Bir çarpılma söz konusuysa bu iki taraflıdır. Bir taraf burjuvazinin üretim araçlarına sahip olan ve artık değere el koyanlar olduğunu bilmeden maddi durumu iyi olan herkese burjuva derken, diğer taraf bir böcek gibi gördüğü yoksullara bal gibi sınıfsal olan bazı şeylerin aslında sınıfsal olmadığını öğretmeye çalışıyor
Sınıf yahut sosyal medyada bir süredir fazlasıyla popüler olduğu şekliyle söylersek “sınıfsallık” meselesine dair yazmak bir süredir zaten aklımdaydı. Bu yazıyı Bolu’daki otel katliamından sonra yazmak zorunda kalmak benim için üzücü. İnsanlar kâr hırsı, denetimsizlik, teşvikçilik yüzünden korkunç bir biçimde can verdiler. Hatıralarının kaldığı yakınlarına ömür boyu unutulmayacak bir çaresizlik hissi ve kahır bıraktılar. Sabır diliyorum.
Felaketler ülkesiyiz. Sürekli bu acılar üzerine konuşuyoruz, bu acılardan yenisinin muhatabı olmak için sıramızı bekliyoruz. Trafikten depreme, işçi kıyımlarına dek her konuda Türkiye’de ihmalin, cinayetin, vurdumduymazlığın cezasız kalması kanıksanmıştır artık. Bu konuda ülkemizde adeta bir konsensüs oluşmuş durumda. Bu gidişatı durdurabilecek yegane kuvvet olan sağlıklı ve etkili tepkiler verebilen örgütlü bir toplum olabilme hasletinden iyice uzaklaşmış olmamız bizim bir sonraki felakete değin susmamızı sağlıyor. Konuştuğumuz zaman da sadece felaket üzerine konuşabiliyoruz, bir süre, sonra unutuluyor. Hesap sorma iradesi: Yok. Bu vaziyet, evet, AKP ile birlikte daha belirgin hâle geldi ama hikâyenin mazisi eskidir. 12 Eylül ve Özal’la başlar, onların ve devamcılarının bilinçli politikaları bir tarihsel zemin sunar.
AKP’nin alametifarikasıysa içlerinde en başarılısı oluşudur. Bu başarıyı da salt kendi hile ve becerilerine değil, kendilerinden önce yolu düzleyenlere de borçludurlar.
78 kişinin can verdiği Bolu otel yangını, Twitter’da garip ve rahatsız edici bir tartışmaya sebebiyet verdi. Sosyal medyada konuşulan her şeyin elbette sokakta da karşılığı vardır ama bunların birçoğu sanal âlemdeki kadar ne hararetli cereyan eder ne de yoğun. Bu da işte o Twitter’a özgü polemiklerden biri. Lâkin daha ciddi bir platformda enine boyuna tartışılmayı hak ediyor. Zira mesele yaşamın en temel dokularından biri olan sınıfsallık konusudur. Sosyal medyada hangi taraflar arasında ve hangi düzeyde cenge kapı aralıyor olursa olsun bizim belli ki kafaların çok karışık olduğu bu hususta notlar düşmemiz gerekiyor. Okur, bu yazıyı epeydir gündemde olan bu sınıfsallık mevzuuna dair tarihe bırakılacak naçizane bir vesika olması için bir derleme toparlama çabası olarak ele almalıdır.
Otelin gecelik ücretinin otuz bin lira oluşu sebebiyle patlayan tartışma her ne kadar herhangi bir örgütlü tutumu temsil etmese de sol(culuk) adına dikkatle tetkik edilmesi gereken iki eğilimi yeniden açığa çıkardı. Bunlardan birine göre tatile bu kadar para ayırabilenlerin ölümü bizim gündemimiz olamaz. Orada ölenler burjuvalar olduğu için doğru sınıfsal tutum tepkisiz kalmak olabilir. Zira biz zaten ölüyoruz, bir de burjuvazinin kış tatili yaparken yine burjuvazi yüzünden ölen fertlerine ağıt yakamayız. Bundan daha marjinal olan bir tutumsa bu ölümlere neredeyse sevinmek gerektiğini salık veriyor. Aynı meseleye dair başta daha insani ya da makul görünen diğer eğilimse bize otele verilen paranın ciddi bir para olmadığını, “sınıfsallık” adına kıskançlık ve hasetin yürürlükte olduğunu, kaldı ki bu insanlar zengin olsalar bile bu tip vurguların sorunlu olduğunu söylüyor.
