“Yıkım geçmiş değil daha da ağır biçimler alarak sürüyor. Mücadele de buna göre yenilenmeli. Hatay’da mücadele ederken sadece depremzedelerin değil sermayeye ve bu ölüm düzenine karşı yaşam mücadelesi veren herkesin mücadelesini verdiğimizi düşünerek yola devam ediyoruz”
“Dayanışma seferberliğinden yeniden inşa sürecine Hatay’da toplumsal hareketler” başlıklı dosyamızın beşinci söyleşisini, Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Evrim Çakır ile yaptık.
Depremin hemen ardından başlayan dayanışma seferberliğinin açığa çıkardığı politik potansiyelin solun öznel sorunları nedeniyle yeterince değerlendirilemediğine dikkat çeken Çakır, özellikle seçim süreçlerinde yaşanan başarısızlıklarda bu öznelliğe dikkat çekiyor.
“Birikimimizi ve iddiamızı pratikle sınayarak yapmaya çalışıyoruz” diyen Çakır, yaşam mücadelesinin daha zorlu biçimler alarak devam ettiğini ifade etti.
Sendika.Org’un soruları ve Çakır’ın yanıtları:
Halkevleri olarak deprem sonrasında, akut süreçte ve devamında neler yaptınız?
Herkes gibi bizler de ülke çapında büyük bir toplumsal dayanışma seferberliğinin açığa çıktığı günlerde, bu seferberliğin ulaşabileceği, bir şeyler yapmak isteyenlerin bilgisini, becerisini, deneyimini olanaklarını halkla buluşturabileceği bir adres yaratmak için bir Koordinasyon Merkezi kurmakla başladık işe. İlk olarak Sevgi Parkı’nda, ardından Aşağıokçular ve Yeşilpınar Mahallelerinde yaşam merkezleri kurarak devam ettik. Akut dönem sonrasında Harbiye’de de bir Yaşam Merkezi kurduk.
Yaşam Merkezlerinde aşevleri, çamaşırhaneler, revirler, çay ocakları, su arıtma tesisleri, kolektif tuvalet ve duşlar, derslikler, spor çadırları, kadınlara ve çocuklara yönelik atölyeler kurarak halkın acil yaşamsal ihtiyaçlarını dayanışma ile gidermeye çalıştık.
O dönem tüm sosyalistlerin, toplumsal muhalefet bileşenlerinin kurmuş olduğu benzer merkezler bugünden baktığımızda sadece ihtiyaçları belirleyerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırmanın ötesinde başka bir anlam ifade ediyordu.
Bu merkezler halkın sağlık, barınma, beslenme ihtiyaçlarını karşılamasının, hukuki destek sunmasının, sağlıklı bilgiye ulaşması için danışma görevi görmesinin yanı sıra aynı zamanda devletin karşısında inandığı, güvendiği adresler haline dönüşmüştü.
Binlerce insanla temas, binlerce insanla yan yana geliş ve toplumsal dayanışma seferberliğiyle açığa çıkan “Devlet yoktu devrimciler vardı” sözünün o dönem açısından var olan nesnel durumu ifade etmesinin dışında; bütün kamusal organizasyonun çöktüğü, devletin meşruiyet sorunu yaşadığı bir kentte, sosyalistlerin dayanışma faaliyetlerini elbette önemsizleştirmek için söylemiyorum ama yapabileceği birçok şey vardı, mümkündü ve bunun olanaklarını barındırıyordu ama bu noktada da sosyalistlerin kendi sınırları ve nesnelliğine takıldık. Aynı zamanda sadece akut durumun açığa çıkardığı sorunları çözmeye odaklandık. Kurduğumuz Yaşam Meclisleri gibi örgütlenmeler de esas olarak bu özel sürece özgü yaşam mücadelesinin örgütlenmeleriydi.
Depremin hemen birkaç ay sonrasında gelen seçim süreci herkes açısından önemli bir sınavdı. Hesaplaşmanın adresi olarak sandığı işaret edenler, olağanüstü koşullarda siyaseti kendi olağanı içinde değerlendirerek hareket edenler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve yaşattı. Halkın deprem sonrası politik öfkesinin, yıkıcı enerjisinin, o büyük dayanışma seferberliğiyle açığa çıkan kurucu ve yaratıcı potansiyelinin en etkili bir şekilde nasıl örgütleneceğine değil de seçmen davranışına ne kadar tahvil edileceğine odaklanıldı. Biz de eleştirel bir konumda olsak da somut bir alternatif örgütleyemedik.
