Dün çadır satan devlet, bugün denetlemesi gereken otele teşvik veren şirket sahibi olarak dikiliyor önümüze. Sorumluluk, bu noktada sermaye lehine sınırsız bir imtiyaz alanına dönüşüyor. Bu mahşeri felaket senaryosunda bize düşen ise -şimdilik- Gramsci’ye atıfla “siyasi soruların kültürel sorular kılığına girmesi”ne izin vermemek, sınıf içi bölünmelere fırsat tanımadan iktidar üzerinde basınç oluşturabilecek toplumsal yapıları ve aidiyetleri nasıl oluşturabileceğimizi düşünmek olmalı
Gülten Akın’ın dizelerinde nergisten ve ışgından sorumlu tuttuğu insan değil konumuz. Toplumsal aidiyetlerden ve buna bağlı duygulardan kaynaklı karşılıklı sorumluluk bilinci ya da devletin kendi yükümlülüklerinden çekilmesiyle bireye yüklediği kişisel sorumluluk da değil. Felaket zamanlarında sorumluluğun aklımızda beliren tek bir öznesi var: Devlet. Devletin -hâlâ varsa- yurttaşına karşı sorumluluğu.
Sorumluluğun sözlük anlamı “kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi” imiş. Sözcük, kişinin salt içinde bulunduğu ve kendisini ilgilendiren bir duygu durumunu değil, toplumsallığa içkin bir yükümlülüğü de ifade ediyor. Yani sorumluluğu bireyciliğin teşvik ettiği ahlaki yükümlülüklerin ötesine götürüp toplumsallığın bir gereği haline getiren, onun kişiye bir ağırlık ve hesap verebilirlik dolayısıyla suçlanabilirlik yüklüyor oluşu.
Bizi ilgilendiren kısmı, sözcüğün dildeki anlamından ziyade politik olarak ifade ettiği terim anlamı. Demokrasi nosyonu, aslında ona içkin olmamasına rağmen birtakım anlamlar içeriyor: Adalet, eşitlik, özgürlük gibi. Sorumluluğu da temsili yönetimin gerekliliği olarak bunlara ekleyebiliriz. Modern devletin meşruiyet temellerinden her biri yani. Fakat bunlar, demokratik olmayan toplumlarda da pekâlâ uygulanabileceği gibi demokratik toplumlarda rafa kaldırılabilir. Yani demokrasi, bizim ona yüklediğimiz anlamdan azade yönetim tarafından en gerici ya da kısıtlayıcı uygulamalar için kullanılabilecek bir mefhum olabilir. “Toplum diye bir şeyin olmadığı” demokrasinin liberal modeli içinse devletin toplumun çıkarı, kamu çıkarı, toplumun iyiliği ve ortak iyi gibi kolektif amaçlarının olması beklenemez. Çok geriye gitmeden ülkenin son yirmi yılında toplumun tamamen soyut bir varlığa indirgenmesi ve devletin bu soyut varlık karşısındaki tüm sorumluluklarını tek tek bireylere ya da ailelere yüklemesinde bunu görebiliriz. Öyleyse politikacıların, bürokratların ya da diğer yetkililerin sorumluluk sahibi olması ve hesap verebilmesi bizim demokrasi için çizdiğimiz iyi niyetli bu çerçeveden kaynaklı diyebiliriz. Sorumluluk beklentimiz de içi boş bir demokrasi anlatısının nostaljisi olabilir ancak.
Ülkece yaşadığımız her felaket sonrası önümüze düşen tabloda neyin mevcut olduğundan ziyade neyin eksik olduğunu, var olmayan ya da ortadan kaldırılmış bir şeyin yokluğunu -belki eskiden varlığını deneyimlediğimizden yahut olması gerektiğine dair o naif inancımızdan- üzülerek fark ediyoruz. Açık ihmalleri olmasına rağmen yetkililerin istifa etmesinin, yargılanabilmesinin mümkün olmaması ve bu durumun kanıksanması; toplumun sorumluluk duygusunu dahli olmayana kesmesi ile sonuçlanıyor her seferinde. 78 yurttaşın hayatını kaybettiği Kartalkaya Felaketi’nin sorumluluğunun kayak yapmaya devam eden vatandaşlara kesilmesi gibi. Yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik gibi sermaye saldırılar yahut deprem, sel yangın gibi doğal afetler karşısında tek başınalığı aşmanın belli reflekslerini gösteriyor toplum. Sorumluluk bilincine yapılan açık çağrıda görüldüğü gibi.
