabül ediyor (Bkz. http://www.historicalstatistics.org/Currencyconverter.html) ki, memur maaşının birkaç yüz lirayı geçmediği o dönemde bunun “satınalma gücü” hayal edilebilir. Ne yazık ki, bu ve diğer partilerdeki ayrıntılar, yani kimin tam ne kadar nemalandığı hakkında açığa çıkmış fazla bilgi veya belge yok. Ancak sözkonusu belgedeki “hükümet mensuplarına yapılan bağışlarla Türklerin tavrını etkileme imkanı yok” yargısı da en azından bu partiden kimin yararlanmadığı hakkında bir fikir veriyor.
Yasemin Doğaner’in bu dönemle ilgili ilginç bir çalışması Alman yanlılarına Nazilerin sunduğu finansal destekle ilgili farklı bir yönü ortaya çıkarıyor. [9] Doğaner Türkiye’deki Nazi faaliyetlerini Başbakanlık Devlet Arşivlerindeki polis raporlarından izlemiş. Makale Nazilerin polis tarafından izlenen çeşitli siyasi faaliyetlerinin yanı sıra Türk taraftarlarına yaptıkları maddi destek konusunda iki ayrı polis raporunu içeriyor. Bunlardan birincisi 1 Haziran 1939 tarihli ve Nazilerin Türkiye ile İngiltere arasında 12 Mayıs’da imzalanan Ortak Deklarasyonu (veya 19 Ekim 1939 da imzalanan Türk-İngiliz-Fransız İttifakını) engellemeye yönelik çabalarının polis tarafından değerlendirilmesiyle ilgili. Buna göre Nazilerin Türk tarafını Deklarasyondan vazgeçirmek için altı hafta içinde “muhteşem resmikabullere, kıymetli hediyelere ve Türk gazetelerine aboneliklere” dört buçuk milyon Mark harcadığı (ücretsiz abonelik temin edilen gazetelerin hangi tarafı desteklediği tahmin edilebilir), ancak başarılı olamadığı bildiriliyor. İkinci raporda ise Almanya’nın Türkiye’de faaliyet gösteren Deutsche Bank ve Bayer şirketlerinin reklam kisvesi altında basına para dağıttığı ve Akbaba dergisini çıkaran Yusuf Ziya’nın (Ortaç) bundan nemalananlardan biri olduğu bildiriliyor. Ayrıca Nazilerin bu faaliyetinin parasal boyutunun ve diğer ayrıntılarının araştırılması isteniyor. Akbaba 1922-1977 arasında Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından yayınlanmış bir mizah dergisi olup (Orhon sonradan dergiyi terketti) 1930 ve 40’larda günün modasına uygun bir şekilde sol düşünceye ve yayın organlarına saldırıları ile tanınır. Ortaç-Orhon ikilisi Akbaba’dan başka yukarda bahsedilen Çınaraltı dergisini de çıkaran ekiptir. Dolayısıyla sözkonusu polis raporu Çınaraltı konusunda da bir fikir vermektedir.
Nazi ırk teorisine göre ırklar ve onları bireyleri eşit olmayıp aşağı ırklar üstün ırklara tabi olmak zorundaydı. Hitler’e göre bu durum Tanrının istediği olduğu için buna karşı çıkanlar “Yaradana küfretmiş, Cennet kapılarının kapanmasına yardım etmiş olur(du).” [1, s.381] Irk hiyerarşisinde en tepede Nazilerin de içinde bulundukları Kuzey Avrupa kökenli Aryan/Cermen ırkı bulunuyordu. 20. Yüzyılda Almanya ve İskandinavya gibi ülkelerde yaşayan insanların çoğu bu ırka mensuptu. Diğer ırklar Aryanlardan değişik derecelerde daha düşük nitelikteydi. Hiyerarşinin en altında da Yahudiler ve Romanlar geliyordu. Aşağıdan yukarıya doğru hiyerarşide içinde Türkler (veya Nazilerin daha fazla kullandıkları isimle Moğol-Turan ırkı), Slavlar, Alpin ırkı (çoğunlukla Akdeniz’in Kuzeyindeki Latinler) gibi topluluklar çeşitli yerleri işgal ediyorlardı. Nazilere göre kökenleri Asya olan Türk-Moğol-Turan toplulukları tiksinilecek ölçüde aşağı ırkı temsil ediyorlardı, çünkü Rusların ve Ukraynalıların belli ölçüde bir Cermen asılları olduğu kabul edilirken (sarı saç, mavi göz, vs.), Bolşevikler Asyalı Türk-Moğolları Batıya taşıyarak ve Ruslarla Ukraynalıları Sibirya’ya sürerek Rusya’daki Cermen “kanını” felç etmişti. Hitler’in 1941’deki bir konuşmasına göre I. Dünya Savaşındaki sarışın Rusların yerinde bu tarihte karşılarında Asyalı untermensch – alt-insan vardı. [20, s.40] Bunların yoğunluğu da Sovyet topraklarında Doğuya gidildikçe artıyordu. En Doğuda da “Asyalı” Türk kökenli halklar bulunuyordu. Dolayısıyla bunlara uygulanacak şiddet Doğuya gidildikçe artmalıydı. [4, Cilt III, s.128]
Nazi ırk teorisi birçok muğlaklığı ve çelişkiyi içeriyordu. Bu nedenle ayrıntıya gidildikçe bu konuda birden fazla fikir akımından bahsedilebilir. Ancak bunlardan en yaygını olan Rosenberg’in 20. Yüzyılın Miti [2] kitabındaki versiyon irdelenebilir. Rosenberg parti ideoloğu olmaktan öte Nazi kültür politikalarından da sorumluydu. Nazilerin Sovyetler Birliğine saldırısından hemen önce bu görevlerine Doğu Bakanlığı da eklendi. Bu bakanlığın görevi Sovyetler Birliğindeki halkları soykırıma tabi tutmak, köleleştirmek veya yerlerinden sürmekti. İşgal edilen topraklar da bu Bakanlığın hazırladığı planlarla Alman kökenli nüfusun oluşturduğu kolonilerle sömürge haline getirilecekti. Savaş sonrasında ele geçen Rosenberg planlarından biri bu kolonilere yer açmak için silahla öldürülenler hariç, kırk milyon Sovyet vatandaşının “doğal yollarla”, yani açlıkla yok edilmesine yönelikti. [32, s.51]
Rosenberg’e göre tarih öncesi dönemlerde Aryanlar Kuzey Avrupa’dan çıkıp dünyanın çeşitli yerlerine göç etmişler ve buralara uygarlık getirmişlerdi. Hint-Avrupa dil ailesi bu dönemin eseriydi. Bu göçler sonucunda “maalesef” Aryanlar aşağı ırklarla karışmışlar, niteliklerini yitirmişlerdi. Eski Yunan, Roma, Mısır ve İran medeniyetleri göz kamaştırıcı başarılarını içlerindeki “karışmamış” Aryan bireylere borçluydular. Rosenberg’e göre İsa peygamberin başarıları da Aryan kökenli olmasına bağlıydı. Buna kanıt mı? Avrupa kökenli usta ressamların eserleri. Bunlarda çocuk İsa hep Kuzey Avrupalı bir görüntüye sahipti, asla bir Yahudi olarak gösterilmiyordu! [2, s.149,309] Rosenberg sözkonusu kitabında bu İsa Peygamber öyküsünün benzerlerine bolca yer vermekteydi. Buna göre Kuzeyli Aryan savaşçılar sonradan batmış kıta Atlantis’den gelmekteydi; [2, s.6] bunlardan Güney Atlantisliler Kuzey Afrika’ya göçmüş, Kuzey Atlantisliler de Avrupa’dan Mezopotamya’ya yayılıp Sümerleri oluşturmuşlardı. [2, s.7] Mısır’daki Keops piramidinde mezarı bulunan Kraliçe Meres Aneh (MÖ 2633-2564) mezar resminde sarı saçlı olarak gösteriliyordu, dolayısıyla bu kişi ve ataları Kuzeyden gelen Aryanlar olmalıydı. Bundan başka Kraliçe Nitokris’in de bu özellikleri taşıdığı “söyleniyordu”. [2, s.7] İnsanlık tarihinin en kanlı katliamına yol açan ideolojinin temel metinlerinden biri bu deli saçmalarından ibaretti!
Rosenberg’in akıl hocası Hitler’in kafasındaki hurafeler de daha az abuk değildi. Yakın çevresinde bulunan Heinrich Heim’ın kaydedip yine yakın çevreden Henry Picker tarafından kitap haline getirilen “Hitler Karargahındaki Sofra Konuşmaları” (Hitlers Tisch Gespräche im Führerhauptquartier) bu konuda ipuçları veriyor. Örneğin, 22 Ocak 1942 öğle yemeğinde Hitler şöyle söylüyordu: (Aryan ırkının dünyaya yayılıp aşağı ırklarla karışması felaketi sonrasında) bir Alman kabilesi olan İsviçreliler kaybedilmiş (Alpin ırkıyla karışmış) ve aynı şey (yerel aşağı ırklarla karışan) Aryan Kuzey Afrika Berberileri ve Aryan Kürtlerin de başına gelmişti. Kaybedilenler arasında mavi gözlü (dolayısıyla Aryan ırkına mensup) Atatürk de vardı ki, onun Türklerle uzaktan yakından ilgisi yoktu. [21, s.88]
Rosenberg kitabında diğer ırklarla birlikte Türkleri ve ırk hiyerarşisinde Türklerle aynı yeri işgal eden Moğollarla Tatarları birbirlerinin yerine kullanıp bolca aşağılamaktaydı. Örneğin, (Osmanlı’yı kastederek) “Türk ve Moğol sürüleri” geçmişde Güney Avrupa’yı işgal etmişti. [2, s.322] Fransız devriminin sloganı olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganı ırkı çürütüp kaos yaratmış, aynı zamanda hümanizm de ırk farklarını tanımayarak bir Yahudinin ve bir Türkün bir Hristiyan kadar haklara sahip olduğunu vazetmişti. [2, s.98] Rusya’da izleri var olan Aryan kültürü Bolşevik devrimi sırasında “Moğol kanı” tarafından alt edilmiş, [2, s.51] yine bu dönemde Tatar “alt-insanları” [2, s.45] üst sınıflara mensup aristokratları katletmişti.
