Erdoğan iktidarı ve “devlet aklının” meramı, aralarında “kan bağı” olan HTŞ üzerindeki nüfuzunu en “verimli” şekilde kullanarak; Suriye’de Sünni-Selefi bir şeriat rejiminin inşasını temin etmek ve böylelikle Suriye’yi, mümkün olursa bir bütün olarak, mümkün olmazsa; HTŞ’nin kontrolünde kalacak kısmını, “yavru vatan” yapmaktır
Uzunca bir zamandan beridir Orta ve Yakın Doğu’da ve Orta Asya ve Kafkasya’da ve keza Balkanlar da ve Afrika’da “Sünni-Selefi siyasal İslam” projesinin liderliğine göz koymuş bulunan, şeriat özlemcisi bir İslamo-faşist Erdoğan ile karşı karşıyayız. 22 yıllık iktidarı dönemi boyunca her fırsatı, bu “Sünni-Selefi İslam kuşağının” başarı ve zafere ulaşması için değerlendirmeye çalıştı. Ve hâlâ da büyük bir aşk ile bu “gizli” sevdasının bir yerlerde ve bir şekilde başarıya ulaşması için canla başla didinmeye devam ediyor.
Erdoğan kesinlikle, yobazlık derecesinde, koyu fanatik bir mezhepçidir. Böyle olduğu için de örneğin o, İslam içinde olmasına rağmen, yine de koyu bir Şii karşıtıdır. Kızılbaş, Anadolu ve Türkmen Alevisi ve keza Arap Alevisi karşıtıdır. Siyasal İslam’ın Şii versiyonu olan İran’daki Molla ve keza Arap Alevisi olan Esad rejimiyle yaşadığı “gizli” düşmanlığının başta gelen nedenlerinden biri de bu değil midir? Mısır’da ki siyasal İslamcı kardeşlerine darbe yapan Sisi de sırf bundan ötürü “katil Sisi” yapılmamış mıydı? Sünni İslamcı Hamas lideri öldürüldüğünde üç günlük “milli yas” ilan edip, Filistin davası için ölümüne savaşan Hizbullah liderinin katledilişini sessizlikle geçiştirmesi de bundan değil miydi? Benzeri dünya kadar örneği buraya aktarmak mümkün. Ama buna gerek yok; bu kadarı da Erdoğan ve iktidarının gerek Türkiye ve K. Kürdistan somutunda ve gerekse “dış dünyada” yaşanan ve gelişen olaylara bakış öncelikleri arasında bu mezhepçi tutumunun yer aldığını göstermeye fazlasıyla yeterli gelir.
Bilindiği gibi Suriye’de ortam henüz “sükûn” iken; Esad ve Erdoğan birbirlerine “aile dostu” yakınlığındaydılar. Çünkü o dönem farklı “komşuluk ilişkileri” bunu gerektiriyordu. Ancak ne zaman ki “iç karışıklık” baş gösterdi, “kardeşlik” anında bitti ve yerini “ölümüne düşmanlık” aldı. Çünkü ayaklananların önemlice bir kesimini daha önceki tarihlerde defalarca kez (baba Esad döneminde de) şeriat istemiyle ayaklanmış ve ama bastırılmış o eski Müslüman Kardeşlerin devamcısı olan çeşitli Sünni-Selefi şeriat istemcileri oluşturuyordu. Bunlar zaten oldum olası Türkiye ve K. Kürdistan’daki siyasi İslamcılarla organize bir ilişki içinde olageldiler. Dolayısıyla da Erdoğan hemen tavrını bunlardan yana koyarak, Esad’ı karşısına aldı. Nitekim kısa bir süre önce yaptığı bir toplantıda bunu şu sözleriyle doğrudan itiraf etti de:
“Ülkemizin tüm iyi niyetli tavsiyelerine rağmen barışçıl protestoları son derece kanlı bir şekilde bastırmayı tercih etti. Kanı durdurma, çatışmaları sonlandırma imkânı varken, Esed kendi halkına zulmetmeye, zulümden de kibirlenmeye devam etti.”