Devlet kurumlarının sermaye lehine araçsallaştırıldığı ve devlet ile sermayenin iç içe geçtiği, yurttaşın sermaye saldırısına açık hale geldiği bir projede sorumluluk bilincine yapılan bu çağrının muhatabına ulaşması ise neredeyse imkânsız. Ulaşmasın diye de biriken öfkeyi soğurmak ya da bölerek dağıtmak gerek. Burada üç yöntem devreye sokuluyor her seferinde. Sorumluluğu olmayana ahlaki yükümlülükler vererek suçu bireylere pay etmek, duyguları devreye sokarak meseleyi siyaset üstü kılmak ve yurttaşı fedakârlık yapmaya çağırmak. İlki, her toplumsal felakette bazen fırsatçılık yapan bir taksi şoförü, bazen normal hayatına devam eden tatilciler olarak bireylerin bir fail biçiminde ahlaki zeminde mahkûm edilmesi olarak çıkıyor karşımıza. Sanki sistemden ve devletten bağımsız “kendinde” bir bireysel ahlak mümkünmüş gibi ancak nesnel süreçlerin sonucu olabilecek durumlar sebep olarak sunuluyor. Stuart Hall, Thatcherizm’in seçim zaferinin ideolojik temellerini ortaya koyduğu bir makalesinde şöyle bir tespitte bulunur: Siyaset çoğunlukları yansıtmaz, onları inşa eder.[1] Thatcher’ın sınıf kimliği bölünmüş ve inşa edilmiş çoğunlukları bizden çok da farklı değildir sanırım. Toplumsal bağlarını yitirmiş ve ortak düşünme kabiliyeti paralize olmuş bir çoğunluğun öfkesini birbirine yöneltebilmek, bu bölünmüşlüğün ve nihayetinde toplumsal inşanın sonucudur.
İkinci olarak ancak devletin sorumluluk alanına giren bir olay/felaket yaşanması durumunda devreye sokulan siyaset-üstü mefhumu. Bir yandan siyaset gözden düşürülürken diğer yandan anti-demokratik güçlerin siyaseten bu kadar yaygınlaşması, siyaset ile imlenen şeyin, meşruluk filtresinden geçirilerek önümüze konduğu sonucuna götürüyor bizi. Tıpkı ideoloji gibi siyaset de hâkim sınıfların çıkarlarının evrenselleştirilmesi için bir aparat olarak kullanılır. Bu noktada siyasetin ne olduğunu ‘kimin çıkarına?’ sorusu belirler. Cevabı artık hep sermayenin çıkarıdır.
Öfkeyi soğurmak için kullanılan son yöntem fedakârlık yüklemedir. İktidarın yurttaşı sıklıkla fedakârlık almaya davet etmesi, kendi sorumluluklarının üzerinden atlayarak sorumlulaştırma pratiğinin bir emaresidir. Makul yurttaşlar ekonomik sıkıntı, işsizlik, doğal afetler karşısında fedakârlık gösterip sorumluluğa ortak olurken makul olmayan yurttaş tanımı da bunun tam karşısına çizilmiş olur.
Sorumluluk nosyonunun anlamını bir kenara bırakıp sermayenin her yerde hâkim olduğu bir realitede devletin halka karşı sorumluluğunun mümkün olup olmadığını tartışmak lazım. Her felaket sonrası önümüzde beliren memleket tablosunda, sermaye ve iktidar birlikteliğinin neden olduğu yıkımlarda “meşru” bir şekilde yok edilen hayatların ağırlığı düşüyor çünkü üstümüze. Dün çadır satan devlet, bugün denetlemesi gereken otele teşvik veren şirket sahibi olarak dikiliyor önümüze. Sorumluluk, bu noktada sermaye lehine sınırsız bir imtiyaz alanına dönüşüyor. Bu mahşeri felaket senaryosunda bize düşen ise -şimdilik- Gramsci’ye atıfla “siyasi soruların kültürel sorular kılığına girmesi”ne izin vermemek,[2] sınıf içi bölünmelere fırsat tanımadan iktidar üzerinde basınç oluşturabilecek toplumsal yapıları ve aidiyetleri nasıl oluşturabileceğimizi düşünmek olmalı. Gülten Akın, yazının başında değindiğim dizelerinde “Nergisten ben sorumluydum, ışgından ve çocuklardan” diyor. Bireylerin her şeye rağmen kendilerine böyle bir etik çerçeve çizebilmesi mümkün mü? Belki…İnsanın kendini her şeyden ve herkesten sorumlu hissettiği bir ahlaki düzenin ancak yönetenlerin aynı sorumluluğu hissettiği bir siyasal ve toplumsal düzende mümkün olduğu unutulmadan…
[1] Hall, S., Blue Election, Election Blues. (2020). https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/4854-blue-election-election-blues?srsltid=AfmBOooOdGiZsINXT4ySWBd2pQv-Y14FlgS_uzNHvJ4IQvkWQyhYnxRy
[2] Gramsci, A. Selections from the Prison Notebooks, s. 149.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.