Hitler de Kavgam’da üstü kapalı olarak geçtiği “Türk ırkını” aşağılayıcı fikirlerini özel toplantılarda açıkça söylüyordu. Bunlardan biri Hollanda Nasyonal Sosyalist Partisi lideri Anton Mussert ile yaptığı toplantının tutanaklarının 14 Aralık 1942 tarihiyle Dışişleri Bakanlığının resmi belgesi olarak düzenlenmiş halidir. [3, ADAP 5479/E 381 856-66, Serie E: Band IV, Belge No:284]
Toplantıda Hitler insanlığın kaderinin belirlendiği bir savaşın içinde olduklarını, bu savaş kaybedilirse Orta Asya kökenli Türklerin ve Hunların daha önce yaptıkları gibi tüm Avrupayı işgal edeceklerini söyleyip sonuçla bu “insan malzemesinin” Avrupa’nın “üstün ırkı” ile karışıp onu yok edeceğini söylüyordu.
Naziler tarafından aşağılanma Türk ırkçılarında tepki oluşturmak şöyle dursun, gitgide artan bir gayretle Führerlerinin vaazlarını tekrarlamalarına neden oluyordu. Örneğin:
Hitler: “Ari ırk kanını aşağı ırkın kanı ile karıştırınca, bu karışımın neticesi medeniyetçi toplumun çökmesi, felakete uğraması olmuştur”. [1, s.283]
Nihal Atsız: “Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak daima üstün tarafın aleyhine olduğundan üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı üstün vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidai vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır”. [14]
Hitler: “Budalalığın, alçaklığın ve ukalalığın karışmasından başka bir şey olmayan sözde insanlık da bu içgüdü (beka içgüdüsü) karşısında güneş altındaki kar gibi eriyip gidecektir. İnsanlık devamlı mücadeleler sayesinde büyümüştür. Ebedi barış onu mezara götürür”. [1, s.137]
Atsız: “Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkumdur. Saldırmayan millete saldırırlar”. [15]
Hitler: “… devlet barışçı ve demokratik davranış ve emirleriyle milyonlarca gencin hamlesini kırmakta, onların vatansever ruhlarını zehirlemekte ve onları yavaş yavaş sabırla her müstebite tahammül eden bir koyun sürüsü haline getirmekteydi”. [1, s.543]
Atsız: “’Yurtta barış, cihanda barış’ yahut ‘kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok’ gibi sefilane bir siyasi umde ile bu milletin manevi enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler…” [15]
Hitler: “Halkın büyük çoğunluğu ruh ve tavır bakımından son derece kadına benzer, onun için de akıl ve düşünceden ziyade hisleriyle hareket eder”. [1, s.182]
Rıza Nur (Atsız’ın “manevi babası” [52, s.7]): “Kadın, nazarımda erkekten aşağı bir mahluktur. Sinirli, mantıksızdır. (…) Şimdi kadınların mebus, vekil gibi yüksek mevkilere çıkması moda. Akıllarına şaşarım, sökmez bir iştir. (…) Bizde saçı uzun, aklı kısa derler. Şimdi saçlarını kısalttılar ama akıllarını uzatamadılar. (…) Ben sadece şehvet ihtiyacı sebebiyle kadınla münasebetteyim. Fakat kadınlar hiç istediğim şeyler değillerdir. Hatta bu sebepten gençliğimde bir aralık hadım olmak fikrine düşmüştüm. Fakat o da erkeği kadın gibi yapıyor. Hadım ağaları malum. İçinden çıkamadım…” [53, s.1366-1367]
***
Nazilerin Türkleri aşağılamalarının dozunun fazla kaçtığı hissedildiğinde utangaç itiraz sesleri de duyulmuyor değildi. Bu sesler Nazilerin öğrettiği ırkçılığın temel önermelerine karşı değildi, bunun yerine Türk ırkının aşağı derecede olmadığı etrafında dönüyordu. Örneğin, Rosenberg’in 20. Yüzyılın Miti kitabındaki aşağılamaya karşı Orhun dergisinin 1. sayısında Ö. Bedii imzalı “Irkçılar Karşısında Biyolojik Haile” başlıklı yazı en üstün ırkın Cermen değil Türk ırkı olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Bedii’ye göre “yapılan plazmatik ve genotipik veraset tecrübeleri” Türk ırkının Cermen ırkına göre daha dominant olduğunu göstermişti. “Kimseye garezi olmayan biyoloji” bu gerçeği “sonsuza kadar haykıracak” ve Türklerin ırkların en yükseği olduğunu, bunu da tabiatın istediğini söylecekti. [10, s.49]
Irkçıların bazılarında da aşağılanmaya karşı itiraz eğlenceli fikirlerin gelişmesine yol açıyordu. Örneğin, Reha Oğuz Türkkan’ın kendi çıkardığı Ergenekon dergisinde Reha Kurtuluş müstear ismiyle [28, s.179] yazdığı makaleye göre kendisi ırkçılığı Hitler’den değil, Milattan önce yaşayan Mete’den öğrenmişti, çünkü Mete etrafındaki Türk boylarını birleştirmişti, dolayısıyla dünyadaki ilk ırkçıydı. Bu nedenle Hitler de ırkçılığı Mete’den öğrenmiş olmalıydı. [16] (Sallamanın bu derecesi yazarın kendisini bile rahatsız ettiğinden yazıyı müstear isimle yayınladığı düşünülebilir!) Değerli mütefekkir derginin aynı sayısındaki bir başka yazısında, herhalde faşizmi Mete’ye kadar götüremediğinden, kendisinin faşist olmadığını da iddia etmekteydi. [18]
***
Reelpolitik kaygılar Nazi ırk teorisinin gerçek hayatta uygulanmasını güçleştiriyordu. 1933’de yürürlüğe giren “Devlet Memurluğu Mesleğinin İhyasına Dair Yasa” (Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums) Aryan soyundan olanlar ve olmayanlar ayrımı getirmişti. Buna göre Yahudiler, Romanlar ve mekanları Avrupa dışında kalan ırklar yabancı (Artfremd) sayılıyordu. 1935’de Nürnberg kanunları kapsamında yürürlüğe giren “Alman Kanını ve Şerefini Koruma Kanunu” (Das Gesetz zum Schutz des deutschen Blutes und der deutschen Ehre) da “Akraba Kan” (Artverwandten Blutes) kavramını getirmişti. [13, s.82-84] Ayrıca Almanların “yabancı kandan” olanlarla evlenmesi veya cinsel ilişki kurması yasaklanıyordu. Bu sırada meydana gelen bir olay büyük yankı yarattı. Almanya’da yaşayan ve babası Türk, annesi Alman olan bir kişi Aryan olmadığı gerekçesiyle Hitler Gençlik Örgütünden (Hitlerjugend) uzaklaştırılınca iş bulma imkanlarının yok olması nedeniyle babasının Aryan olduğuna dair belge almak için Türkiye Konsolosluğuna başvurmaya niyetlenmişti. Resmi başvuru Nazilerce engellenmesine rağmen olay Berlin’deki Türk çevreleri tarafından öğrenilmiş ve tepkiye yol açmıştı. Zira bu durum Türklerin aşağı ırklardan sayılması olarak yorumlanıyordu. Bundan sonra meydana gelen büyük karışıklık Türk-Alman ilişkilerini aşmış, Almanya’nın İran, Irak ve Mısır gibi ülkelerle de sorunlar yaşamasına neden olmuştu. Irk teorisinin ve yeni kanunların tüm bu ülkelerin mensuplarının açıkça “yabancı”, diğer bir deyişle aşağı ırk saymasıyla Almanya Dışişleri Bakanlığı bu ülkelerle ilişkilerin bozulması tehlikesiyle zor durumda kaldı. Bu nedenle var gücüyle I. Dünya Savaşında silah kardeşliği ve Batı medeniyetine yönelim gibi argumanları kullanarak Türklerin en azından “Akraba Kan” kapsamına alınmasına çalıştı. [13, s.88-95] Bu kapsamda Ocak 1936’da Nazi Partisiyle İçişleri ve Propaganda Bakanlıklarına resmi bir yazı gönderdi. Bu çaba olumlu sonuç verdi, uygulamada Türklerin Nürnberg Irk Kanunları kapsamından çıkarıldığı bildirildi. Ancak Mayıs 1942’de ortalık yine karıştı, çünkü Neues Volk dergisinin Nazi Partisine yönelttiği Türklerle evlenme konusundaki soruya Parti olumsuz yanıt verdi. [7, s.80] Bu süreç Türkiye’deki gazeteler tarafından yakından takip edildiği için Türk ırkçılarının bu konuda ve Nazilerin “Türk ırkını” nasıl gördükleri hakkındaki bilgileri tamdı. Bu konu da diğerleri gibi ırkçı-faşistlerce suskunlukla geçiştirildi.