Genel seçimlerdeki bu olumsuz tablo, Hatay özelinde yerel seçimlerde de sürdü. AKP’nin büyük yenilgi yaşadığı yerel seçimlerde muhalefetin kayda değer tek yenilgisi de Hatay’da yaşandı. Yalnızca CHP’nin büyükşehiri AKP’ye kaybetmesi değil, dayanışma seferberliğinin merkezi olan Defne’de sol ittifakın başarısız olarak dağılması da var bu yenilgi tablosunda. Sol ittifakı, dayanışma seferberliğinin açığa çıkardığı program, öz örgütlenmeler ve öznelere dayandırmaya çalışsak da nihayetinde geleneksel seçim hesapları ve sol içi rekabet baskın geldi. Bizim gibi düşünenlerin deprem sonrası çalışmanın parıltısıyla orantılı bir yerel hakimiyeti ya da merkezi hegemonyası olmayınca da bu olumsuzlukları engelleyemedik. Sonuç olarak dayanışma seferberliğinde büyük bir emekle açığa çıkan potansiyeli ilerletme noktasında öznel sınırlarımıza takıldık.
Bu süreci yaptıklarımız ve yapamadıklarımızla tarihsel dersler çıkarmamız gereken bir dönem olarak görüyoruz. Solun sokaktan uzaklaştığı, kitle çalışması yeteneğini kaybettiği, profesyonel devrimciliğin imkânsız addedildiği bir yerde bu dayanışma seferberliğine katılan gönüllüler ve örgütler bu niteliklerini ve potansiyellerini yeniden keşfetti. Akut dönemin yaşam mücadelesi içinde kurduğumuz Yaşam Merkezleri ve Yaşam Meclisleri özyönetim nüveleri olarak mütevazı ama ilham verici deneyimlerdi. Ama dediğim gibi seçim süreçlerinde ve sonrasında devletin halka yeni yaşam koşullarını kanıksatmak istediği normalleştirme sürecinde açığa çıkan yeni duruma umduğumuz ve istediğimiz biçimde müdahale edemedik. Bunun nesnel nedenleri de var ama öznel nedenlere odaklanıyoruz. Kentte çalışmalarımız sürüyor. Kendi değerlendirmemizi de daha zorlu biçimler alarak süren yaşam mücadelesinin içinde, birikimimizi ve iddiamızı pratikle sınayarak yapmaya çalışıyoruz.
Yaşam Merkezleri ve Yaşam Meclisleri bugün nasıl bir işleve sahip?
Akut dönemde hayata geçirdiğimiz, çamaşırhaneler, aşevleri, su arıtma sistemleri, ders çalışma alanları, spor salonları barındıran Yaşam Merkezlerimiz o dönem ortak bir yaşam alanını birlikte, dayanışmayla inşa ettiğimiz alanlardı. Bugünün ihtiyaçlarını, koşulları göz önünde bulundurarak yeniden işlevlendirdiğimiz merkezlerimiz şu an üç noktada hâlâ bulunuyor ve faaliyetlerini sürdürüyor.
Aşevleri ve çamaşırhanelerimiz bir yılı aşkın bir süre aktif olarak kullanıldı. Ortak yaşam alanlarının kalkması ve talebin azalmasıyla birlikte sonlandırdık. Halkın o dönem temel ihtiyaçlarını gidermesi açından kurduğumuz aşevi ve çamaşırhaneler akut dönem sonrası açığa çıkan ihtiyaçlara kalıcı bir çözüm sunması açısından kıymetliydi. Binlerce insanın ihtiyacını giderdi. Bunları açığa çıkan ihtiyacı gidermek için kurmuş olsak da bunun aynı zamanda kadınların üzerine yıkılan bakım emeği yükünü toplumsallaştırmanın birer aracına dönüşmesini temenni ediyorduk.
Elbette böyle olmadı. Aşevlerinde yemek almaya gelen de çamaşırhanelere eşya getiren de ihtiyaç dağıtım kuyruklarına giren de yine ağırlıklı olarak kadınlardı.
Devletin, kamunun kentte yaşanan sorunlara üretmediği çözümü, sağlamadığı hizmeti burada kadınlar üretiyor. Yaşlı bakım merkezleri yok, kreş yok, erişilebilir sağlık hizmeti sınırlı, okul yolları güvenli değil, sağlıklı elektrik hizmeti yok, yollar delik deşik ve çamur içinde, kent iki yıldır toz soluyor. Her bir sorunun açığa çıkardığı ihtiyaç kadınların omuzunda.
