Kapitalist üretim biçimi içinde, üretilen tüm değerler işçi sınıfının eseridir. Bu nedenle işçi sınıfı, “vergiyle, devletin ve kurumlarının finansmanına her vatandaş katılmalıdır” gibi burjuva ideolojik incilere karşı bağışıktır. Ürettiği tüm bu değerlerin, emekgücü değeri dışında kalan tümünü, artı-değer olarak burjuvaziye bırakan işçi sınıfından “vergi” talep edilemez
Burjuva devlet biçimi, önceki sınıf örgütlenmelerinden farklı bir devlet örgütlenmesine, farklı egemenlik araçlarına ve biçimlerine sahiptir. Bu durum, burjuva üretim biçiminin ve sınıf ilişkilerinin özgül/özel yönlerinden kaynaklanır. Burjuva devlet, diğer sınıf egemenliği şekillerinden ‘görünüş’ olarak farlı olmasıyla kafa karıştıran bir yapı oluşturur. Burjuva diktatörlüğünün ve katıksız sınıf egemenliğinin aracı devlet yapılanması, burjuva söylemde, herkese ait ve dolayısıyla herkes tarafından giderlerinin karşılanması, finanse edilmesi gereken bir demokratik yapı gibi sunulur. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfının da eşit bir özne olarak dahil olabildiği bir iktidar biçimi değildir. Kapitalist üretim biçiminde, sanayi, ticaret, finans/bankacılık gibi değişik sermaye yapılarının, burjuva sınıf bütünlüğü içinde iktidarı taşıdığı duruma demokrasi denir.
Bu yazımızda, kapitalist üretim biçiminde, burjuva diktatörlüğünün aracı olan devletin de finanse edildiği vergilerin kaynağına bakacağız. Kapitalist üretimde vergilerin de kaynağını oluşturulan toplumsal artığın nasıl oluştuğunu ve bu artığın bölüşümünde önümüze çıkan ‘adalet’ sözlerine bakacağız. Yazımızın sonunda da, işçi sınıfının örgütlenmesinde önemli konfederasyonlarından biri olan DİSK’in araştırma organı olan DİSK-AR’ın [1] vergi başlığı altında yaptığı değerlendirmelerine eleştirel olarak değineceğiz.
Kapitalizm denildiğinde; toplumun üretim araçları ve toprağı tekelinde tutan bir sınıf ile emekgücünden başka satacak bir şeyi olmayan karşıt sınıfın oluşturduğu bir toplumdan bahsederiz. Burjuvazinin özel mülkiyet olarak tasarrufunda tuttuğu üretim araçları –ki bu birikmiş ölü emek demektir- ile emek- gücü karşılığında satın aldığı canlı emeği üretim sürecine sokması ile kapitalist üretim gerçekleşir.
Bu üretim sürecini incelediğimizde şunları görürüz: Bir meta veya hizmet üretimi gerçekleşmesini sağlayacak üretim aracı, hammadde, bina, toprak vb. ile yeterli miktarda emekgücü bir araya getirilmiştir. Birikmiş ölü emek dediğimiz sabit sermaye ile değişen sermaye dediğimiz canlı emek (emekgücü) üretime katılmıştır. Üretim sonucunda sabit sermaye, değerini, yeni oluşan metaya olduğu gibi aktarırken, emekgücü de üretim zamanı içinde hem kendi değerini, hem de fazladan bir değeri yeni üretilen metaya aktarmıştır.
Ekonomi politik dilinde, üretime yatırdığımız sermayeyi temsil eden P ile üretimden sonra yeni metanın satışıyla elde ettiğimiz daha fazla değerdeki P’ arasındaki farka ekonomi politik kavramıyla “artı-değer” ya da “kâr” diyoruz. Bu durumda işçilerin aldığı ücret, kendilerinin ve “bakmakla yükümlü” olduklarının yaşamsal ihtiyaçlarını içerdiği gibi aynı zamanda gelecekte iş göremez duruma düştükleri durumlarda kullanacakları sigorta karşılığını (SGK ve İşsizlik Fonlarını) da içerir. Ücretin dışında üretilen değer yani artı-değer, sermaye sahiplerinin “payı” olarak burjuvazinin ceplerine kalır.