Savaş sırasında ırkçı-faşistlerin birbirleri arasındaki kavgalar hiç eksik olmadı. Bu kavgaların nedenlerinden biri Alman “teşviklerinden” yararlanma konusundaki anlaşmazlıklardı. Bu teşvikler sadece nakit değil, aynı zamanda reklam, kağıt, abonelik gibi yan unsurları da kapsıyordu. Anlaşılır nedenlerle bu kapsamdaki kavgaların çok küçük kısmı kamuoyuna yansıdı, bunlar da fazla yayılıp şiddetlenmeden örtbas edildi.
Örneğin, Reha Oğuz Türkkan tarafından çıkarılan Bozkurt dergisi Haziran 1939 tarihli sayısında kendisini överken “bazı sözde Türkçülerin bir iki devletin altınlarıyla çıkarttıkları dergilere benzemediğini” yazıyordu. [17] Bu saldırı diğer ırkçı-faşist dergiler tarafından suskunlukla karşılandı. Kapatıldıktan sonra ikinci defa yayınlanan Bozkurt dergisi bu suçlamayı birkaç yıl sonra tekrarladı: 5 Mart 1942 tarihli 1. sayısında rakip ırkçı-faşist dergilerin bazılarının yabancı parasıyla çıkarıldığını, bunu çıkaranların gerçek Türkçü olmadığını yazdı. Bu malumun ilamı yazı hakkında sol eğilimli Tan gazetesi 8 Mart tarihinde Bozkurt’a yabancı parasıyla dergi çıkaran Türkçülerin kim olduğunu sordu. Yanıt gelmeyince Tan 13 Mart’ta soruyu tekrarladı. Buna karşılık Bozkurt 19 Mart tarihli sayısında “bu sinsi tecavüze karşı” isim vermeyeceğini yazdı.
Irkçıların kendi aralarındaki kavgalarının önemli bir kısmını da başbuğ olma çabaları oluşturuyordu ki, bu tür kavgalar daha şiddetli oluyor ve genellikle kamuoyunun önünde gerçekleşiyordu. Bu kapsamda en fazla kullanılan argümanlardan biri rakibin soyunda “karışıklık” olduğu iddiasıydı. Örneğin, Nihal Atsız ile Reha Oğuz Türkkan kavgasında Atsız Türkkan’ın “ana cihetinden atalarını bağladığı Gence’nin Kendek köyü halis bir Ermeni köyü olduğu gibi gerek Reha, gerekse kardeşi Orhan’ın yüzleri de tıpkı Ermeniye benzer” demekteydi. Atsız’a göre bu nedenle de kendisi “’Türkkan’” diye değil de ‘Ermenikan’ ismiyle” anılmaktaydı. [19] Buna karşılık Türkkan da Atsız’ın seceresinin bilinmediğini yazdıktan sonra rakibini “bilimsel” yönden alt ediyordu: Atsız’ın kafatası yeterince brakisefal değildi, (“teoriye” göre Türklerin kafatasının brakisefal olması gerekiyordu) bunu da ölçüm yaptığı aletin hassas olmayışına bağlıyordu. Bunu şahitlerin huzurunda da saptamak için bir gün Türkkan kendi aletiyle Atsız’ın kafatasını ölçmüş, yine brakisefal çıkmamıştı! [28, s.44] Bu eğlenceli dalaş 1944 Irkçılık-Turancılık davasında “hükmen” Türkkan’ın galibiyetiyle bitti: Mahkeme savcısı muhtemelen nüfus kayıtlarından elde ettiği bilgileri iddianameye de yansıtarak Nihal Atsız’ın üçüncü göbekten dedesinin Rum, dedesinin babasının da “dönme” olduğunu açıkladı. [11, s.82] Bunun üzerine 2 Şubat 1945 günkü duruşmada okunup ertesi günkü gazetelerde özetlenen iddianameye göre Atsız Türk olma tarifesini üç batına indirdi! [12] Sonraları benzer bir kavga Atsız ile Türkeş arasında yaşanacak, ABD’yi arkasına alan Türkeş karşısında hiçbir şansı bulunmayan Atsız bu defa da başbuğluğu kaçıracaktır. Bunun üzerine Atsız ölümünden iki yıl önceki bir yazısında 1944 yargılamaları sırasında Türkeş’in kendini sorguya çekenlere “hatamı anladım, beni affetmenizi istirham ederim” mektubu gönderdiğini açıkladı, Türkeş’e de ağır hakaretlerde bulundu. [22]
Bunlardan başka ırkçı-faşistler arasında dergi veya örgütün “parasını yeme” suçlaması da kavga konularından biriydi. [28]
Nazi Almanyası Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) adı verilen strateji ile savaşın başında olağanüstü başarılar elde etmişti. Bu kapsamda Polonya’dan sonra Almanya’nın Batısındaki ve Güneyindeki ülkelerin çoğu çok kısa zamanda Nazi işgali altına girdi. Bundan sonra Hitler gözünü Doğuya, Türk-Moğol, Slav ve Kafkasyalı alt-insanların ve Bolşeviklerin yaşadığı Asya yönüne dikti. “Drang nach Osten” (Doğuya Yönelim) adıyla 19. Yüzyıldan beri konuşulmakta olan bu kavram Nazi ideolojisinde Doğu topraklarını sömürgeleştirme arzusu kapsamında yeni bir anlam kazandı.
Nazi Almanyası 22 Haziran 1941 sabaha karşı ansızın o zamana kadar tarihin gördüğü en büyük güçle görünürde müttefiki, ama gerçekte asıl düşmanı olan Sovyetler Birliğine saldırdı. Böyle bir saldırıyı beklemeyen Sovyet hatları çözüldü, Naziler Sovyet topraklarında diğer ülkelerde olduğu gibi hızla ilerlemeye başladılar. Buna bağlı olarak ilk birkaç ayda milyonlarca Kızılordu askeriyle birlikte yerel halktan insanları öldürüp milyonlarcasını esir aldılar. Bunlardan Asyalı-Türk görünümlü askerlerin çoğunu hemen öldürdüler, [4, Cilt III, s.128] bir kısmını da yaklaşan Rusya kışında esir kamplarında soğuktan ve açlıktan ölmeye bıraktılar. 28 Şubat 1942 tarihli bir belgeye göre kamplarda bulunan Sovyet savaş esirlerinin sayısı 3.6 milyondu. [4, Cilt III, s.127]
Hitler’in kısa dönemde planı Kırım yarımadası ve Volga bölgesi ile petrol zengini Baku ve çevresini Alman kolonisi haline getirmekti. [4, Cilt I, s.1041] Plana göre yaklaşık dörtte biri Türk kökenli Tatarlardan oluşan Kırım halkı zorla başka yerlere sürülecek, yerlerine Güney Tirollerdeki Alman nüfus yerleştirilecekti. [4, Cilt II, s.57,59] Böylece müttefik İtalya ile başağrısı yaratan Tirol sorunu İtalya lehine çözülmüş olacaktı. Kırım’ın uygun ikliminin ve verimli topraklarının sağladığı avantaj Karadeniz’e hakim stratejik konumuyla pekişiyordu. Hitler bu nedenle Rosenberg’e Kırım’ın yerel halktan “temizlenmesi” emriyle birlikte Kırım’daki şehir adları yerine Almanca adlar uydurma görevi verdi. Bunun üzerine Rosenberg Kırım’ı Taurida (Antik Yunancada Kırım) olarak adlandırdı. [25, s.253] Bundan başka Simferepol (Akmescit) şehrine Gotenburg adını verdi. Führerin kendisi de Sivastopol’a Theodorichhafen adını uygun görmüştü. [4, Cilt IV, s.57] Hitler Kırım da dahil olmak üzere işgal edilecek Sovyet topraklarındaki stratejiyi sıralı üç kelime ile özetliyordu: “İşgal et, yönet, sömür”. [4, Cilt II, s.608] Sovyetlere saldırının başında elde edilen başarılardan başları dönen Nazilerde özgüven o denli yüksekti ki, 16 Temmuz 1941 tarihinde Führer karargahında yapılan bir toplantının tutanaklarına göre Hitler işgal ettikleri hiçbir yerden çıkmayacaklarını, bunun için insanları öldürmek ve sürmek dahil ne gerekirse yapacaklarını ve gerekirse bunları gerçekleştirmek için dünyaya sahte vaatler yayacaklarını söylüyordu. [4, Cilt II, s.443] Aynı toplantıda Uralların Batısında Almanlar haricinde hiç kimsenin silah taşımasına izin verilmeyeceği “demir bir kural olarak” kayıt altına alındı. [4, Cilt VII, s.1087]
Ancak Nazilerin ilk aylardaki başarıları zaman geçtikçe kabusa dönüşmeye başladı. Naziler Moskova’ya 30 km yaklaşmalarına rağmen daha sonra püskürtüldüler. Kızılordunun kendisini toparlayıp ormanlara kaçan yerel halkın da yardımıyla gitgide etkinleşen darbeler vurmasıyla Alman tarafında asker, malzeme ve moral eksikliği belirgin hale geldi. Bu noktada Nazilere daha önceki “demir kurallara” aykırı olarak kamplarda hala yaşayabilen Türk, Kafkasya ve Ukrayna kökenli esir Sovyet askerlerinden Nazi birlikleri oluşturma fikri akla uygun gelmeye başladı. Buna bağlı olarak Hitler’in de katıldığı 8 Mayıs 1942 tarihli bir toplantıda Rosenberg bu kadar çok Asyalı asker öldürmüş olmanın yanlış olduğunu, bunların Sovyet ordusuna karşı Nazi saflarında savaştırılabileceğini söyledi. [4, Cilt IV, s.70] Zaman içinde Nazilerin asker gereksinmesi o derece büyüdü ki, daha önce düşünülemeyecek bir olay gerçekleşti: Düzenli ordudan başka mensuplarının birkaç yüzyıl geriye doğru saf Alman olduğunu kanıtlamak zorunluluğu olan elit SS birlikleri bile alt-insan olarak tiksindikleri esir Sovyet askerlerini saflarına almaya başladılar. [24, s.106]
