Almanya’daki mevcut siyaset tarzının, bu yönüyle AfD’yi geriletmekten çok uzak olduğunu düşünüyorum. Çünkü diğer siyasi partilerin AfD seçmenine yaklaşımları; anlama değil yargılama, çözüm bulma değil dışlama temeli üzerine kurulu. AfD seçmenini yaftalamak, onları izole etmek, kitleyi gün geçtikçe daha da radikalleştiriyor
Almanya’da hükümet neden düştü? Bu gelişmede ABD’de bu sene yapılan ve Donald Trump’ın kazandığı başkanlık seçiminin etkisi var mıydı?
Almanya’da hükümetin düşmesinde Donald Trump’ın etkisini, Saraybosna Suikastı’na benzetebiliriz.
Washington etkisiyle yaşanan en hızlı hükümet değişimiyle, Amerika’nın bir eyaletinde değil, kıtadan binlerce kilometre uzakta olan bir ülkede karşılaştık. Almanya’da.
Almanya’nın ABD ile ilişkisinin sıradan bir müttefiklik ilişkisinden fazlası olduğu çok uzun zamandır aşikar olsa da hükümetin düşüşünün, ABD seçimlerini takip eden ilk 24 saat içerisinde gerçekleşmiş olması, şaşırtıcı bir gelişme olarak kabul edilebilir. ABD seçmeninin Trump tercihinin, özellikle Ukrayna-Rusya savaşının gidişatını ve İsrail’in Gazze’ye saldırısını farklı açılardan etkilemesi bekleniyordu ve bu durumun, dış siyasetini son zamanlarda bu iki konuya vakfetmiş olan Almanya’nın da pozisyonunu değiştirmesi muhtemeldi. Durum böyle olunca, uzun zamandır mutlu bir birliktelik görüntüsü vermekten uzak olan “Trafik Işığı Koalisyonu” da dağılmış oldu.
Bu koalisyon; geçmişte kriz dönemlerinde gemiyi limana yanaştıran, ülkede istikrarın sembolü olarak bilinen Sosyal Demokratlar; muhalefetken çevreci siyaseti ve göçmen dostu söylemleriyle ön plana çıkan fakat iktidar dönemlerinde savunduğu silahlanma politikası ve NATO’ya verdiği koşulsuz şartsız destekle bilinen Yeşiller ile liberal Hür Demokratlar’dan oluşuyordu. Bu koalisyonun savaş dönemine denk gelmesi ve koalisyondaki partilerin programlarının birbirleriyle uyuşmaması da bu sonu hızlandırdı. Ve böylece, ABD’deki başkanlık seçiminin Ferdinand’ı, 2021’den beri Almanya’yı yöneten üçlü koalisyon oldu. Eylül ayında yapılması planlanan seçim, şubat ayının sonuna alındı.
Sol Parti’nin (Die Linke) oylarını neredeyse ikiye katlamasının sebepleri nelerdi ve bu yükselişi, Alman siyaseti için bir umut olarak kabul edebilir miyiz?
Die Linke, bir ay öncesine kadar barajı geçmesine hiç ihtimal verilmeyen, anketlerde yüzde 2 ila 4 arasında seyreden bir partiyken, seçime kısa bir zaman kala yaptığı hamlelerle tarihinin en başarılı sonuçlarından birini aldı. 2021 seçimlerinde yüzde 4,9’da kalan ve ancak üç seçim bölgesinde birinci geldiği için barajdan muaf olarak meclise girebilen parti, bu seçimlerde yüzde 8,8 oy aldı, başkent Berlin’de de ilk defa en yüksek oyu alan parti oldu. Ortadoğu ya da Akdeniz gibi parlamenter siyasetin daha hararetli şekilde yapıldığı ülkelerde bu tip ani değişimlerle sıkça karşılaşıyor olsak da bu durum, oy geçişlerinin genelde yavaş ve öngörülebilir seyrettiği Kıta Avrupası’nda pek alışkın olduğumuz bir şey değil.
Bu hızlı yükselişin ve yadsınamaz seçim başarısının şaşırtıcı olduğunu düşünmüyorum. Bu tablonun oluşmasında rol oynayan sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
-Öncelikle die Linke, yıpranmış olan ve partinin düşüşüne engel olamayan eş başkanlarıyla yola devam etmeme kararı aldı. Yaklaşmakta olan federal seçimler için ise ilk sıra adayı olarak; aynı zamanda Tiktok fenomeni de olan Heidi Reichinnek ile partinin 2009’dan beri milletvekili olan Jan van Aken’i gösterdi. Tiktok’un, Almanya’da ırkçı parti AfD de dahil olmak üzere hemen hemen tüm partilerin Z kuşağını örgütlemek için kullandığı en etkili araçlardan biri olması, Linke’nin fenomen olan adayı sayesinde daha geniş kitlelere ulaşmasına imkan tanıdı.