Artı-değer olarak elde edilen payın ilk sahibi olan sermayenin, onun son sahibi de olacağı düşünülmemelidir. Bu pay, sermaye biçimleri arasında sonradan paylaşılmak üzere kayıtlara geçer: “Artı-değerin” -kârın- bir kısmı ticaret sermayesinin kârı, bir kısmı toprak sahibinin rantı, bir kısmı faiz getiren para sermayenin faizi olarak teker teker sermaye üretim ilişkileri içinde bölüşülecektir. Artı-değerin sermaye biçimleri arasında bölüşümü, kapitalist toplumun uzlaşmaz çelişkisinin ortaya çıktığı bir alandır. Burjuva sınıfının sermaye biçimleri arasında derin çelişkilerin ve dolayısıyla çatışmaların oluştuğu bir savaş alanıdır. Başlarken de söylediğimiz gibi, bu sermaye biçimleri arsındaki çatışmaların alanına burjuva demokrasisi denir.
Sermaye biçimleri arasındaki çelişkiden daha temel olan uzlaşmaz çelişki emek-sermaye arasındaki çelişkidir. Emek-sermaye çelişkisinde, sermaye, işçi sınıfı üzerinde tüm gücüyle ve araçlarıyla baskı kurar. Burjuva diktatörlüğünün bir aracı olan devlette doğrudan zor gücüyle ve yasal mevzuatlarıyla görev başındadır. Ve toplum, “mülk sahipliliği” üzerinden eşitsizlik temelinde olmakla birlikte, çelişik bir şekilde herkes “yasa” karşısında eşitlenmiştir.
Kapitalist üretimde işlev gören emekgücünün, burjuva tarafından hangi bedelle satın alınacağı iki sınıf arasındaki mücadele/kavga ile anlaşılan/sözleşme ile olur. Sınıf mücadelesinin sonunda oluşan ve emekgücünün değerini işçiler ücret olarak alırlar ve burjuvaya bunun üstünde oluşan tüm değeri artı-değer olarak bırakırlar.
İşçi çalışmayı bitirip evine döndüğünde; ertesi günü emekgücünü yeniden üretip işe gitmek için hazırlığa başladığında bütün devlet kurumlarının ve mülk sahiplerinin yaptırımları ile karşı karşıya kalır. Üretilen bütün her şeyin içinde işçinin kanı/canı varken, kapitalist sınıf ve bu sınıfın kolektif kurumu -devlet- bedelsiz/sömürü ile her şey için “vatandaştan” “bedel” ister. Kolektif kullanım için üretilen yollardan, köprülerden, tünellerden, oturduğu mahalleden… “kullanım bedeli” isterler. İşçilerin ücretleri hesaplanırken “ücret sepetine” giren/girmeyen bütün kalemlerden “KDV, ÖTV vb.” adlarda “dolaylı vergi” talep ederler. İşçi sınıfının emekgücünden kesintiler sadece vergi biçiminde yüklenmiş kalemlerle kalmaz, kullandığı elektrik hizmetinde “kayıp-kaçak bedeli”, “ulaşım bedeli” “sayaç okuma bedeli”, “reçete bedeli”, “ilaç katkı payı”, “muayene bedeli”, “su tüketim bedeli”, “atık su bedeli”, “KDV %1, %10”, “Çevre Temizlik Vergisi”, “Katı atık bertaraf bedeli”, “ilçe belediye payı”, “Büyükşehir belediye payı” (200,38 TL su bedeli, birden 462,00 TL’ye çıkar.) vb. kalemler de işçilerden alınan dolaylı kesintilere eklenir. Bunların sayısı hesaplanamayacak kadar geniş ve miktarları küçümsenemeyecek kadar çoktur. Vergileri, kesintileri işçilerin ücretlerinin dolaylı olarak düşürülmesinin bir aracı olarak kullanırlar.
Kapitalist işletmeler, üretim sonucunda oluşan toplam değerden, emekgücünün değerini ödedikten sonra elinde kalan artı-değeri; işletmenin kiralık olması durumunda bir kısmını rant olarak toprak sahibine, üretilen metalar doğrudan son tüketicisine satılmayıp tüccara/AVM’ye satış yapılmışsa “tüccar kârı” olarak bir kısmını tüccara, baştaki üretim araçlarını satın alırken, hammadde tedarik ederken vs. paranın bir kısmı bankadan veya para sahiplerinden; finans sermayesinden borç alınmışsa bir kısmını faiz olarak para sahiplerine aktarır. En önemlisi de, kapitalistlerin işlerini düzenleyen, sermayeyi koruyan, işçileri baskı altında tutan devlet ve kurumlarına artı-değerden vergi olarak bir pay ayırmak zorundadır. Tüm bunlardan sonra artı-değerin geri kalan kısmı “girişimci kârı” olarak kapitalistin/işletmenin geliri olarak muhasebe kayıtlarına geçer.