Aslında çok gizli “demir kural” toplantısından haberi olmayan Naziler arasında epey önceden beri bu yönde çalışmalar vardı. Bunların fikir babalarından biri de Papen idi. Papen Sovyetlere saldırıdan bir ay sonra 25 Temmuz ve 5 Ağustos 1941’de Dışişleri Bakanı Ribbentrop’a gönderdiği mesajlarda Türkiye’nin Almanya ile birlikte Sovyetler Birliğinde bulunan soydaşlarını “kurtarma” faaliyetine teşvik edilmesinin ve Türk kökenli Sovyet esirlerinden Nazi birlikler kurulmasının Almanya’ya sağlayacağı yararları vurgulamıştı. Ribbentrop da 11 Ağustos’da gönderdiği yanıtta Papen’in düşüncelerine tamamen katıldığını ve Türkiye’nin “uykuda olan” Pan-Turancı ve yayılmacı çabalarını Almanya ile birlikte hareket edecek şekilde teşvik etmek gerektiğini yazmıştı. [3, ADAP F 2/0363-67, Serie D: Band XIII.1, Belge No:194] Papen hemen bu doğrultuda Türkiye’deki “dostlarıyla” temasa geçti. Nazi eliyle Turan fikri tarafsızlık gereği devlet kademesinde ihtiyatla karşılandı, ancak Papen’in çeşitli “teşviklerinin” de etkisiyle ırkçı-Turancılar bu fikri coşkuyla karşıladılar. Ertesi yıl Papen 6 Nisan 1942’de Ribbentrop’a gönderdiği mesajda aynı gün Saracoğlu ve Menemencioğlu ile yaptığı toplantıda Türk tarafının gayriresmi olarak Almanya’yı Turan konusunda desteklemek istediğini bildirdi. [3, ADAP 61/40 462-64, Seri E: Band II, Belge No:115]
Papen Nazilerin hızla ilerledikleri 1941 yaz sonunda savaş alanındaki başarıları Türk tarafına göstermek ve propaganda için Alman Dışişleri Bakanlığından izin istedi ve aldı. Türk hükümetinin de izin vermesiyle emekli general Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet ve muvazzaf general Ali Fuat Erden Ekim ayında bu geziyi gerçekleştirdiler. İki general gezi kapsamında Hitler tarafından da kabul edildiler. Bunlardan Erkilet aktif bir ırkçı-Turancıydı. Alman işgali altındaki Kırım’ı da içeren geziden önce ve sonra Cumhuriyet gazetesinde ve Çınaraltı dergisinde açıktan Nazileri savunan yazılar yazıyordu. Geziyi anlattığı kitabında [23] kendisini insan olarak bile görmeyen Führer’inin huzurundaki kendinden geçmiş halini utanç verici bir şekilde anlatıyor: (Hitler’le) “gözlerimizin birbirlerine ilk tesadüflerinde onunkilerde memnuniyete ve iyi kabule delalet eden bir gülümseme gördüm”, [s.218] (Hitler) “koyu gözleri ve alnına düşen kaküliyle resim ve filmlerde göründüğünden daha tatlı, daha canlı ve insana daha yakındı” [s.218] ve “Alman ordusu Alman subaylarının mükemmel bir eseridir”. [s.170] Erkilet’in yazdıklarından biri de şuydu: “Almanlar propaganda teşkilatını mükemmel kurmuşlardır”. [s.237]
Alman hayranı ırkçı-faşist emekli generallerden bir diğeri de Ali İhsan Sabis idi. Bu da tüm savaş boyunca yöneticisi olduğu Nazi yayını Türkische Post, [49, s.472] Cumhuriyet, ve diğer ırkçı-faşist yayın organlarında hayali ve gerçek Nazi zaferleriyle Turan masallarının propagandasını yaptı, Kızılordunun nasıl ezildiğini anlattı. Oysa var güçleriyle Türkiye’nin Almanya safında savaşa girmesini isteyen bu generallerin çok iyi bildikleri ama bahsetmekten pek hoşlanmadıkları bir konu vardı: I. Dünya Savaşında Alman subaylarının Osmanlı subaylarını aşağılamaları, onlara sövmeleri ve geri hizmete atmaları. [6, s.15]
Papen’in devreye sokup resmi davetle Almanya’ya gitmesini sağladığı bir diğer şahsiyet Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa (Killigil) idi. Killigil 1918 yılında Osmanlı Ordusunun bir kolu olan Kafkas İslam Ordusu komutanıydı. Bu ordu Baku’ye girmiş, ancak daha sonra Mondros Mütarekesinin gereği olarak buradan çekilmişti. Killigil uzun yıllar Almanya’da yaşadıktan sonra 1940’larda İstanbul’da silah ve cephane üreten varlıklı bir işadamı olmuştu. Kendisi Türkiye’deki Turancı çevrelerin önde gelen isimlerinden biriydi. Fabrikasındaki çalışanlardan biri olan Burhan Oğuz’a göre çoğu eski İttihatçı gibi Alman hayranıydı. [26, s.367] Her yıl “Leipzig Sanayi Fuarını” bahane edip Berlin’e gidiyor ve orada Nazilerle görüşüyordu. Bir keresinde Rosenberg’le görüşme fırsatı bulmuş, ama Rosenberg’in kendisini yardıma ihtiyaçları olmadığını söyleyip savmasından sonra ona çok kızgın olarak dönmüştü. [26, s.369] Yeni durumu Enver’in romantik hayallerini gerçekleştirmek, yani Asya’da bir Turan İmparatorluğu kurmak için fırsat olarak görüyordu. Papen Ribbentrop’un ve Başbakan Refik Saydam’ın onayıyla Killigil’in resmi davetli olarak 1941 Eylül’ünde Almanya’ya gitmesini sağladı. Killigil Ribbentrop ile görüşemese de Nazi üst düzey yetkililerde bir dizi görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde Türk kökenli savaş esirlerinin diğerlerinden ayrılıp bunlardan Turan amaçlı birlikler kurulması düşüncesini aktardı. Ayrıca Türkiye ve Almanya’nın işbirliği yapabileceği bir planı kaba hatlarıyla Almanlara anlattı. Plana göre ileride işgal edilecek Sovyet topraklarından çok geniş bir alan Türkiye’ye katılmasa bile “yönlerini Türkiye’ye çevirecekti”. Bu alan Azerbaycan, Dağıstan, Kırım, Volga ve Ural arasındaki bölge, tüm Sovyet ve Çin Türkistanı ile İran’ın Kuzeybatı kısmını kapsıyordu. [6, 206] Killigil ayrıca Kafkasya ile bağlantıları olduğunu ve istediği anda bu bölgede Sovyet idaresine isyan edecek yüzbin kişi temin edebileceğini iddia etti. [3, ADAP 265/173 234, Serie D: Band XIII.1, Belge No:298] Bu toplantılardan sonra Naziler Killigil’i temasta kalma temennisiyle geri gönderdiler. Ribbentrop’un başında olduğu DİB ile sürekli çekişme halinde olan Rosenberg Killigil’le görüşmediği gibi Günlüklerinde bu ziyaretten rahatsızlığını belirtiyor. [33, s.423, 575-576]
Nazi şeflerinin çoğunluğu Turan politikasında Papen’den daha az coşkuluydular. Bunlar Baku ve Batum gibi Türkiye’de eski arzuları canlandıracak konuları yem olarak bile kullanmama düşüncesindeydiler. Hitler ve Rosenberg Turancılığı ganimetin paylaşılması anlamında ilerisi için potansiyel bir tehlike olarak görüyorlardı. [6, s.202] Bu nedenle Nazilerce ihtiyatlı bir şekilde desteklenen Turan politikası Ribbentrop’un 12 Eylül 1942 tarihli önerisi üzerine durduruldu. Papen’e de “Türkiye (…) tüm politik tutumunu bizim istediğimiz gibi değiştirmedikçe” Türk yetkililerle Turan konusundaki görüşmeleri kesme talimatı verildi. [6, s.212]
***
Nazilerin 1941 yazındaki savaş esirlerini etnik ve dinsel aidiyetlerinin yanı sıra rütbe ve eğitim özellikleriyle olarak ayırma işleminin başlamasından sonra [24, s.183] uygun görülenlerden resmi adıyla “gönüllü” Nazi birlikleri oluşturulmaya başlanmıştı. Ancak birçok savaş esiri için durum gönüllülükten çok zorunluluğu çağrıştırıyordu, çünkü açlık, hastalık veya soğuktan ölümle sonuçlanan esir kampı hayatına [20, s.57] alternatif olarak Naziler silah, üniforma ve çok az da olsa maaş veriyorlardı. Eski esirlerden ilk muharip birlikler 1942 ilkbaharında cepheye sürüldü. [20, s.39] Savaş boyunca Nazi saflarında savaşanların esir askerlerin toplam sayısı bir milyonu buldu. [24, s.17] 1944 yılında Türk kökenli Nazi askerlerinin sayısı 180.000 idi. [24, s.283] Bunlardan Osttürkischer Waffenverband (Doğu Türkleri Silahlı Birliği) adıyla 19 müstakil tabur ve 24 piyade bölüğü oluşturulmuştu. [7, s.171] Bazı esirler de geri hizmette yararlanılmak üzere ayrıldılar. Bunların da bazıları köle işçi olarak Almanya’ya gönderildiler.