-Die Linke, 2021’de yaşadığı tarzda kötü bir sürprizle karşılaşma ihtimaline karşı önlemini alarak girdi seçimlere. Almanya’da toplam 299 seçim bölgesi var ve bu bölgelerin en az üçünde birinci gelen siyasi partiler, yüzde 5’lik seçim barajından muaf hale geliyor. Die Linke, partinin ağır topları olan Gregor Gysi, Dietmar Bartsch ve Bodo Ramelow’u, bu üçlünün yıllardır siyaset yaptığı seçim bölgelerinden aday gösterdi. Bu planını da dürüst bir şekilde kamuoyu ile paylaştı ve stratejik oy çağrısı yaptı. Seçim sonuçları geldiğinde bu üçlünün kazanmasına artık gerek kalmamıştı fakat partinin bu politikası, seçimin ne kadar önemsendiğinin ve seçim hazırlığının ne kadar disiplinli şekilde yapıldığının göstergesiydi.
-Demokratik Sosyalizm Partisi’nin ismini değiştirmesiyle kurulan Die Linke, dört dönemdir parlamentoda temsil edilen bir parti olarak güçlü ve dinamik bir örgüte sahip olduğunu gösterdi. Sokak sokak gezerek, kapıları çalarak insanlarla konuştular ve emek verdiler.
-Die Linke, CDU’nun seçim arifesinde meclise getirdiği, göçmenlere ilişkin kanun teklifine karşı sert bir muhalefet tarzı benimsedi. Özellikle görüşmelerden sonra Heidi Reichinnek’in yaptığı etkili konuşma, sosyal medyada kısa zamanda yayıldı ve yüzbinlerce insan tarafından paylaşıldı.
-Son olarak Die Linke, genç ve apolitik seçmeni iyi tahlil ederek popüler kültür ögelerini, seçim propagandasında başarılı şekilde kullandı. Mitinglerinin bazılarını, Almanya’da çok popüler olan tekno partilere dönüştürdü, partinin ağır toplarını da bu partilerde dans ettirdi ve böylece dikkat çekti.
Die Linke’nin başarısı, özellikle de Türkiye’deki sol kesimin ilgisini çekti. Almanya siyasetini takip eden-etmeyen, Die Linke’nin hangi tarzda siyaset yaptığını bilen-bilmeyen birçok insan, partinin isminden ya da geçmişinden yola çıkarak, bu yükselişi umut olarak değerlendirdi, partililerin seçim kutlamalarını paylaştı. Ben de bu sevince ortak olmayı ve bu sonucu umut olarak değerlendirmeyi yürekten isterdim fakat siyaset anlayışım ve dünyaya baktığım yer sebebiyle die Linke’nin geldiği noktayı kaygı verici buluyorum. Bu yükselişi umut olarak değerlendiremeyişimin sebeplerini de şöyle sıralayabilirim:
-Die Linke, Rusya-Ukrayna savaşı ile başlayan süreçte anti-emperyalist bir yaklaşıma sahip olmaktan çok uzaktı. Ukrayna-Rusya savaşında NATO’nun doğuya doğru ilerleyişinin ve ülkelerin iç işlerine müdahale etmesinin oynadığı rolü görmezden geldi, parti yönetiminin yarıya yakını, Ukrayna’ya silah sevkiyatını ve Rusya’ya uygulanan ambargoları destekledi. Alman askerinin Ukrayna’da konuşlandırılmasının tartışıldığı bugünlerde die Linke, bölgeye asker gönderilmesine olumlu bakıyor.