Ancak sınıfsallık konusunda ikinci yönelim, gerçekten de var olan sınıfsal farkları silikleştirip, görünmezleştirerek ve kolayca daha ileri gidip yoksullara kıskanç, kindar, kariyer planı yapamamış, eğitimsiz, cahil gibi sömürge valilerinin ağızlarına yakışacak sözlerle aşağılayarak ilk grup gibi günah işliyor. Gelir farklılıkları insanların dünyaya aynı biçimde bakmalarını engeller. Her hafta dışarıda eğlenmeye imkân bulabilen, yılda bir veya iki kez yurt dışına çıkabilenlerle, molada yemeğe vereceği parayı düşünen, memleketine gidince bile bir iki ay maddi olarak içeri girenlerin aynı pencereden bakabilmeleri beklenemez. Aynı siyasal küme içinde yer alsalar dahi.
Saydığımız iki eğilimden orta sınıf duygular sözlüğüne daha yakın duranların proleter öfkeyi yanlış anlayanlara göre daha tehlikeli olduğunu iddia edeceğiz. Çünkü “sınıfsallık” adı altında -ölenler arasında en az 36 çocuk varken hem de- çoğu orta sınıftan olan insanların ölümünü umursamamız gerektiğini söyleyenler gerçekten epey az kişiyken, milyonların maaşından daha yüksek gecelik ücretlerin önemsiz bir meblağ olduğunu söyleyenler oldukça fazladır. Yani solda ya da solun çeperinde durup da duygusal/sosyal bakımdan garibanlardan ziyade orta sınıfla özdeşlik kuranlar çoğunluktur. Bu da tabii ki bir sürpriz veya tesadüf değil. Etki alanı ve kitlesel mahreci iyice gerileyen sol giderek bir kültürel cemaate indirgenmiş, eylemin olmadığı yerde de söylemin alanı orta sınıfın argümantasyonuyla doldurulmuştur. Bugün, tarihte ilk defa radikal devrimci hareketler bu kadar erimiş, dahası onların yerini en azından sosyalizm adına bir söylem üstünlüğü kurabilecek reformist yapılar da dolduramamıştır. Türkiye’de her yükseliş döneminde devrimci hareketler, legal hareketlerden daha fazla ivme kazanırlar. Ancak legal yapılar da devrimciler kadar olmasa da -‘90’lar bir görece birlikte yükselme dönemi sayılabilir- bu yükseliş dönemlerinde az çok bir görünüm ve karakter edinirler. Devrimcilerin olmadığı ya da vaktini beklediği dönemlerde reformistler de etkisizdir. Bu belki iki yönelimin zamanında göbeklerinin beraber kesilmiş olması, yani aynı kökenlere ve sınıfsal içeriğe sahip olmaları gibi biraz “metafizik” biraz maddi bir göstergeyle açıklanabilir. Devrimcilerin görünmediği ama legal solun düşük düzeyde de olsa faaliyette olduğu bu dönemin TİP gerçeğini elbette unutmadık. Lâkin TİP genel seçimde aldığı heyecan verici oya ve sosyalist söyleme seçim döneminde görünürlük kazandırmış olmasına karşın bize göre mesela kendisinden çok daha “küçük” olan Umut-Sen çevresi ya da TKP kadar etkili/etkin değildir. Bunun sebebi de elbette partideki -Komünist diye bir dergilerinin olmasına rağmen- endoktrinasyon zaafıdır. Hâl böyleyken onu yakın tarihteki Cephe, Halkevleri, MLKP, TİKKO hatta ÖDP, EMEP gibi alan açabilmiş örneklerle karşılaştırabilmek henüz mümkün görünmüyor.