Ancak Nazilerin yeni devşirdikleri bu askerleri aşağılamaları sorun yaratmaktaydı. Örneğin, bunların rütbeli olanlarının kendilerinden alt rütbedeki Alman askerlerine emir verme yetkisi olmadığı gibi onlar tarafından azarlanabiliyorlardı. [20, s.54] Bütün hayatları boyunca kendilerine üstün ırk oldukları söylenen Alman kökenli askerlerin alt-insanlara davranışları da bununla belirleniyordu. Alman nüfusun Göbbels’in aralıksız propaganda bombardımanıyla ne hale getirildiği hakkında Mustafa Çokay’ın (Çokayoğlu/Çokayev) öyküsü öğreticidir:
Sovyet devrimi sırasında Hokand’da kurulan kısa ömürlü Türkistan Özerk Yönetiminin Başkanı Mustafa Çokay Nazilerin Türkistan lejyonunun da en önemli kurucularından biri olup [24, s.68] Naziler hesabına bir esir kampında çalışırken tifüs mikrobu kaparak ölmüştü. (Bazı kaynaklara göre bu işleri gönüllü olarak yapmamıştı, kendisi sola eğilimliydi [25, s.275] ve Naziler tarafından öldürülmüştü). Çokay bir gün Berlin’de sokak ortasında nedensiz bir şekilde tanımadığı bir SS mensubu tarafından yumruklandı. Bu olaydan sonra yakalanan saldırgan alt-insanlar hakkında bir film gördükten sonra Asyalı görünümlü Çokay’a karşı bu eylemi yaptığını söyledi. [20, s.50] Çokay 27 Aralık 1941’deki ölümünden kısa bir süre önce eşine yazdığı mektupta yetkili sıfatıyla dolaştığı Nazi esir kamplarındaki aşağılamayı anlatıyor:
“Daha fazla dayanamayacağım. Dün 35 kişiyi kurşuna dizilmekten kurtardım. Onları bir çukura yerleştirmişlerdi. Şimdi Ekim ayıdır. Onlar yazlık giyimleriyle yarı çıplak halde; çıplak elleriyle kendilerini yaştan ve soğuktan koruyacak barınak kazmaya çalışıyorlar. Onlara köpeklere atar gibi ekmek atıyorlar. Bu adamlar [Nazileri kastediyor] hayvandan daha kötü . . . Manen ne kadar yorulduğumu tahmin edersin . . . Tahammül edemiyorum . . .” [42, s.86]
Bu dönemi anlatan kitabında Parik von zur Mühlen de aşağılamalara çarpıcı bir örnek veriyor:
“General von Heygendorff kıtasına vaktinden evvel dönen bir Kafkasyalının hikayesini nakletmiştir. Niye erken döndüğü sorulduğu zaman Kafkasyalı, bir SS mensubunun biletçiye; ancak ‘pis hayvan’ indikten sonra kendisinin bineceğini söylediği için Viyana’da tramvaydan atıldığını anlatmıştır.” [20, s. 49]
Heygendorff’dan aktarılan bir başka örnek de “aşağı ırklardan” devşirme askerlerin Nazi saflarında savaştırılmaya başlanmasının üzerinden epey zaman geçtikten sonra bile cephede aşağılamaların durmadığını gösteriyor. Buna göre “(…) bazı Alman komutanlar Almanca anlayan Türk subaylarının önünde açıkça Doğulu halklardan kurulmuş bulunan bu birliklerin asıl görevinin ‘değerli Alman kanının dökülmesini engellemek’” olduğunu söylüyorlardı. [24, s.86]
Naziler savaş süresince Almanya’da esir askerlerden ve gönüllülerden asker devşirmek için Almanya’da birçok “Milli Komite” kurulmasına önayak oldular. Almanya’da günlük hayatın içinde yaşayan bu komitelerin üyelerinin Naziler tarafından kendilerinin nasıl tanımlandığının bilincinde olmamaları düşünülemez. Bundan öte bu kişiler Nazilerin nihai amaçlarının ülkelerini sömürgeleştirme olduğunu çok iyi biliyorlardı. [20, s.135] Buna rağmen çoğu gayet memnun ve mesut bir şekilde faaliyetlerini savaş sonuna kadar devam ettirdiler. Bunlardan bazıları da savaş sonundan itibaren yeni efendileri ABD tarafından kullanıldılar. Hatta aşağıda anlatılacağı üzere içlerinden Ruzi Nazar gibi önce CIA denetimindeki Nazi artıklarından oluşan “Gehlen Örgütünde” çalıştırılıp daha sonra doğrudan CIA bordrosuna alınanlar bile çıktı.
***
Çokay’ın ölümünden sonra yerini yardımcısı Veli Kayyum aldı, yaptığı ilk iş de kendi kendisine Orta Asya kültüründe saygı uyandıracağını umduğu “Han” ünvanını vermek oldu. Nazilerin kendisine sunduğu imkanlar ise daha somut idi: Makam arabası, ikametgah ve diplomatik pasaport. [20, s.93] Kayyum da bu iyilikleri karşılıksız bırakacak bir kişi değildi: Hitler hakkında “hürriyet aşığı milletlerin Führer’i” [20, s.138] sözleri açıklayıcıdır. Kendisine Naziler tarafından “Türkistan Milli Kuvvetler Komutanı” payesi verilen Kayyum, Nazilerin mutemet adamı olarak savaş sonuna kadar bu konumunu korudu. Ancak sayıları fazla olmasa da bazı Milli Komite üyeleri belli durumlarda Nazilere karşı çıkma cesareti gösterdiler. Hatta Kayyum’un bile Naziler arasındaki anlaşmazlıkları kullanarak taraflardan bazılarına karşı çıktığı durumlar oldu.
“Milli Komitelerden” bazılarının üyeleri Sovyetler ile ilişkiye geçerek Almanya içinde çok zor şartlarda Nazilere karşı örgütlenme çabasına giriştiler. Bunlar arasında Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı yazar-şair Musa Celil’in özel bir önemi vardır. Celil Kızılorduda savaşırken esir düşmüş, sonradan Almanya’daki Tatar Milli Komitesinde çalışmak üzere serbest bırakılmıştı. İdeolojik kanaat ile birlikte aşağılanmalardan ve Nazilerin açık sömürgeleştirme amaçlarından kaynaklanan nedenlerle Celil ve onun etrafındaki bir grup Sovyetler için çalışmaya karar verdi. Bir ihbar sonucu yakalanan Celil ve arkadaşları 1944’de Gestapo tarafından idam edildi. Kendisi savaştan sonra “Sovyetler Birliği Kahramanı” olarak kabul edildi, hakkında bir opera bestelendi. [20, s.99]
Hitler’in resmi kayıtlara geçen sahte vaatler yapma konusundaki sözleri milliyetler konusunda da alt kademede Nazi madrabazlığına neden oluyordu. Örneğin, Almanya’daki Türk kökenli Milli Komitelere ve Türkiye’deki resmi makamlarla pleb faşistlerine Turan masalları anlatırken yine Almanya’daki Ermeni ve Gürcü Komitelerine Türkiye’den toprak vaadediyorlardı. [24, s.129] Almanya’da çok dar bir çevrede faaliyet gösteren ve birbirleriyle sürekli temas halinde olan her etnik gruptan Milli Komitelerin bu durumun farkında olmaması düşünülemez. Ancak buna rağmen faaliyetleri sürüp gitti. Komitelerden bazıları da talihli çıktı: Kızılordu Berlin’e son saldırı için yaklaşırken Hitler intiharından bir buçuk ay önce 17 Mart 1945’de Azerbaycan Milli Komitesine Azerbaycan’a bağımsızlık bahşettiğini müjdeledi! [24, s.304]
***
Türkiye’deki ırkçı-faşistler de sadece ideolojik planda değil, aynı zamanda pratikte de Nazilerin Türkleri aşağılamasını ve “Turan sömürgesi” oluşturma niyetlerini çok iyi biliyorlardı, çünkü Almanya’daki “Milli Komiteler” ile temasları vardı. Mühlen bu konuda aydınlatıcı bilgiler veriyor: Savaş sırasında Almanya’daki Kırım Tatar Heyetinin Başkanı Edige Mustafa Kırımal’a özel arşivini kendisine açtığı için teşekkür eden Mühlen [20, s.VII] bu arşive dayanarak Kırımal’ın Nazilerin Kırım’ı Cermenleştirme niyetini çok iyi bildiğini, bundan rahatsız olduğunu ve bu durumu 1942’de Kırım Tatar “Milli Fırkasının” İstanbul’daki zirvesine de raporladığını yazıyor. [s.109] Burhan Oğuz’un aktardığına göre bir süre aynı heyette bulunan Müstecip Ülküsal da İkinci Dünya Savaşında 1941-1942 Berlin Hatıraları ve Kırım’ın Kurtuluş Savaşı adlı kitabında 11 Aralık 1941’de Hitler’in Reichstag (Meclis) konuşmasında “Bolşevikler savaştan galip çıkarlarsa barış şartlarını Moğollar ile Tatarlar dikte edeceklerdir; bu bütün Avrupa milletleri ve medeniyeti için büyük bir felaket olacaktır” dediğini yazıyor. [26, s.372] Ayrıca, Doğu Bakanlığında çalışan ve Milli Komitelerden sorumlu olan Gerhard von Mende’nin kendisine ve Kırımal’a “burada Tatarlara 12. Yüzyılda olduğu gibi hala vahşi nazarıyla bakılıyor” dediğini kaydediyor. [s.371] Kırımal ve Ülküsal bu dönemde başta Erkilet olmak üzere Türk ırkçılarıyla irtibattaydılar. Tüm bunlara rağmen Erkilet’in ve Türkiye’deki diğer ırkçıların Nazi hayranlıklarında ve buna bağlı faaliyetlerinde bir azalma olmadı.