Erdoğan burada büyük bir iki yüzlülük yapıyor. Çünkü 22 yıllık iktidarı döneminde kendisinin de daha beterini yaptığının binlerce örneği orta yerde duruyor. Burada ki “barışçıl protestonun” ayırt edici özelliği, protestocuların şeriat istemcisi olmasıdır. Nitekim Türkiye ve K. Kürdistan’da da sadece bunlar “barışçıl protestocu” sayılıyor. Diğer tüm hak arayıcıları ise, imha edilmesi gereken “teröristler”, “bölücüler”, “sürtükler” ve “çapulcular” idi. Hatırlanacağı üzere şu, bizzat Erdoğan’ın talimatıydı: “Yaşlı, kadın, çocuk demeden acımasızca yok edin.” Keza “hendek olayları” olarak anılan süreçte de çatışma ortamından korunmak için evlerin bodrum katlarına sığınan yüzlerce sivil vatandaşın kimyasal gaz ve bombalarla katledilmeleri emri de Erdoğan’ındı. Aynı zalimliği “Gezi olayları” sürecindeki tutumuyla da ortaya koymuştu.
“Baas rejimi yıkılmış ve Esed korkağı cibilliyetine yaraşır şekilde en yakınındakileri bile satarak Suriye’den kaçmıştır. Suriyeli devrimcilerin Şam’da kontrolü sağlamasıyla birlikte artık bu ülkenin önünde yeni bir sayfa açılmıştır. (…) Biz de Halep’te, Şam’da, Hama’da, Humus’ta, Dera’da, Münbiç’te özgür Suriye bayrağıyla ay yıldızlı bayrağımızı yan yana gördükçe şad oluyoruz. (…) 61 yıllık Baas karanlığının ardından Suriye üzerine doğan özgürlük güneşini gördükçe komşuları ve kardeşleri olarak gerçekten şad oluyoruz.”
Erdoğan, “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz” şeklindeki bu sözleriyle, emperyalist “yeni Osmanlıcı” güdülerini doğrudan beyan etmiş oluyor. Doğan ve devam etmekte olan bu kaos ortamını fırsata çevirerek, eskiden ecdadının sahip olduğu Suriye’yi doğrudan, olmadı dolaylı, ama bir şekilde kendi hakimiyeti altına almanın hesaplarını yapıyor. Muhtemelen burayı, aynı zamanda eskiden berri peşinde olduğu “Sünni İslamcı hattının kurtarılmış yeni hareket üssü” olarak kurguluyor olsa gerek. Öte yandan buranın yeniden imarı vs. ile açılan “yeni ekmek kapısını” kimselerle paylaşmak da istemiyor. “Tamamen benim” demeye getiriyor.
Nitekim Erdoğan, kabul ettiği Suriye’nin “yeni hükümet heyeti” ile yaptığı görüşmelerin ardından yaptığı açıklamalarla, Suriye’nin “asli sahibi” olduğunu da ilan ediverdi: “Herkes bölgeden elini çeksin. Biz Suriyeli kardeşlerimizle beraber DEAŞ’ın da YPG’nin de diğer terör örgütlerinin de kafasını kısa sürede ezeriz. (…) halihazırda Suriye’deki en ciddi sıkıntı ülke topraklarının neredeyse üçte birini halen işgal altında tutan YPG terör örgütüdür.”
Sanırsınız ki IŞİD’in Kobanê’de zaferini ilan etmesini; “Kobanê düştü düşecek” diye el ovuşturarak bekleyen kendisi değilmiş gibi, bugün IŞİD’e karşı yürütülecek mücadeleyi “evelallah” kendilerinin yürütebileceğinin sahte teminatını vermeye çalışıyor NATO’lu müttefiklerine.