Fazla dağıtmadan ve yazının doğrudan meselesi olmayan TİP’li arkadaşlarımızı daha fazla kızdırmadan asıl konumuza dönelim. Orta sınıf kavram setlerinin solun çevresinde konumlanan insanlara bu denli sirayet etmesinin sebebi ne? Nasıl fakirlerin, eli yüzü düzgün, okumuş ve kariyer sahibi insanları kıskandığını, buna da “sınıf kini” dediklerini söyleyebiliyorlar? Neden yoksulları cehaletle etiketliyorlar? Ne yüzden garibanlarla değil de hâli vakti az ya da çok yerinde olanlarla kader birliği kurguluyorlar?
“Orta sınıf”/kitlesel proleterleşme meselesi hâliyle herkesin kendi sınıfsal veya ideolojik/kültürel duruşu gereği bir sinir harbine dönüyor. Bu ortamda da asıl meseleye odaklanmak zorlaşıyor. Bunun kaynağı da çelişkilerin bu kadar derin hissedildiği bir ülkede devrimci bir odak sorunun hiç olmadığı kadar yüksek seyretmesi. Tartışmalı bir kavramsallaştırma olan ama var olanı tespit etmek için kullanmak zorunda olduğumuz orta sınıf/küçük burjuva tabakasının yapısı gereği bir tarafı burjuvaziye bir tarafı proletaryaya bakar. Tek tek kişilerden bağımsız düşünüldüğünde bu kesim dönemsel olarak hangi taraf güçlüyse oraya yakınlaşır. Bu aradalık sadece siyaseten değil, ekonomik olarak da böyledir. Orta sınıf yoksullardan zenginlere doğru bir skala ihtiva eder. Sınıf atlamaya da düşmeye de her zaman yakındırlar. Türkiye’de son dönemde bu medcezir daha şiddetli bir hâl aldı. Orta sınıfın geniş kesimlerinde proleterleşme trendi kitleselleşirken, başka bir kesimi daha fazla zenginleşmektedir. Ancak orta sınıfın alt gruplarında ana eksen “yaşam tarzı” siyaseti olduğu için ve etkin bir sol hareket olmaması sebebiyle bu vaziyet politik olarak müspet sonuçlar üretmemiştir.
Tersine proletaryayla orta sınıf arasında psikolojik makas daha da açılmıştır. Fakirlerin -sanki fakirlerin hepsi eğitimsizmiş gibi- eğitimlilere[1] haset duyduğunu söyleyen beyaz yakalıların dilinden asgari ücret, işçi maaşları, temizlikçi abla maaşları, sıvacı, nakliyeci yevmiyeleri düşmez. Kimsenin politikacıların, sendikacıların, sporcuların ya da şarkıcıların kazandığı parayı konuşmadığı bir ortamda herkes birbirinin maaşını konuşuyor. Düzen için hava güllük gülistanlık.
Yani bir çarpılma söz konusuysa bu iki taraflıdır. Bir taraf burjuvazinin üretim araçlarına sahip olan ve artık değere el koyanlar olduğunu bilmeden maddi durumu iyi olan herkese burjuva derken, diğer taraf bir böcek gibi gördüğü yoksullara bal gibi sınıfsal olan bazı şeylerin aslında sınıfsal olmadığını öğretmeye çalışıyor. Gözlerimizin hiç çalışmadan Lüksemburg granddüşesi gibi yaşayabildiklerini bildiklerimizin sınıfsallık dersi verdiğini görmesi ise bu çağa özgü bir acayipliktir tabii.
Lâkin tüm bunların hiçbiri bizim duygularımızla, hissiyat siyasetimizle yahut hassasiyetlerimizle belirlenmiyor. Hâli vakti yerinde olan orta sınıf mensuplarına tekelci burjuvazi muamelesi yapılamayacağı gibi, gördüğü bir iki tweetten tetiklenip ihaleyi tüm yoksullara nefret olarak yıkmanın da bir manası yok.[2]
Evet, nefret, kin, düşmanlık gerekiyor. Ama kime ve neye karşı? Bunu anca el yordamıyla bulabilen dimağların çıktıkları kapıların yanlış olması tam olarak veya sadece onlara suç olarak isnat edilemez. Kaldı ki örgütlü bir kurmayın da her zaman doğru hedeflere yönlendirdiği gibi bir veri de yok. Tarihimizde çarpık örnekler de var. Öyleyse her hâlükârda çetrefilli bir konu üzerinde tartıştığımızın bilinciyle hareket edeceğiz.