Diğer taraftan savaş ortamında sürekli aşağılanma ve savaşın Sovyetler lehine değişmesi gibi nedenlerle eski Kızılordu savaşçıları için zaman içinde sorunlar büyüdü. Bunlara birçok birliğin “anavatanlarını Sovyetlerden kurtarma” vaatlerine rağmen ilgisiz yerlerde savaştırılmaları da eklenmelidir. Örneğin, bazı birlikler Stalingrad, bazıları da Kafkasya cephesine gönderildiler. [7, s.171] Bunlarla birlikte ideolojik kanaat da bazen savaşçıların birliklerindeki Nazileri etkisiz hale getirip tekrar Kızılordu [24, s.233,239] veya Sovyet partizanlarının [25, s.582] saflarına geçmelerine neden oluyordu. Bu nedenden ötürü Alman saflarına geçen eski Kızılordu askerlerinin %70-80 kadarı 1943’den itibaren savaşmak üzere Avrupa’ya gönderildiler. [20, s.61] Savaşın sonlarına doğru Kızılordunun ilerlemesi zaten bu nakli zorunlu kılıyordu. Diğer taraftan bu askerlerin ilgisiz yerlerde savaştırılmaları Nazilerle Türkiye’deki ırkçı-Turancıların beraberce savundukları “Naziler eliyle Turan” tezlerinin zayıflamasına yol açtı. [7, s.171]
Alman Naziler ve çevre ülkelerdeki işbirlikçileri savaştan sonra değişen şartlara hemen uyum sağlayarak hizmetlerini yeni efendilerine sundular. Konumuz açısından bunlardan Reinhard Gehlen ve Ruzi Nazar önemlidir.
Gehlen savaşta General Heusinger ile birlikte Almanya’nın Türkiye’yi işgal planını hazırlayan Nazi subayıydı. [6, s.138] [32, s.44] 15-22 Şubat 1941 tarihli ve “Gertrud” isimli bu plan Hitler’in Boğazları kontrol altına almak, İngiltere’nin Hindistan yolunu kesmek ve Ortadoğu ile birlikte Azerbeycan petrollerine ulaşmak amacını taşıyordu. Ancak Hitler daha sonra fikir değiştirerek bunun yerine Sovyetler Birliğine saldırmayı seçti. Gehlen de savaştan önce Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinde istihbarat toplamak amacıyla kurulan “Yabancı Orduları Komutanlığı” (Fremde Heere Ost) tuhaf isimli birliğe atandı. Gehlen Daniele Ganser’in ABD’li tarihçi Christopher Simpson’dan [35, s.44] aktardığına göre buradaki yaklaşık üç senelik görevinde savaş sırasındaki en korkunç işkence ve katliam yöntemleriyle yaptığı sorgular vasıtasıyla Sovyet ordusu ve toplumu hakkında çok zengin bilgiler topladı, [34, s.191] Almanya’nın tesliminden sonra da yanında mikrofilmlere kaydedilmiş tüm istihbarat evrakıyla birlikte ABD ordusuna sığındı. ABD’ye götürülen Gehlen burada kendisinin kullanım potansiyeli hakkında yetkilileri ikna ettikten sonra Almanya’ya geri gönderildi. Burada ABD’li istihbaratçılarının denetiminde büyük kısmı eski Nazilerden oluşan “Gehlen Örgütünü” kurdu. “Alman Gladio’su” olarak nitelendirilebilecek bu örgüt 1956’da adını Bundesnachrichtendienst (Alman İstihbarat Servisi – BND) olarak değiştirdi, Gehlen de o sırada hala ülkesini işgal eden ABD tarafından bunun başına getirildi. Bu, o kadar tuhaf bir durumdu ki, CIA Direktörü Allen Dulles bir gazetecinin “Nazilerle işbirliği yapmaya utanmadınız mı” sorusuna mealen “bu işte temiz insan bulmak zor” yanıtını verdi. [34, s.200] Gehlen bu görevini 1 Mayıs 1968’e kadar sürdürdü.
Nazi kanunları gereği bağlılık yemini ettiği Hitler’i “manyak” olarak tanımladığı anılarında [31, s.92] Gehlen birçok vesileyle Türkiye’den de bahsediyor. Kendisi hakkında yazılan bir biyografi kitabında da 1956’dan beri ilişkide olduğu Türkiye’nin “özel önemine” işaret ediyor. [36, s.909]
Belki de bu özel önem dolayısıyla BND Başkanlığından uzaklaştırıldıktan birkaç ay sonra 9 Ekim 1968’de “dostlarını” ziyaret amacıyla Türkiye’de olduğunu yazıyor. [31, s.280] Doğallıkla bu ilişkiler hakkında fazla ayrıntı yok, ancak o tarihte Albay rütbesiyle Özel Harp Dairesinin Kurmay Başkanı ve daha sonra da Komutanı olan Kemal Yamak [37, s.244] çok sonra yazdığı anılarında farkında olmadan bu konuda küçük ama önemli bir terminolojik ipucu veriyor: 21 Mayıs 1963’deki Talat Aydemir darbe girişimi sırasında hareketin önde gelen Harbokulu öğrencilerini “dirijan” olarak tanımlıyor. [s.208] Türkçe’de kullanılmayan bu deyim Almancada orkestra şefi veya yönetici anlamına gelen “dirigent” kelimesinden üretilmiş olmalı. Nitekim Ganser çeşitli ülkelerdeki Kontrgerilla örgütlerini incelediği kitabında bunlar arasındaki terminoloji uyumunu sağlamaya yönelik çabaları içeren bir belgeyi açıklıyor. [34, s.202] Yamak muhtemelen Nazilerle teşrik-i mesaisinin sonucu olarak 12 Eylül 1980’den sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı iken Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran eliyle Diyarbakır Cezaevini Nazi kamplarından çok daha korkunç bir işkencehaneye dönüştürmüştü. [38] Ancak, sonuç Yamak’ın amacının tam aksi yönde gerçekleşti: Hasan Cemal’in sözleriyle “Diyarbakır Cezaevi 1980’den itibaren sanki PKK’ya militan üreten bir mekanizma, bir baskı fabrikası haline geldi. Oradan çıkan bir sürü insan doğruca dağa çıktı, PKK saflarına katıldı.” [39, s.545] Yamak da bu sözleri aynen kitabına almış, [37, s.508] “Sayın Cemal’in fikirlerine saygı duymakla birlikte” “isteğiyle veya örgüt zorlamasıyla, maalesef bazılarının da reaksiyon duygularıyla dağa çıkması da kaçınılmaz bir sonuçtur” diyor. [s.509]
***
Alman elçiliğinin faaliyetleri bir yana bırakılırsa, savaş sırasında Türkiye’deki “pleb faşistleriyle” Nazilerin doğrudan ilişkileri haberleşme, seyahat ve yabancı dil zorlukları nedeniyle çok kısıtlıydı. Elçilik ilişkiyi genellikle ideolojik yakınlık ve maddi destek etrafında döndürüyordu. Bu durum Soğuk Savaşta belli ölçülerde değişti, bir taraftan NATO vasıtasıyla ABD’ye bağımlılık derinleşirken diğer taraftan çoğu resmi görevlilerin açık ve gizli desteğiyle örgütlenen “komando kampları” gibi yapılarla milliyetçilik kisvesi altında ABD çıkarları için kullanışlı bir taban yaratıldı. Bu kapsamda yerel ırkçı-faşistler kullanılarak birçok katliam düzenlendi. Bu konuda Nazi Almanyasının DİB belgeleri gibi zengin ve tartışılmaz bir kaynak olmamasına rağmen Türkiye-ABD ilişkilerinden açığa çıkmış belgeler ve araştırmalar savaştaki Türkiye-Almanya ilişkilerinden çok daha derin bir bağımlılık ilişkisine ışık tutuyor. Bu anlamda solun geçen yüzyılın ikinci yarısına damga vuran, ancak günümüzde unutulmaya yüz tutan “Bağımsız Türkiye” sloganın değeri ortaya çıkıyor.