Öte yandan ve asıl önemli olanı ise; Suriye’nin bilmem ne kadar kısmının ve doğal kaynaklarının bilmem ne kadarının kendi mezhebinden olan şeriatçı kardeşlerinin denetiminde olmayıp, Suriyeli seküler-laik Kürtlerin elinde bulunmasıymış…
Sormak gerekmez mi; sana ne bundan? Orası senin ülken mi? Esad, ülkeyi terk etmeden önce tapusunu sana mı devretti? İşine geldiğinde sarılıp sığındığın o ‘uluslararası hukuk’a ne oldu? Sen hangi hak ve hukukla bir başka ülkenin iç işlerine böyle mafya vari dayılanmalarla müdahil olmaya kalkıyorsun?
Bu konuda öylesine fütursuzca bir yaklaşım sergileniyor ki, örneğin MİT kafalı Hakan Fidan da ülkenin yeni isminin ne olacağına karar verebiliyor: “(…) Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, devletin adının da mevcut ismi olan Suriye Arap Cumhuriyeti olacağını ifade etti.”
Erdoğan iktidarı ve “devlet aklının” bütün bunlarla meramı, ideolojik olarak aralarında “kan bağı” olan HTŞ üzerindeki nüfuzunu en “verimli” bir şekilde kullanarak; Suriye’de Sünni-Selefi bir şeriat rejiminin inşasını temin etmek ve böylelikle de Suriye’yi, mümkün olursa bir bütün olarak (toprak bütünlüğüne yapılan baskın vurgu bunun bir ifadesidir), bu mümkün olmazsa; HTŞ’nin kontrolünde kalacak kısmını, Türkiye’yi Türkiye’den daha büyük kılmak için, “yavru vatan” yapmaktır.
Keza “Türk-Kürt ittifakı” ile güdülen meramın da Türkiye’yi Türkiye’den daha büyük yapmak olduğu göz önüne alındığında, böylelikle Misak-ı Milli hülyalarının da bu şekilde önemli oranda gerçekleştirilebilir olabileceğini varsayıyor olmalılar.
Bu her iki boyut üzerinden sağlanacak başarı ile de milliyetçi-muhafazakâr ve fanatik İslamcı kesimlerin yanı sıra DEM Parti seçmeni Kürtlerin de “reisi” bir dönem daha tahta seçeceklerini hesap ediyorlar muhtemelen.
Öcalan, Demirtaş ve DEM Parti’nin bu süreci “Demokratikleşme süreci” olarak lanse etmeleri ise gerçekten de vahim bir yanılgı ve yanıltmadan öte bir şey değildir. Tabii “demokratikleşme” ile kast ettikleri sadece Kürtlere, üniter devlet şemsiyesi altında, alt düzeyli birtakım ulusal haklar verilmesinden ibaret değilse. Bu, elbette Kürtler açısından bir kazanım olarak değerlendirilebilir; ama bunun, verilen bunca mücadelenin ve ödenen onca bedelin karşılığı olmayacağı da acı bir gerçektir. En başta Kürtler olmak üzere, hiç kimsenin içine sinmeyeceği de rahatlıkla söylenebilir.
Öte yandan mevcut faşist siyasal İslamcı ve Türk milliyetçisi bu bloğun iktidarı altında, Kürtlerin bu alt düzeyli ulusal haklarına kavuşmasının aynı zamanda Türkiye ve K. Kürdistan’da genel hak ve özgürlükler anlamında bir demokratikleşme sağlayacağı anlamına da asla gelmeyecektir. Tam aksine Erdoğan giderek daha da otoriterleşmek zorundadır. Buna, hem dünya savaşına hazırlık anlamında iç faşistleşmeyi daha da pekiştirme zorunluluğundan ötürü mecburdur (nitekim dünyanın birçok yerinde habire faşist partiler iktidara geliyor ve böylece buralarda da iç faşistleşme süreci olanca hızıyla yaşanmaya devam ediyor). Ve hem de gerek ideolojik zihin yapısı olarak ve gerekse de giderek daha da derinleşecek olan iktisadi krizi başka yöntemlerle yönetebilme şansının olmamasından ötürü buna mecburdur.
Dolayısıyla da bütün bunları perdeleyerek böylesi ham hayal bir beklenti oluşturmak, herhalde ki halka yapılabilecek en büyük kötülüklerden bir başkası olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.