Parti, 7 Ekim 2023’te başlayan ve İsrail’in Gazze’ye saldırmasıyla devam eden süreçte de ilk etapta İsrail’e açık şekilde destek verdi. Partinin resmi hesabından İsrail bayrakları paylaşıldı, partinin önemli isimleri, bu bayraklarla poz verdi. Die Linke, Gazze’deki katliam devam ederken bu gelişmeleri uzun süre İsrail’in kendini savunma hakkı olarak yorumladı ve bu katliam hakkında ancak Amerika Birleşik Devletleri tepki gösterdiğinde açıklama yapabildi. Seçim sürecinde de göçmen mahallelerinde dikkat çekmeyecek şekilde Filistin’e, ağırlıklı olarak Almanların yaşadığı semtlerde de İsrail’e hak veren bir propaganda yöntemi benimsedi. Kısaca ifade etmek gerekirse Die Linke, dış siyaset söz konusu olduğunda Alman devlet aklı nasıl diyorsa ona göre hareket etti ve bu bağlamda sol değerlerden vazgeçti.
-Parti, kurulduğu 2007 yılından beri istikrarlı bir şekilde liberalleşiyor. Almanya’daki toplum yapısı dikkate alınacak olursa ve son seçimlerdeki başarı göz önünde bulundurulursa, bunun stratejik olarak mantıklı bir hamle olduğu savunulabilir. Yeşiller’in sol-liberal cenahta hayal kırıklığı yarattığı bu dönemde, bu stratejinin, Alman parlamenter siyasetindeki bir açığı kapattığı da söylenebilir. Fakat kimlik siyasetinin ve popüler kültür ögelerinin içinde giderek eriyen, kimliğini kaybetmiş olan bir siyasi partinin yükselişi, beni umutlandırmıyor. Tam tersine die Linke’nin, “bu devirde” bir “sol” partinin yükselişe geçmesinin yolu olarak gösterdiği istikamet, bana kaygı veriyor.
-Die Linke, ırkçı parti AfD’nin yükselişine karşı yapıcı değil, kibirli ve kutuplaştırıcı bir tavır benimsiyor. Parti, bir ya da iki seçim dönemi önce kendisine oy vermiş olan fakat şu anda AfD’yi destekleyen seçmenleri anlamaktan ve sorunları irdelemekten uzak bir siyasete ve onları ötekileştiren bir dile sahip. Diğer büyük partilerin AfD seçmenine yaklaşımlarıyla benzer bir refleksle hareket eden die Linke’nin, AfD seçmeninin sağ radikalizme daha sıkı sarılma ihtimallerini artırdığını düşünüyorum.
Kendini sol muhafazakar olarak tanımlayan Bündnis Sahra Wagenknecht, baraj altı kaldı ve meclise giremedi. Buna nasıl bakmalı?
Die Linke’den ayrılan Sahra Wagenknecht ve yine partide önemli görevlerde bulunmuş olan Amira Mohammed Ali, Sevim Dağdelen, Zaklin Nastic ve Fabio de Masi gibi milletvekillerinin kurduğu BSW, siyaset bilimcilere göre yüzde 20’ye ulaşabilecek bir oy potansiyeline sahipti. Parti, Die Linke’nin sınıf siyasetinden uzaklaşmasını ve kimlik siyasetini net bir şekilde tercih eden woke kültürünün etkisi altına girmesini sert bir dille eleştirdi. Berlin’in kalburüstü semtlerinde yaşanan “kültür solculuğu”na karşı çıktı. Siyasetin, arka sokaklara ve fabrikalara geri dönmesi gerektiğini savundu. Sosyal adaletsizliğe, Doğu ve Batı Almanya’daki yaşam standardının dengesizliğine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşırken, iyi hatiplerden oluşan parti yönetimiyle anti-emperyalist bir çizgide durdu. Filistin’in tanınmasını, İsrail’e silah sevkiyatının yasaklanmasını en başından beri kararlı şekilde talep eden parti, Ukrayna’ya silah sevkiyatının durdurulmasını ve savaşın müzakere yoluyla sonlandırmasını savunduğu için die Linke seçmeni de dahil olmak üzere Putin destekçisi olarak nitelendirildi. Hükümetin göç politikasına eleştirel bir yaklaşım sergiledi. Almanya’da sol tandanslı partiler için tabu olan ve bu partilerin üzerine konuşmayı reddettiği bir konuydu göç. AfD seçmenine yıkıcı değil yapıcı şekilde yaklaştı, çeşitli sebeplerle AfD’ye oy veren insanların sorunlarının neler olduğunun üzerinde durdu. Bu anlamda BSW’nin yaptığı siyaset, bir cambazın ipte yürümesine benzetilebilirdi. Partinin özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ve göç konularındaki yorumları büyük bir riski de beraberinde getiriyordu. BSW, kurulmasının üzerinden bir sene bile geçmeden Doğu Almanya’daki üç eyaletin parlamentolarına girdi, bunların ikisinde de iktidar ortağı oldu. BSW’nin başarılı olması liberal çevrelerde kaygı uyandırıyor ve partinin göç konusunda kullandığı tartışmalı ifadeler sebebiyle adı, kamuoyunda sık sık AfD ile yan yana getiriliyordu. Bu ortamda BSW, büyük önyargılarla ve medya ambargosuyla seçimlere hazırlandı.