***
Soğuk savaşta devletler düzeyindeki ilişkiler alt düzeyde CIA ve MHP arasındaki ilişkiler olarak tezahür etti. Enver Altaylı’nın Ruzi Nazar hakkında yazdığı biyografi kitabı kısmen kendi yaşam öyküsüne ışık tutarken satır aralarında Türkiye’nin ve pleb faşizminin ABD’ye bağımlılığı konusunda da bazı bilgiler veriyor. [42] Altaylı Talat Aydemir olayında Harbokulundan atıldıktan sonra gazetecilik yaparken “baba dostu” olduğunu söylediği Ankara’da görevli CIA casusu Ruzi Nazar ve Türkeş tarafından MİT’e yerleştirildiğini, Nazar’la bundan sonraki ilişkilerinin de “ağabey-kardeş” biçimini aldığını söylüyor. [s.13-14] Altaylı MİT’ten ayrıldıktan sonra MHP’de çalışmaya başladı, MHP’nin günlük gazetesi Hergün’ün Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarı oldu. “Ağabeyi” ile Almanya’da bulunurken MHP’nin “Parti Müfettişi” ve yurtdışı teşkilatlarının fiili yönetmeni olarak çalıştı. [43] Bu içiçelik sonraları değişik bir şekil aldı, Altaylı MHP’yi bırakıp yine CIA ile içiçe olan Gülen teşkilatına yazıldı. Kendisi 2016 darbe girişiminden sonra bu teşkilat mensubu olarak aldığı cezalar nedeniyle halen cezaevinde.
Özbek asıllı Nazar Kızılordu askeri olarak Nazilere karşı savaşırken esir düşüp daha sonra Nazi lejyoneri olarak Sovyetlere karşı savaştı. Savaşta yaralandıktan sonra da Berlin’de “Türkistan Milli Komitesinde” Nazilerle birlikte çalışmaya başladı. Nazilerin yenilgisinden sonra ABD işgal bölgesinde “Gehlen Örgütü” tarafından kullanıldı. Bu dönemde yine aynı örgüt tarafından kullanılan ve savaş sırasında onbinlerce Polonyalı ve Yahudinin ölümünden sorumlu olan Ukraynalı faşist Stepan Bandera ile yakın dostluk kurdu [42, s.244] ve “sıkı bir işbirliğine girdi”. [s.230] Nazar 1951’de CIA’nin Türkiye istasyon şefi Archibald Roosevelt tarafından işgal altındaki Almanya’dan ABD’ne gönderildi, 1954’de de doğrudan CIA hizmetine alındı.
***
Savaştan sonra eski Nazilerin CIA tarafından rağbet görmesine paralel olarak 1944 Irkçılık-Turancılık davası sanıkları da 1947’de Yargıtay’da 1941 Hitler ziyaretçilerinden Ali Fuat Erden tarafından beraat ettirildiler. Bunlardan Türkeş 1948’de Genelkurmay tarafından ABD’ye “eğitilmeye” gönderildi. İki yıl boyunca İngilizce öğrenip “ufkunu açan eğitimlere” [40, s.68] katıldığı bu programdan sonra Çankırı’daki “Gerilla Okuluna” “Gerilla Hocası” olarak atanması [s.69] aldığı eğitim konusunda bir fikir veriyor (kitabı yayına hazırlayan kişi cinayet ve katliamı çağrıştırdığı için olacak, kötü ünlü “kontrgerilla” kelimesini kullanmamış). 1955-1957 arasında yine ABD’ye gönderilen Türkeş ile CIA casusu Nazar uzun ve “verimli” bir ilişkiye başladılar. Enver Altaylı’nın son derece doğru deyimiyle “aynı idealleri paylaşan, aynı hedefin yolcusu” [s.325] bu ikilinin yakın işbirliği Türkeş’in ölümüne kadar sürecekti.
CIA casusu olarak portföyünde İran ve Afganistan’ı karıştırmak da olan [42] Nazar meslek hayatının önemli bir kısmında Türkiye ile “ilgilendi”. Bağlılığı ABD’ye olan bu kişiyle “ideal ve hedef birliğini sağlamak” için Türkeş’in gösterdiği çabaların çoğu kapalı kapılar ardında ve gizli arşivlerde kaldı. Ancak bir kitle hareketinin başbuğu olarak ne kadar dikkat ederse etsin ABD çıkarlarının avukatlığını kamusal alanda ifşa etmek zorunda kaldığı durumlar oldu. Örneğin, 1974’de Türkiye’de haşhaş ekimine izin verilmesi ABD’de büyük tepkiyle karşılanmıştı. Oysa Türkiye’deki yoksul köylülerin buna ihtiyaçları büyüktü. Türkeş bu konuda şunları söylemişti:
“Konu Amerika’ya karşı bir meydan okuma şekline çevrilmiş ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulması için gerek devlet yayın organlarında ve gerekse bir kısım basında akılsızlık son haddine kadar götürülmüştür.” [47, s.678]
Nazar 1959’da CIA görevlisi olarak Ankara’ya atandı. [42, s.346] Bu görevi süresince Türkeş’le iç içeliği aile dostluğuna varacak kadar ilerledi. [s.354] 1960 darbesinden sonra darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi içinde yer alan ve buradaki sol görüşe yakın muarızlarını tasfiye ederek tüm iktidarı almak isteyen Türkeş ve diğer 13 cuntacı bunu beceremeyince imdatlarına CIA adına Nazar’ın müdahalesi yetişti: Bu müdahale 13 Kasım 1960’da Türkeş tutuklandığında kendisini idamdan kurtarıp diğerleriyle birlikte yurtdışına sürgün edilmesini sağladı. [s.354] Nazar Türkeş’i bu kalkışmaya kimlerin azmettirdiği konusunda herhangi bir şey söylemiyor.
Altaylı’nın kitabına göre Nazar Ankara’da bulunduğu süre içinde MİT ve CIA arasındaki bağımlılık ilişkisinin kendisini bile rahatsız ettiğini ve bunun kalkması gerektiğini söylüyor. [s.356] Ancak söylemedikleri söylediklerinden çok daha fazla. Örneğin, Tuncay Özkan’a göre bunlardan biri de bir dönem maaşları bile CIA’nin ödediği. [44, s.126]
Nazar’ın Türkiye’deki meslek hayatı büyük ölçüde sol düşünceye karşı ırkçı-faşist ve dinci akımları örgütlemekle geçti. 1971’de Almanya’ya atanıp oradaki Türkiye kökenli işçilerle “ilgilendi”. Türkeş’den başka 1944 Irkçılık-Turancılık davasında yargılanıp hayatta olanlardan Fethi Tevetoğlu da Nazar’ın “yakın arkadaşıydı”. [42, s.367]
Nazar döneminin en önemli “ürünlerinden” biri 12 Mart döneminde İstanbul’da Kontrgerillanın gerçekleştirip [41, s.105,124] ağır işkence altında bazıları sol görüşlü, bazıları da siyasetle ilgilenmeyen 22 sanığa yüklenen Atatürk Kültür Merkezi yangını, Marmara gemisinin yakılması ve Eminönü gemisinin tersanede batırılmasını içeren “Sabotaj Davası” idi. Bu olaylar Yamak’ın Özel Harp Dairesi Komutan Yardımcısı ve sonradan Komutanı olduğu zaman içinde gerçekleşti. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün de bu dönemde görev yapmıştı. Yine bu dönemde Özel Harp Dairesinde Yamak’ın komutanı olan Cihat Akyol bu konuda şunları yazıyor:
“Halkı mukavementçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir”. [54, s.132]
Sabotaj davası sanıklarının tamamı “kendi itiraflarından” başka hiçbir delil olmadığı için 1974’de beraat ettiler.
Türkiye’de pleb faşizminin hiçbir zaman kendi bağımsız ajandası olmadı, her zaman yerel ve uluslararası güç sahiplerinin bir aleti olarak hareket etti. Bu nedenle bu akımı tanımlamaya en uygun kelimenin “kullanışlılık” olduğu söylenebilir. Tanım gereği ülke içindeki toplumsal sınıflar düzeyinde her zaman güçlünün güçsüzü ezmek için kullandığı bu akım, 1930’ların sonlarından beri çok değişik aşamalardan geçti, ancak uluslararası düzeyde diğer bağımlı ve az-gelişmiş ülkelerdeki “kardeşleriyle” birlikte hep aynı kaderi paylaştı: Emperyalizmin uzantısı olarak kullanılmak.