Engels, vergilerin kaynağının, işçinin emekgücü ödendikten sonra kalan artı değerden bir ödeme olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmiştir. “İşçi sömürüsünün döndüğü eksen emekgücünün kapitaliste satılması ve kapitalistin bu alışverişi kullanışı, yani işçiyi ödenmemiş emekgücünün karşılığı olandan çok fazla üretmeye zorlaması gerçeğidir. Daha sonra toprak kirası, ticari kâr, sermaye faizi, vergi vb. biçiminde kapitalist ve hizmetkârlarının çeşitli türleri arasında bölüştürülen artı-değeri yaratan işte kapitalist ve işçi arasındaki bu alışveriştir.” (F. Engels. Konut Sorunu. Sol Yayınları, s.31)
***
Kapitalist sınıfın istemediği bir şeyi onun devleti de istemez. Kapitalist sınıfın ortak/kolektif işleri için görevlendirdiği “devlet” kendi varlığını, dayandığı sınıfın mücadele azmi ve gücü oranında diğer sınıflara gösterir ve uygular. Kapitalist sınıfın mücadele azmi ve gücü; karşıt sınıfın yani işçi sınıfının, toplumsal ekonomik/politik çıkarlarına sahip çıkıp, örgütlenerek mücadele ettiği oranda bir uzlaşıyla belirlenir. Bu denge her an yeni gelişmeler ve ilişkiler temelinde bozulur ve mücadeleyle yeniden kurulur. İşçilerin emek güçlerinin karşılığını aldığı ve artı- değeri burjuvaya bıraktığı ve burjuvazinin bu arı-değerden, devlet ve kurumlarını finanse etmesi gereken tablo, aşağıdaki gibi bir bozunumla/alevereyle karşımıza gelmektedir.
Devletin “kaynağına göre belirlediği gelir kaynağı” (vergiler) şöyledir:
Devletin ve kapitalist sınıfın yeniden üretiminin kaynağının, işçi sınıfının, artı-değer sömürüsünden elde edildiğini söylemiştik. Tüm değeri işçinin üretmiş olmasına ve dolayısıyla tüm kesintiyi işçi ödüyor olmasına rağmen SSK primlerinin, ‘işçi payı’ ve ‘işveren payı’ olarak ayrılmasına benzer bir göz boyama burada da devreye girer. Emekgücünün değerini alıp tüm artı değeri burjuvaya bırakan işçi, bu değerden burjuvanın devlet ve kurumlarının finanse edilmesini ve bu finansmanın burjuvazinin artı-değerinden vergi olarak bir kesintiyle yapılmasını boşuna bekler. Burjuvazi vergide doğrudan ve dolaylı olarak ‘işçi payı’ ve ‘işveren payı tanımlar. SSK primlerine sanal olarak dahil edilen ‘işveren payı’, devlet harcamalarında işçilerden vergi olarak gayet gerçek bir ‘işçi payı’ talep ederek, emekgücünün değerini düşürür.
Burjuvazi, “herkes ne tüketiyorsa onun vergisini vermeli” diyerek tüketim üzerinden “dolaylı vergiler” adı altında işçi sınıfından vergi talep etmektedir/ediyor da. Yıllar önce alışveriş mağazalarında “Bu işletme %10 işletme/Muamele Vergisine tabidir” levhaları vardı. Nisan 1984 yılında yürürlüğe giren KDV Vergi yasası onun yerine yürürlüğe girmiştir. “Vergi İadesi”[2] uygulamasıyla metalara eklenen KDV’nin ücretli, maaşlı çalışanlara geri ödendiği ve bu yüzden emekgücü değerinden bir indirim anlamına gelmeyeceği söylenmiştir. Bu uygulama, birkaç yıl sonra toplam ücret ve maaş üzerine yüzde 5 ekleme ile nihayete erdirilmiştir. Tüketim ürünlerindeki yüzde 5 üzeri her vergi çalışanların emekgücü değerinden indirim olarak hayatımızdaki yerini almıştır.
Kapitalistler, devlet ve kurumlarına vergi olarak aktarmaları gereken artı-değer miktarını işçilerin emekgücü ödemelerine yüklemenin yollarını bulurlar. İşçilere ödenen emekgücü değerinden doğrudan ya da tüketim üzerinden dolaylı vergiler yoluyla kendi vergi yüklerini işçilerin emekgücü değerine aktarırlar. Bu sayede hem emekgücü değerini azaltarak artı-değer miktarını artırmış hem de bu kesintiyi sınıflar arası bir savaşım değilmiş gibi gösterebilmiş olurlar. “Toplumun her bireyi vergi vermelidir” gibi soyut bir eşitlik tanımlarlar. Burjuvazi, işçileri de “vergi mükellefi” olarak gösterip, kendi paylarını artırma çabası içindedir. İşçiler bunun için sürekli olarak kapitalist sınıfa ve bu sınıfın işlerini gören devlete karşı her daim sendikal ve politik örgütlülük içinde olmak zorundadır.