Sınıflar ya da mesleklerin konumları da bu çetrefilli konulardan en önemlisi. Doktorların tümünün hâli vakti yerindedir ama ultra zengin olanlar epey azdır. Avukatların, mühendislerin içinde -hele ki son on on beş yılda- yoksullar bir hayli fazladır ama durumu iyi olanlar da çok zengin olanlar da bulunur. Memurların bir azınlık hariç çoğu yoksul kategorisi içindedir ama hepsinin geliri asgari ücretin çok üzerindedir vesaire. Tüm bu meslekleri neden saydık. Tekrar okumada fark edilecektir ki sayılanların hepsi sosyalist mücadelede önemli yer ve mana işgal eden kesimler. Lâkin hiçbiri eli İngiliz anahtarlı, kaslı, klasik fabrika işçisi değil. Devrim ve onun mücadelesi devrimden çıkarı olan tüm katmanların tevhidine muhtaçtır.
Sosyalist solun boşluğunda bu görece iyi durumdakilerin siyaseten savrulmaları beklenmedik bir şey değil. Hele “beyaz yakalı” denilince akla gelen plaza çalışanlarının. “Yaşam tarzı” mefhumunun fazla önem ihtiva ettiği o dünyada devrimcilik bugün anca bir şövalye ruhluluğu imleyebilir. Kişiler zenginleştikçe de köklerini aldığı dünya görüşü ne olursa olsun, o maddi konum onun siyasal duruşunu belirler.
İyi de zaten konumu sıradan bir işçiden, tezgâhtardan iyi olanlar için bunları söylerken “devrimden en çok çıkarı olan” en yoksullar için de aynı tablo bugün söz konusu değil mi? Gayrimeşrucu, faşist eğilimli lümpen proletarya bir yana proletaryanın kaçta kaçı devrimcilerin saflarında? Öte yandan bu derecelendirmeler bitmiyor, garibin de garibi var. Bir zamanlar silahlı devrimci hareketlerin ateş gücü de dahil asıl insan malzemesini oluşturan, asgari ücretin bile altında güvencesiz çalışanlar ve devrimin değil sermayenin yedek ordusunu teşkil eden işsizler var. Bunlar içinde de bir örgütlülük söz konusu değil. Solun bugün hayli kısıtlı olan örgütlülük alanı ağırlığını fabrika işçilerinin oluşturduğu çoğu sendikalı işçilerle, orta sınıfın alt kesimlerinden ibaret. Bir dönem sadece askeri değil polisi bile bölme kudretine erişmiş hareketin niteliği şu an bu.
Bu boşluğu da gerici faşist partiler, iktidar, çeteler, tarikatlar ya da kimlik/ yaşam tarzı yordamları dolduruyor.
Bu nizamı paramparça edebilmek için de bugün çokça dillendirilen sınıfa dönmek şartı var. Ancak bu da lafla olmuyor, yazarak olmuyor. Yazıp çizilenin gerçek bir anlama kavuşabilmesi için kendisi için bir hareket inşa edebilme kudreti lâzım. Bizim yazdıklarımız eninde sonunda burada kalacak olan, birilerinin belki yarın geri dönüp bakacağı sözler olmaktan ileri bir mânâ teşkil etmez. Söz, eylemini yitirdi ama sözden fazlası için henüz bir kuvvet devşirilemedi.
Her şeyin en başına döndük. Belki de el yordamıyla ve eksik gedik de olsa Doğan Avcıoğlu’na dönülmesi bundandır. Ve belki de bundan sonra önümüzdeki süreç içinde önce MDD, sonra ’71 devrimciliği de yeniden keşfedilecektir. (Latifedir.)
[1] Her yerin liseden hallice üniversitelerle dolduğu günümüzde eğitimlilik meselesini de yeniden ele almak lâzım.
[2] Doğrudan alakalı değil ama bu çarpışmalar bana erken dönem geleneksel TKP’sinin büyük ailelerden gelen kimi fertlerinin hapishanede işçi taraftarlarıyla karşılaştıklarında yaşadıkları çelişki ve çatışmaları hatırlattı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.