Deprem sonrası bakım emeği yükü giderek artarken, yaşamın yeniden inşasında neredeyse tüm sorumluluğun kadınların üzerine yıkıldığı bölgede kadınların nefes alabilecekleri, kendilerine ait zaman yaratabilecekleri güvenli bir alana ihtiyaç duymuştuk. Depremin yedinci ayında kadınlarla bir araya gelerek Haytenin Evi’ni kurduk. “Yalnız değilsin, buradayız hayte” diyerek kız kardeşlik köprüsüydü kurmak istediğimiz. Haytenin Evi’nde, kadınların deprem sonrası ihtiyaçlarını birlikte belirlemeye, gidermeye çalışıyor, dayanışmayla iyileşmenin yollarını arıyorduk. Bazen sadece bir kahve içme durağı olan Haytenin Evi, kimi zaman gönüllü psikologlarla psikososyal destek çalışmalarının yapıldığı bir alan, kimi zaman şiddete, tacize uğrayan bir kadının güvenli, danışabileceği adresi, kimi zaman da film gösterimleri, söyleşiler gibi etkinliklerde kadınların bir araya geldiği bir mekâna dönüştü.
Yine burada kadınlarla el emeği eğitimleri içeren atölye çalışmaları yürüttük. Bu atölyeler devam ederken, neden bu işten az da olsa kadınların kendine ait bir bütçesini oluşturmayalım dedik ve kent merkezinde Kadın Emeği Pazarı kurmaya başladık. 100’ü aşkın el emeği ürün üreten kadının stantlar açarak ürünlerini sergilediği pazarımız bir yıldır düzensiz aralıklarla da olsa devam ediyor.
Yaşam Merkezleri şimdi esas olarak halka sosyal ölümün dayatıldığı ve zorlu yaşam koşullarının sürdüğü bir noktada hem birer sosyal merkez hem de insan yaşamının hiçe sayıldığı, kamusal hizmetlerin yeterli ve sağlıklı sunulmadığı koca bir şantiyeye dönen kentte bu yeni dönemin mücadele ve örgütlenme merkezi olarak işlevleniyor. Kültür sanat atölyeleri, anmalar, konserler, kültürel buluşmalar, söyleşiler, çocuklara yönelik atölyeler yürütüyoruz. Yaz aylarındaki çocuk buluşmalarımıza dört noktada yüzlerce çocuk katıldı. Şimdi bir de devam eden afet durumu karşısında aktif üyelerimizi birer yaşam savunucusu olarak seferber ettiğimiz, afet gönüllüleri çalışmaları, buna yönelik toplantı ve eğitimler düzenliyoruz. Yakın gelecekte Türkiye çapında bu yönde kurumsal adımlar atmayı da planlıyoruz.
Yaşam Meclisleri, depremin ardından o dönem yaşamın sürdürebilmesi için sorun, ihtiyaç neyse onu gündemine alan, çözüm üreten bunu birlikte tartışarak, karar vererek hayata geçiren mütevazi örgütlü birlikteliklerimizdi. Yol yoksa yol yapan, çadır yoksa çadır bulan, su yoksa arıtma kuran, okul yoksa çocukların eğitim hakkı için milli eğitimi görevini yapmaya zorlayan, birlikte her gün kazan kaynatan, asbest tehlikesine karşı yıkım araçlarının karşısına dikilenlerin yan yana gelişini sağlıyordu bu meclisler.
Bugün aynı işlevselliğe ve niteliğe sahip olmasa da yüzlerce insanla kurduğumuz iletişim ağlarımız içerisinde birlikteliğimiz sürüyor. Örneğin bugün bir Yaşam Meclisi üyesinin yaşadığı sorun karşısında, konteyner yangını, su basması gibi durumlarda kendi arasındaki dayanışmayı sürdürüyor, ya da mahallelerimizde yaşanan elektrik kesintileri, trafik kazalarına karşı birlikte ses çıkarmaya devam ediyor. Bugün açısından Yaşam Meclisleri için şunu söyleyebiliriz, bu meclisleri kurduğumuz mahallelerde, yaşadığımız sorunları gündeme getirdiğimiz, birlikte çözüm üretmeye çalıştığımız bir ağ olarak hala varlığını koruyor.
Akut dönemin ardından kentin durumu ve yaşam mücadelesindeki ne gibi değişimler oldu?