Ücretliler İçin Uygulanacak 2025 Yılı Gelir Vergisi Tarifesi
“Dolaylı vergiler”; işçilerin satın aldıkları geçim araçlarının fiyatı içine, dışardan dahil edilmiş “eklenmiş” vergilerdir. Kapitalist sınıf bu uygulamasıyla ücretlerin dolaylı olarak düşürülmesini hedeflemekte ve amaçlarına ulaşmaktadırlar.
“Ücretlerden kesilen doğrudan vergiler” ise kapitalistler tarafından “gelir” kategorisine sokulup “Gelir Vergisi” adı altında, kapitalist sınıfın “kâr”, “ticari kâr”, “rant”, “faiz” biçiminde, sermaye ilişkileri içinde elde ettikleri “artı-değer” sömürüsüyle eşitlenmektedir. Kapitalistlerin artı-değer sömürüsü ile ulaştıkları gelir ile işçinin emekgücü satımından kazandığı ücreti, “ücret kazancı” olarak eşitlenmekte ve vergilendirmenin eşit unsurları haline getirilmektedir. Dolayısıyla her iki vergi türü de işçi sınıfının kabul etmemesi gereken ve mücadelesinin bir parçasını oluşturan mücadele alanlarıdır.
DİSK-AR “Asgari Ücret ve Vergi Raporu”nda (Temmuz 2024) [3];
“Adaletsiz vergi ve kesinti yükü” başlığı altında şu cümlelerle başlıyor:
Vergilerin en önemli işlevlerinden biri gelirin yeniden dağıtımı ve gelir adaletini sağlamaktır. Devlet transfer harcamaları ve vergiler yoluyla gelirin yeniden bölüşümünü sağlar. Vergilerin bu boyutunun altı özellikle çizilmelidir. İşçilerin bölüşümün birinci aşamasında elde ettikleri gelirleri vergiler ve transfer harcamaları yoluyla yeniden belirlenir ve böylece harcanabilecek gelir ortaya çıkar.(Age s.26)-(Abç)
Raporun hiçbir yerinde “vergilerin” ne olduğu, nerede üretildiği sorularına yanıt verilmeden doğrudan “vergilerin işlevi” ve “gelirin yeniden dağılımı” üzerinde durulurken, “vergilerin” “gelir adaletini” sağlayan bir unsur olduğu söylenmektedir.
Vergiler, artı-değerden ödendiği oranda ancak sermayeler arası artı-değer dağılımını etkileyebilirler. Yazı boyu gösterdiğimiz gibi vergileri işçilerin emekgüçlerinin değerinden doğrudan ya da dolaylı olarak kesmek ise sadece emekgücü değerini azaltmak anlamına gelir. Burjuvazinin bu noktada göstereceği başarı emekgücü değerini, emekgücünün kendini yenileyemeyeceği noktaya kadar düşürmek olabilir ki ona da emek yağması diyoruz. Tüm bu süreçte bir ‘yeniden gelir dağılımı’ ve ‘gelir adaleti’ sağlayan bir hareket görmek, DİSK-AR’ın kapitalist sınıfın aklıyla hareket edip yine kapitalist sınıfın kavramlarıyla düşündüğünü göstermektedir.
“Gelirlerin” vergiler yoluyla “yeniden dağılımla gelir adaletini” sağladığı tezi ile karşı karşıya kalmamız, DİSK-AR’ın “gelirlerin”, dağıtım, bölüşüm, dolaşım vb. süreçlerinde değil “üretim sürecinde” üretildiğini anlamadığını göstermektedir. “Hak ve adaletin” dolaşımda, bölüşümde sağlandığı algısını yaratarak işçi sınıfını farklı hedeflere yöneltmektedir. Sadece bununla kalmamakta kapitalist sınıfın yapmaya/yaptırmaya çalıştığı, ücretleri sistem dışı oyunlarla düşürme çabasını DİSK-AR meşrulaştırmakta ve bu alanda çalışmayı da işçiye çözüm olarak gösterme yanlışına düşmektedir. Vergi oranları tartışmasının, işçi sınıfına “gelir adaletinin sağlandığı” yer olarak gösterilmesi doğrudan doğruya sınıfa karşı işlenmiş bir ihanet olsa gerektir.