Parti, Die Linke’nin yükselişi ile eş zamanlı olarak düşüşe geçti. Yüzde 4,97 oy aldı ve 13 bin oy farkla baraj altında kaldı. BSW’nin bu seçimlerde başarısız olmasının sebeplerini şu şekilde sıralayabiliriz:
-Die Linke’nin seçimlere hazırlanışında, örgütlenişinde övgüye konu olabilecek ne varsa, BSW’de o eksikti. BSW, hızlı büyümenin partiye zarar verebileceğini düşünerek üye kabullerini federal seçimlerin sonrasına bıraktı. Dolayısıyla bir örgütü yoktu ve Die Linke’nin yaptığı gibi kapı kapı gezemedi.
-Parti, kurucusu olan Sahra Wagenknecht’in adıyla seçimlere girdi. Bu karar da parti içi demokrasi anlamında haklı eleştirilere konu oldu. Partileşme süreci profesyonel şekilde yürütülemedi.
-Parti, kamuoyu tarafından çarpıtılmaya müsait birçok açıklamaya imza attı, mecliste başta göç konusu olmak üzere birçok konuda eleştirilebilecek bir çizgide durdu ve zaten kendisi hakkında önyargıların yüksek olduğu ve kamuoyunun lince hazır bir şekilde beklediği bu ortamda, bu durumun üstesinden gelebilecek bir örgütü yoktu. Kısaca ifade etmek gerekirse BSW, tam bir parti haline gelememesinin kurbanı oldu.
-Partinin kurulmasından kısa bir süre sonra eyalet seçimlerinde elde edilen başarılarda, koalisyon görüşmeleri iyi şekilde yönetilemedi. BSW’nin koalisyonlarda yer alma ve yer almama tercihleri çok eleştirildi.
BSW’nin; hatalarıyla, başarılarıyla, yapabildikleriyle ve yapamadıklarıyla Alman siyasetinde önemli bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Partinin bu başarısızlığa nasıl tepki vereceği çok önemli. Çünkü BSW’nin denediği siyaset tarzı, AfD’yi zayıflatabileceğine inandığım tek siyaset tarzı.
Uzun zamandır Türkiye kökenli seçmenlerin ırkçı parti AfD’ye olan ilgisi tartışılıyor. Bu ilgi gerçek mi, gerçekse sebepleri neler?
Göçmenlerin ırkçı parti AfD’ye olan ilgisi maalesef giderek artıyor. Bu ilgiye sahip olan göçmenleri, birkaç grup altında toplayabiliriz:
-“Entegre” olduğunu, artık tam olarak Alman olduğunu kanıtlama ihtiyacı hissedenler
Etnik olarak, bir ülkede çoğunluğu oluşturan ırka mensup olmayan insanların, öznesi olmadıkları bir milliyetçiliği yaşama iradesine sahip olmaları, Türkiye’den de aşina olduğumuz bir durum. Bu insanların zaman zaman çok radikal söylemleriyle de karşılaşıyoruz. Bu bağlamda, AfD’yi desteklemek, Almanya’da, üçüncü ve dördüncü kuşak göçmenlerin, tam olarak Alman olduklarını kanıtlamalarının ve bunun göstergesi olarak göçmenleri artık kendilerine yakın görmediklerinin, hatta artık onlara karşı olduklarını göstermenin bir yolu haline geldi.
-Yeni nesil göçmenler
Bu göçmen grubunda da AfD’yi destekleyenlerle karşılaşıyoruz. Bu göçmen grubuna mensup olan insanlar; akademik bir altyapıya sahip olmalarına, çalışıp vergi vermelerine, iyi düzeyde Almanca ya da İngilizce konuşmalarına aldanarak, AfD’nin hedefi olmaktan kurtulacaklarını düşünüyorlar. AfD’yi destekleyerek “iyi ve makbul birer göçmen” olduklarını kanıtlama çabası içerisine giren bu insanlar, genellikle Alman siyaseti hakkında pek bilgi sahibi olmayan fakat elitist bir tavrın sonucu olarak bu partiyi destekleyen bir profile sahipler.