Türkiye özelinde bağımsız ajanda yokluğunun karmaşık nedenleri olduğu söylenebilir: Tarihsel şartlarla birlikte faşist kadrolarda Türkeş’in bile şikayetçi olduğu nitelik sorunları [45, s.375-376] ve buna bağlı olarak ideolojik sığlık hemen akla gelenler. Bunlardan ikincisi hakkında ülkücü kökenli Ömer Lütfi Mete şöyle diyor: “… ‘Kahrolsun PKK’ narasıyla özetlenebilecek ‘güncel doktrin’zaten sığ olan ideolojik içeriği büsbütün boğuverir. ‘Sığ’ diyoruz, çünkü rahmetli Erol Güngör’ü istisna tutarsak, hiçbir ‘ülkücü’ aydın, yüzyıl önce Volga Tatarları arasında yükselen pırıltılı ‘Türkçü’ aydınların fikri düzeyine bile yaklaşabilmiş değildir.” [46, s. 701]
Türkiye’deki faşist hareket savaş sırasındaki Nazi uzantılığının kötü sonuçlanmasından ve önderlerinin kısa cezaevi maceralarından sonra Soğuk Savaşın başlangıcında ülkenin yeni yönelimine hemen ayak uydurdu, ABD yörüngesine girdi. 1975-80 arasındaki “düşük yoğunluklu iç savaş” olarak nitelendirilebilecek dönemde sayısız cinayetin yanısıra bu hareket Maraş Katliamı gibi girişimlerde bulundu ki, bu tip kitle katliamları ABD Elçiliğinde görevli Alexander Peck’in Anadolu seyahatlerinden sonra meydana geliyordu. [51, s.274-275] Hareket 1980 darbesinden sonra “fikirlerinin iktidarda olmasına rağmen” artık kendisini kullanmayı tehlikeli ve gereksiz bulan devletten 1944’den sonra ikinci darbeyi yedi. 1990’larda cezaevinden çıkan kadroların çoğu “ülkücü mafya” haline geldiler, bundan sonra MHP ve mafya kavramları hep birlikte kullanıldı. Türkeş’in ölmesinden sonra yerini alan Bahçeli MHP’yi bir süre “devletin sahibi” laik askeri-sivil bürokrasi paralelinde tuttuktan sonra ne olduysa birkaç ay içinde yüzseksen derecelik manevrayla tüm programı laikliği yokedip devleti şeriat esaslarına göre dönüştürmek olan AKP’nin yörüngesine soktu. Halen de daha önce hiçbir koalisyonda görülmedik bir şekilde Erdoğan’ı ölene kadar Sarayında tutmak için olağanüstü bir gayretle çalışıyor.
Lakin bu yalpalamalar ve savrulmalar hareketin özünde hiçbir değişikliği neden olmadı: İstikrarlı bir şekilde ezilenin ve yoksulun karşısında, ezenin kullanışlı bir aleti olarak kaldı.
Kaynaklar
[1] Adolf Hitler, Kavgam, Yağmur Yayınevi, 1980.
[2] Alfred Rosenberg, The Myth of the Twentieth Century, Internet baskısı, tarihsiz.
[3] Akten zur deutschen auswärtigen Politik – ADAP
[4] International Military Trials-Nürnberg, Nazi Conspiracy and Aggression, 1946.
[5] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK yayınları, 4. baskı, 1998.
[6] Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Onur Yayınları, tarihsiz.
[7] Reiner Möckelmann, Franz von Papen: Hitler’in Türkiye Büyükelçisi, Kitap Yayınevi, 2017.
[8] Joseph Göbbels, Die Tagebücher 1924-1945, Ralf Georg Reuth, 2023.
[9] Yasemin Doğaner, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Nazi Propogandası (Emniyet Genel Müdürlüğü Raporlarına Göre), Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 17, s.65-81, Güz 2012.
[10] Canan Çılgın, Tek Parti Döneminde Yayınlanan Irkçı Turancı İçerikli Dergilerin İncelemesi (Orhun, Bozkurt, Ergenekon, Gök-Börü), Bilgi Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, 2011.
[11] Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, 8. Basım, Tekin Yayınevi, 1993.
[12] Akşam Gazetesi, 3 Şubat 1945, s.6.
[13] Ahmet Asker, Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XII/25 (2012-Güz/Autumn), s. 79-99.
[14] Nihal Atsız, Veda, Orkun Dergisi, Sayı: 68, 8 Ocak 1952.
[15] Nihal Atsız, Ülküler Taarruzidir, Orkun, Sayı: 7, 17 Kasım 1950.
[16] Reha Oğuz Türkkan, Türkler ve Panturanizm, Ergenekon, Sayı: 3, 10 Ocak 1939.
[17] Yegane Kuvvet ve Yegane Yardım: Okuyucularımız, Bozkurt, Sayı: 2, Haziran 1939.
[18] Reha Oğuz Türkkan, Faşizm ve Propaganda, Ergenekon, Sayı: 3, 10 Ocak 1939.
[19] https://www.bilgicik.com/yazi/hesap-boyle-verilir-1-huseyin-nihal-atsiz/
https://www.bilgicik.com/yazi/hesap-boyle-verilir-2-huseyin-nihal-atsiz/
https://www.bilgicik.com/yazi/hesap-boyle-verilir-3-huseyin-nihal-atsiz/
Erişim: 2/1/2025
[20] Patrik von zur Mühlen, Gamalıhaç ile Kızılyıldız Arasında, Mavi Yayınlar, 1984.
[21] Henry Picker, Hitlers Tisch Gespräche im Führerhauptquartier, Seewald Verlag, 1976.
[22] Nihal Atsız, Ne Yaptığını Bilmeyenler, Ötüken, Sayı: 7 (115), Temmuz 1973.
[23] Emir Erkilet, Şark Cephesinde Gördüklerim, Hilmi Kitabevi, 1943.
[24] Halil Burak Sakal, Başka Bir Dünya Savaşı: İkinci Dünya Savaşı Sırasında Almanya Tarafında Savaşan Türkistanlılar, Ötüken Yayınları, 2013.
[25] Alexander Dallin, German Rule in Russia 1941-1945: A Study of Occupation Policies, 2nd Ed., Westview Press, 1981.
[26] Burhan Oğuz, Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ve Türkler, Can Matbaa, 1983.
[27] Zafer Toprak, Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiye İşBankası Kültür Yayınları, 2. Basım, 2019.
[28] Reha Oğuz Türkkan, Kuyruk Acısı, Stad Matbaası, 1943.
[29] Franz von Papen, Memoirs, Andre Deutsch, 2nd Ed., 1952.
[30] Sabiha Sertel, Roman Gibi, Belge Yayınları, 2. Baskı, 1987.
[31] Reinhard Gehlen, The Service: The Memoirs of General Reinhard Gehlen, World Publishing Times Mirror, 1972
[32] E. H. Cookridge, Gehlen: Spy of the Century, Random House, 1972.
[33] Alfred Rosenberg, Die Tagebücher von 1934 bis 1944, Basıma hazırlayanlar: Jürgen Matthäus, Frank Bajohr, E-books, tarihsiz.
[34] Daniele Ganser, NATO’s Secret Armies, Internet baskısı, tarihsiz.
[35] Christopher Simpson, Blowback: America’s Recuitment of Nazis and its Effects on the Cold War, Weidenfeld and Nicolson, 1988.
[36] Rolf-Dieter Müller, Reinhard Gehlen: Die Biografie, Christoph Links Verlag GmbH, 2017.
[37] Kemal Yamak, Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, 3. Baskı, 2006.
[38] https://tr.wikipedia.org/wiki/Diyarbak%C4%B1r_Cezaevi
Erişim: 14/01/2025
[39] Hasan Cemal, Kürtler, Doğan Kitap, 2. Baskı, 2003.
[40] Oğuzhan Cengiz (Yayına hazırlayan), Alparslan Türkeş ve Dokuz Işık, Bilgeoğuz, 2015.
[41] Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla, Tüm Zamanlar Yayıncılık (Internet Baskısı), 1992.
[42] Enver Altaylı, Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu, Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş., 2013.
[43] Uğur Mumcu, Papa, Mafya, Ağca, Gazi Kitabevi, 11. Basım, 1993.
[44] Tuncay Özkan, BirGizli Servisin Tarihi: MİT, Milliyet Kitapları, 4. Baskı, 1997.
[45] Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet ve Kuzgun, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2007.
[46] Ömer Lütfi Mete, Türk Milliyetçiliğine ‘Sivri’ Bir Bakış, “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik” Ed. Tanıl Bora, s.696-705, 2. Baskı, 2003.
[47] Baskın Oran (Ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2002.
[48] Korhan Atay, Serteller, İletişim Yayınları, 2021.
[49] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Cilt 1, İletişim Yayınları, 1986.
[50] Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Sene, Yeditepe Yayınevi, 3. Baskı, 2007.
[51] Orhan Gazi Ertekin, Maraş Katliamı: Vahşet, İşkence ve Direniş, Dipnot Yayınları, 2020.
[52] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt I, Heidi Schmit, 4100 Duisburg 11, Deutschland (Kitaptaki bu bilgi doğru değil, çünkü böyle bir yayınevi yok. Yayınlayanın Kadir Mısıroğlu olduğu biliniyor), 1982.
[53] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt III, Heidi Schmit, 4100 Duisburg 11, Deutschland (Kitaptaki bu bilgi doğru değil, çünkü böyle bir yayınevi yok. Yayınlayanın Kadir Mısıroğlu olduğu biliniyor), 1982.
[54] M. Emin Değer, CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, (Yazarın kendi yayını), 3. Basım, 1977.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.