İlk bir yıl Hatay halkının her günü hayatta kalma mücadelesi vererek geçirdiği bir dönem oldu. Bugün depremin ikinci yılına girerken şunu görüyoruz, on binlerce insanın hayatını kaybettiği, kentin önemli bir bölümünün, tarihi mekanlarının, kenti kent yapan sosyal merkezin yıkıldığı bir yerde, insanlar hala yasını tutabileceği bir dönemi yakalayabilmiş değil.
Akut dönem sonrası olarak tarif ettiğimiz süreçten bugüne burada hayat normale dönmedi. Halk kendi kaderiyle baş başa bırakıldı. En temel insani ihtiyaçlara erişilemeyen, sağlanması gerek kamusal hizmetlerin hala erişilebilir, nitelikli, eşit sağlanmadığı, her gün “bugün de tesadüfen yaşıyoruz” dedirten olayların yaşandığı bir sürecinden içindeyiz hala.
Hafriyat kamyonları, beton mikserlerinin aldığı canlar, konteynırlarda ve prefabrik evlerde çıkan yangınlar, su basmaları, sürekli hala gelen elektrik kesintileri, koca bir şantiyeye dönen kentin toz sorunu, taş ocağı patlamaları bu kentin artık sıradanlaşan durumu ve “normali”.
Ülkeyi ve kenti yönetenler bu durumun normalleştirilmesini, yani kanıksanmasını istiyor. Sanki deprem sonrası kaçınılmaz bir durum gibi kabullenmemizi istiyorlar. Oysa bu, afet sonrası olduğu için kaçınılmaz olarak yaşanan bir durum değil, halkın yaşamı karşısında sermayeden yana yapılan bir tercihin sonuçları. Elektrik hizmetlerinin özelleştirildiği yerde bu facia hali son bulamaz, bunu iktidar partisi vekilleri bile kabul ediyor. Kente ihtiyaç duyulan kadar enerji veremiyor, abonelik sorununu, yangınlara yol açan elektrik arızalarını çözemiyorlar. Kamulaştırma olmazsa bu facia halinin sonu gelmez. Kent TÜİK verilerine göre sağlık göstergelerinde Türkiye’nin en gerisinde. Koruyucu sağlık hizmeti halka ulaştırılmazsa, “hasta olan gelsin, sağlık hizmetini alsın gitsin” şeklindeki piyasa mantığı sürdürülürse kansere bağlı ölümlerdeki, bebek ölümlerindeki kötü sayıların düzelme şansı da olmaz. Kalıcı konutları kısa sürede teslim edeceklerine dair imkânsız siyasi vaatleri sürdürürlerse yüzbinlerce insanın insan onuruna yakışmayan konteynır kentlerdeki sefaleti de son bulmaz.
İnsan yaşamını, toplumsal faydayı ve kamusallığı benimsemez de halkı piyasanın kollarına teslim edersek afet son bulmaz.
Şu an deprem bölgesinde süren mücadelelerin kentin ötesinde Türkiye toplumsal muhalefetindeki anlamı nedir. Neden hala buradasınız, çok sayıda gündemin ortasında deprem çalışmasını öncelemenin bir anlamı var mı?
Neoliberal yıkımın, yoksullaştırma politikalarının yaşamı ve bir kenti yok ettiği, rant için sermayenin her karışına gözünü diktiği topraklar burası. O yüzden basitçe “deprem bölgesinde sürdürdüğümüz faaliyetler” olarak değerlendirmiyoruz.
Halkevleri olarak Kasım 2023’te Hatay’da düzenlediğimiz çalıştayda şöyle bir tespit yapmıştık: Bugün kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek sermaye çelişkisi yaşam ile sermaye arasındaki bir çelişki görünümünü almış durumda. Aslında kapitalist sistemin kendisi bir afet ama olağanlaştırma mekanizmaları çok güçlü. Deprem ve onun ardından açığa çıkan yıkım olağanlaştırma perdesini kaldırıyor ve aslında burada verilen yaşam mücadelesi tüm ülkede verilen yaşam mücadelesinin öncü adımlarını içeriyor.
Yıkım geçmiş değil daha da ağır biçimler alarak sürüyor. Mücadele de buna göre yenilenmeli. Hatay’da mücadele ederken sadece depremzedelerin değil sermayeye ve bu ölüm düzenine karşı yaşam mücadelesi veren herkesin mücadelesini verdiğimizi düşünerek yola devam ediyoruz.
Söyleşi: Zişan Gür