-“Ne olursa olsun artık”çılar
Suriye iç savaşı ile başlayan süreçte, göç dalgalarının, kendilerini ekonomik olarak çok etkilediğini düşünen, yaşanılan sorunların büyük oranda göçmenlerden kaynaklandığı sonucuna varan ve kendilerinin de gönderilmesini göze aldığını söyleyerek AfD’yi destekleyen göçmenler.
Göçmenlerin siyasi okuryazarlığa sahip olmalarının çok önemli olduğunu, bu örneklerden yola çıkarak da anlayabiliriz.
Irkçı parti AfD’nin yükselişi yalnızca Almanya’da değil diğer birçok ülkede de kaygı verici bir gelişme olarak yorumlanıyor. Bu yükseliş nasıl durdurulabilir? Olası bir parti kapatma davasının AfD’nin temsil ettiği siyasi tutuma etkisi ne olur?
AfD’nin yükselişi için çok “elverişli” bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Savaş ve kriz dönemleri, sağ radikalizmi beslerler. Bu dönemlerde yaşanan krizler karşısında soyut sebepler değil somut, etten kemikten düşmanlar gösterme yolunu seçen sağ radikal partiler, hızlıca destekçi kazanabilirler. Fakat, Almanya örneğinde AfD’nin yükselişini yalnızca bu dönemle açıklayamayacağımızı düşünüyorum.
Duvarın yıkılması ve Doğu Almanya’nın Batı’ya katılmasıyla birlikte Doğulular, kendi ülkelerinde sömürüyü ve ayrımcılığı tattılar. Batılılar, Doğu’nun kaynaklarının keyfini çıkarırlarken Doğuluların sosyalizm döneminde sahip oldukları standartlar da ellerinden kayıp gitti. Batılıların işlettiği fabrikalar, Batılıların sahip olduğu şirketler, Doğu’da boy göstermeye başladı. Batılılar, Doğu’nun patronu olurken; Doğulular ise Batı’nın refahı için kötü şartlarda çalışmak zorunda bırakılan mavi yakalılar oldu. Refah içerisinde yaşayacaklarını düşünürken, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale gelen doğuluların bir kısmı, sorumluluğun göçmenlerde olduğunu düşündü.
AfD, Doğu Almanya’nın arka sokaklarında, fabrikalarında hızla örgütlenen bir siyasi parti oldu. Sosyal adaletsizlikten bahsederek Doğu Almanya’da biriken nefreti göçmenlere yöneltti, bu adaletsizlikten bahseden tek parti olduğu için yoksul halktan büyük destek aldı. Diğer yandan sermaye ile arasını iyi tuttu ve izlediği neoliberal siyasetle, holdinglerden her sene milyonlarca avro bağış topladı.
Almanya Federal Parlamentosu seçimlerinin haritasını gören herkes, Doğu ile Batı’nın hala iki ayrı ülke olduğu izlenimine kapılacaktır. Bu da büyük oranda doğrudur. Nefretten yükselen siyasi hareketlerin kolayca güçlü hale gelebildiklerini sıkça görüyoruz. Bu siyasi hareketlerle mücadele edebilmek için en etkili yolun, söz konusu partilere oy veren insanların sorunlarının konuşulması ve bu sorunlara bilimsel bir yaklaşımla çözüm üretilmesi olduğunu düşünüyorum. Almanya’daki mevcut siyaset tarzının, bu yönüyle AfD’yi geriletmekten çok uzak olduğunu düşünüyorum. Çünkü diğer siyasi partilerin AfD seçmenine yaklaşımları; anlama değil yargılama, çözüm bulma değil dışlama temeli üzerine kurulu. AfD seçmenini yaftalamak, onları izole etmek, kitleyi gün geçtikçe daha da radikalleştiriyor. Unutulduğunu, önemsenmediğini düşünerek AfD’ye oy veren insanlar, bu tavrın sonucu olarak AfD’ye daha da bağlanıyorlar ve partinin çekirdek seçmeni haline geliyorlar. BSW’nin tam da bu sebeple mecliste temsil ediliyor olması önemliydi. İlk senesinde AfD’den yeteri kadar oy çalamamış ve ilk federal seçimlerinde baraj altında kalmış olsalar da AfD’yi geriletme ihtimali taşıyan tek siyasi hareketin BSW olduğunu düşünüyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.