Sorun, bu kalabalığa rağmen hala konuşmayan daha büyük bir kalabalığın oluşu… Gerçekleri konuşmayanlarımızın hala çok oluşu… Gördüğüne kör, duyduğuna sağır, bildiğine sırtını dönüyor oluşu…
Bugünün Türkiye’sinde iktidarın en sevmediği şey ne?
Konuşanlar!
Peki, kim o konuşanlar?
Servis edilen o mutlu, başarılı, zengin, itibarlı, tok, sorunsuz ülke profilinin tam tersini, elinin tersiyle “işte bu” dercesine gösterenler… “açım” diyen emekliler… “Verdiğin zam yetmedi” diyen asgari ücretliler… Servisleri kaldırılan ve tasarruf kalemine katkıda bulunması istenen, ama onların da aynı geçim derdinde olduğu unutulan memurlar… Öğretmenler odasından çay/kahve servisi ihtiyacı “gereksiz” diye kaldırılan, her sene başka başka model eğitim formülleriyle baş etmesi istenen öğretmenler… “En az 3 bebek, o da yetmez 4 olsun” diyenlerin yeni Türkiye’sinde, üniversite okumak için başka şehirlere giden, ama yurt bulamayan, cemaat yurtlarına düşmemek için de her yolu deneyen gençler… “Dindar nesil” hedefiyle neredeyse her okulun tabelasına “imam hatip” ibaresini yerleştirince, gelecekleri kurtarıldığı sanılan çocuklar… Hakları, öldürülen hemcinsleri, erkek şiddetinin karanlığından kaçmaya çalışan arkadaşları için her sene sokağa çıktıklarında zorla susturulan, korkutulan, sindirilen kadınlar… Yolsuzluk haberleri nedeniyle, kelimeleri ve ellerinde tuttukları kalemleri noktasında baskılanan, takip edilen, gözaltına alınan, tutuklanan gazeteciler… Ucuz et kuyruklarında onlara uzatılan mikrofonlara geçinemiyoruz diyen, açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşama savaşı verenler… Mahalle pazarlarında, ellerindeki filelerin boşluğunda gezenler… Bir tarafta, 550 çeşit yemekten oluşan TBMM menüsünden yiyen Milletvekillerini izlerken, kendileri için belediyeler tarafından açılan kent lokantalarının 4 çeşitten oluşan menüsünün 40 TL’lik faturasında dinlenenler… İtibarından asla tasarruf etmeyenlerin “porsiyon küçült” tavsiyelerine rağmen, küçültecek porsiyonu dahi kalmayanlar… Türkiye’yi yönetenlerin parti merkezlerinde ağırlanan mafya babalarının, o kendine güvenen, rahat hallerini izleyip de geleceğinden korkanlar… Hukuk ve adaletin birbirinden giderek uzaklaştığı bir ülkede, yargıdan beklentisini bir kenara bırakanlar… Her eleştirinin en ağır cezayla karşılık bulduğu bir ülkede, artık konuşmaktan dahi korkar hale gelenler, ama bardağı da taşar halde olanlar… 15 Temmuz’un “hoca efendi”sinin yarattığı yıkımı izleyen, o yıkımı yaratanlara “ne istediyse verenlerin” tek bir özür bile dilemediği bir ülkede yaşayan, ama giderek yükselen benzer cemaati yapıların yarattığı tehlikeye de kayıtsız kalamayanlar… “Oğlan bizim kız bizim” diyerek, açık açık TV ekranlarında yasama/yürütme ve yargı noktasındaki hakimiyetlerini ilan edenlerin yarattığı o dipsiz karanlığa, ellerinde tuttukları, o neredeyse tümüyle erimiş mumu yakmaya çalışanlar… Gazetelerden televizyon kanallarına, yaratılan yandaş kimliğin gücüyle kurgulanan mutlu ülke senaryolarının açlığında, doğru olanı haykırmaktan vazgeçmeyenler… 6 Şubat depremlerinde yaşanan felaketi kader planının bir parçası ilan edip helallik isteyenlere haram olsun diyenler… “Cibilliyetsiz” ilan edilse de, onlar gibi düşünmek zorunda olmadığını açık açık ilan edenler… Sosyal medya üzerinden, neredeyse huri pazarlayacak kadar ileri gidip, dini ayaklar altına alan ve cinsellik üzerinden sempati kazanmaya çalışan cemaat/tarikat benzeri yapıların kalabalığında, “din bu değil” diyenler… Bir zamanlar, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’dan Levent Kırca’ya, hatta bir dönemin “Bizimkiler” dizisine; siyaseti de, iktidarı da, ekonomik sorunları da açık açık konuşan, eleştiren, hicveden Türkiye’den geriye susan ve susturulan Türkiye kaldığını gören, ama buna da dayanamayanlar… Ülkedeki herkesin yandaş ya da değil noktasında ikiye ayrıldığı bir gerçeği kabul etmek istemeyenler… Doğurun diyerek teşvik edilenlerin coğrafyasında, yaşlısına maaş verirken iki kez düşünenleri izleyenler ve artık böylesi bir yaşlılığın yorgun geleceğine çocuk vermek istemeyenler… Kollarına servet değerinde çanta ve saat takanların dindarlığında artık şükretmekten vazgeçip, hakkını arayanlar…
Eklemek istedikleriniz varsa, ekleyin eklemesine de…
Sorun, bu kalabalığa rağmen hala konuşmayan daha büyük bir kalabalığın oluşu… Gerçekleri konuşmayanlarımızın hala çok oluşu… Gördüğüne kör, duyduğuna sağır, bildiğine sırtını dönüyor oluşu…
Kendimden örnek vereyim mi?
Bizler, Hatay’ın Antakya’sında, aylarca, kendi şehrimizin Cumhuriyet Savcısı tarafından verilen, 6 Şubat depremlerinin sorumluluğunun kamu görevlileri bağlamında soruşturulması talebinin açık açık halının altına süpürülme gayretlerini izledik! Binlercesi ölen, binlerce evi/işyeri yıkılan, neredeyse dümdüz kalan bir şehrin insanlarının gözünün içine baka baka bunu yapanları, yapanları koruyanları izledik! Savcının talebine onay vermek yerine, süreci mahkeme salonlarına taşıyıp, adaleti yerle bir edenlerin, bugün hala görevlerinde oturuyor olmalarını izledik! Depremin hemen başında, bizler, yıkıntıların içinden bile çıkamamışken, kendi yönettiği şehri terk eden bir Valiyi, o şehrin yıkılan hastanelerini gerisinde bırakan ve aynı yolu izleyen bir Sağlık Müdürünü izledik! Siyasi kariyer peşinde koşan bu iki kişiyi partisinden aday yapmak üzere Ankara’ya davet edenlerin, bu insanlara verdikleri cesaretle, aslında çok daha büyük bir depreme ve yıkıma, o kentin insanlarının ruhlarında yarattıklarını umursamadan, “kader” deyişlerini izledik!
Yok, susmadık!
Bizler konuştuk, bizler yazdık, bizler haber yaptık ama…
Konuşmayan, sormayan, sorgulamayan da o kadar çoktu ki…
Yok,
…bu ülkenin en büyük sıkıntısı ne yaşadığı terör, ne bugün giderek güçlenen cemaatler/tarikatlar, ne yolsuzluklar, ne politize edilen din, ne de bir başka şey, ama bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenler, susanlar!
İşte, bizim sonumuzun hikayesindeki asıl özet bu…
Düşünün…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.