DİSK-AR devamla şunları söylüyor:
Son yıllarda yüksek enflasyon nedeniyle büyük alım gücü kaybı yaşayan çalışanların, eline geçen ücretleri, net ücretleri de yıl içinde artan vergi ve kesinti yükü nedeniyle giderek düşüyor. İşçilerin yılın ilerleyen aylarında yılın ilk aylarına göre ellerine geçen ücretleri azalıyor.
Yüksek enflasyon da ücretleri dolayısıyla emek-gücünün değerini düşürmenin etkin bir yoludur. Burjuvazi enflasyonla düşürdüğü emek-gücü değerini bir de vergilendirerek çifte bayram ederken, DİSK-AR’ın talebinin, bütün ücretlerin toplu iş sözleşmeleri ile belirlenmesi, her ay “enflasyon” oranında ücretlerde artış ve her tür vergilendirmenin emekgücü üzerinden kaldırılması olması gerekirken, masum bir düzenleme talep etmekten öteye geçememesi düşündürücüdür.
Maddeler haline getirirsek, DİSK-AR vergiler konusunda şu taleplerde bulunmaktadır:
Kapitalist üretim biçimi içinde, üretilen tüm değerler işçi sınıfının eseridir. Bu nedenle işçi sınıfı, “vergiyle, devletin ve kurumlarının finansmanına her vatandaş katılmalıdır” gibi burjuva ideolojik incilere karşı bağışıktır. Ürettiği tüm bu değerlerin, emekgücü değeri dışında kalan tümünü, artı-değer olarak burjuvaziye bırakan işçi sınıfından “vergi” talep edilemez. Vergiler, kapitalistlerce, artı-değer içinden finanse edilmesi gereken bir niceliktir. İşçiler ve işçi örgütleri, emekgüçlerinin değerinin, burjuvazi tarafından, doğrudan veya dolaylı vergiler ile değerinin altına düşürülmesine asla izin vermemelidir. Kapitalist üretim biçimi sürdükçe, her tür vergi, burjuvazinin emekgücünün değerini, sözleşme masası dışında burjuva diktatörlüğü gücü ile düşürmesi anlamına gelir. Kapitalist etik/mükellefiyet[4] içinde bile bunun adı hırsızlık/açgözlülüktür.
* Veli Güner, emekli işçi
iletişim için: [email protected]
[1] “Asgari Ücret ve Vergi Raporu” 1 Temmuz 2024
[2]https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc067/kanuntbmmc067/kanuntbmmc06702978.pdf “Ücretlilere Vergi ladesi Hakkında Kanun” 1984. “Tam mükellefiyete tabi olup ücret geliri elde edenler; emekli, dul ve yetim maaşı alanlar ile bunların eş ve çocukları ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin; gerçek usulde vergilendirilen gelir vergisi mükellefleri üe kurumlar vergisi mükelleflerinden (Kurumlar Vergisi Kanununun 7 nci maddesi ile vergiden muaf tutulmuş kurumlar dahil), her bir vesika tutarının 1 000 liradan az olmadığının tevsik edilmesi kaydıyla aşağıda belirtilen mal ve hizmet alınılan vergi iadesine tabi tutulur.”
[3] “Asgari Ücret ve Vergi Raporu” 1Temmuz 2024, s.26
[4] Osmanlı Dönemi’nde Ereğli Kömür Havzası’nda, yerli ve yabancı sermayedarlar aracılığıyla kömür üretimi yapılmış, ancak bunda istenen üretim hedefine ulaşılamamıştır. Bunun üzerine 1867 yılında Dilaver Paşa Nizamnamesi uygulamaya konularak ocaklarda zorunlu çalışma denilen “mükellefiyet” uygulamasına gidilmiştir. (Geniş bilgi için bkz: Murat Kara, “Ereğli Kömür Havzasında İkinci Mükellefiyet (Zorunlu Çalıştırma, 1940-1947)”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2011, C. 7, S. 14, s. 411- 435) Bu mükellefiyet 1940-1947 yılları arasında aynı havzada ikinci defa uygulanarak köylüler maden ocaklarında zor şartlar altında çalıştırılmıştır. (Geniş bilgi için bkz: Murat Kara, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Ereğli Kömür Havzası (1829-1920)”, History Studies, 2013, Vol. 5, Issue 1 January, pp. 223-259.)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.