Çetin Uygur kitabı hikâye ile hakikati birleştirmiş; tarihi yapanların ve yazanların yeniden harekete geçeceğine dair umudu yeşertmiştir. Bu nokta önemlidir. Çünkü Çetin Uygur kitabı anı aktarmakla yetinmemiş, devrimcilerin ve işçi sınıfının ihtiyacını açık etmiştir. Bir manifestodur, diyebilir miyiz? Neden olmasın. Açık ve net öyledir
Yazının başlığı bir temenni mi? Haldeki durumumuza bakılırsa öyle görünüyor. Maziye bakılırsa hiç de öyle değil. Bu ülke, bu halk ne zaman kıvırcıklara ihtiyaç duyduysa ve hatta daha da önemlisi kıvırcıklar ne zaman bunun farkına vardıysa tarih kuvveden fiile geçmekte tereddüt göstermemiş.
Denebilir ki Türkiye devrimci hareketi ve onunla el ele, kol kola yürüyen Türkiye işçi sınıfı tarihi bir bakıma kıvırcıkların tarihidir.
Peki kimdir kıvırcıklar? Şimdi bu kadar anlam yükleyince kıvırcıkları yazının sonundaki dipnota sıkıştıracak halimiz yok. Burada anlatalım. Sözü de Çetin Uygur’a bırakalım:
Kıvırcıklar (kazmacılar) topluca harekete geçtiklerinde önce hükümet binasını, ardından emniyet müdürlüğünü ve nihayet son olarak da sendika binasını yerle bir ederler. Onların karşısına kimse çıkamaz. Her gün madende ölüme inen bu insanları neyle korkutabilirdin ki!
Hikâyemiz ve hakikatimiz budur. Hikâye maziyse, hakikat ihtiyaçtır.
Çetin Uygur kitabı hikâye ile hakikati birleştirmiş; tarihi yapanların ve yazanların yeniden harekete geçeceğine dair umudu yeşertmiştir. Bu nokta önemlidir. Çünkü Çetin Uygur kitabı anı aktarmakla yetinmemiş, devrimcilerin ve işçi sınıfının ihtiyacını açık etmiştir. Bir manifestodur, diyebilir miyiz? Neden olmasın. Açık ve net öyledir.
Devrimciler nasıl bir hayat sürmelidir? Bir başka ifade ile nasıl insanlar olmalıdır? Devrimci hareketle “alan” denilen sendika, meslek örgütleri vb. ilişkisi nasıl tanzim edilmelidir? Ve nihayetinde “sendikacılığın” bugünkü durumundan ikna olanlara bir başka sendikacılığın mümkün olduğu delilleriyle gösterilmelidir. Bunlar manifestonun sacayağıdır.
Evet deliller. Delile ihtiyaç duyuyoruz. Bizler, o delillerin yaratılmasına kıyısından köşesinden faydası dokunanların bugünkü vazifesi budur. Çetin Uygur kitabı vazifenin küçük bir kısmının yerine getirildiğinin göstergesidir.
“Sendikacılık” tırnak içinde yazılmıştır. Çünkü derindir ve yaramızdır. Çetin Uygur ilk önce madende mühendis olmayı reddetmiş ve sonra bizlere “sendikacılığı” tırnak içinde yazdıracak bir gelenek bırakmıştır.
Vakti zamanında Birgün gazetesinde Çetin Uygur’u anlatmış, mühendislik ve sendikacılık faslında şunları yazmıştım:
Bakmayın maden mühendisi olduğuna, o maden işçisidir. Yolu Yeraltı Maden İş’i kurmak için Yeni Çeltek’e düştüğünden bu yana böyledir. Önce Yeraltı Maden İş, sonra Dev Maden-Sen Başkanı olması yanıltmasın sizi, ona sendika başkanı demek için bin şahidin değil, bin işçinin şahadeti lazımdır. Bunun da kâfi gelmeyeceğinden emin olun; hemen hepsi Çetin Uygur’un sendika başkanı değil, maden işçisi olduğunu söyleyecektir.
Şimdi Çetin Uygur’un hayatına bakın. Yetinmeyin Kenan Budak’ın hayatıyla devam edin. Durmayın daha eskilere gidip Yalınayak İsmet’i, İsmet Demir’i hatırlayın.
Bir de objektifinizi günümüz sendikacılarına çevirin. Halimizi görün ve az önce “derin” ve “kanayan” sözcüklerinin öylesine tercih edilmediğini anlayın.
Yarayı deşmeye devam edelim. Lazım çünkü. Acıtalım, lazım çünkü.
Kitapta Yeraltı Maden-İş avukatı Ahmet Atak’ın anlatımları yer alıyor. Tabii hemen Ahmet Atak’a da avukat demek için yine bin işçinin şahadeti gerektiğinin ifade edilmesi gerekiyor. Okuyalım:
Çetin Uygur’un bir de yazılmamış kuralları vardı. Mesela işverenle hiçbir ilişkiye geçilmeyecek, onun olanakları kullanılmayacak. Biz Yeni Çeltek’e gittiğimizde yemekleri daima işçilerin yemekhanesinde onlarla birlikte yerdik. Yatacağımız zaman da onların yatakhanesinde yatardık. Bunları gösteri olsun diye yapmazdık. Zaten Çetin Uygur’un en keyif aldığı şey işçilerle sohbet etmekti, bayılırdı onlarla zaman geçirmeye. Oysa ben avukatım, o da sendika başkanı, istesek Yeni Çeltek’te dışarıdan gelen bizim gibi yetkililere hizmet eden gayet güzel bir yemek yenecek yer ve yatacak bir yer vardı, istesek oralara gidebilirdik ama biz oraları hiç kullanmadık. Buraların dışında da bazen işçiler bizi evlerine davet ediyorlardı, onlarda kalıyorduk.
Şimdi şu soruların yanıtını verelim, lazım çünkü. Neden bu haldeyiz? Neden Çetin Uygur’dan, Kenan Budak’tan, onların var ettiği “sendikacılıktan” “mazi” diye söz ediyoruz? “Sendikacılık” fedakârlıktan, bedel ödemekten ballı börekli bir “meslek” haline ne zaman geldi? Ve bu bizleri neden rahatsız etmiyor? Neden uykularımız kaçmıyor?
Uykularımız kaçsın.
Az önce Birgün gazetesindeki yazıdan söz etmiştim. O yazının başlığı “Çetin Uygur’un eli”ydi. Evet, eli. Umarım fotoğrafı bulurum ve yazının bir köşesinde kullanılır.
Elin öyküsü şöyledir: Çetin Uygur pek çok sendikacının 12 Eylül’ün akabinde teslim olmak için sıraya girdiği günlerde, yani cunta günlerinde devrimci işçi faaliyetini sürdürmeye çalıştığı için gözaltına alınır. İşkence görür.
Kitapta uzun uzadıya anlatılıyor işkence faslı. Buraya sadece küçük bir bölümü alıyorum. Çetin Uygur’un yaşadıklarını birlikte işkence gördüğü Mehmet Biter anlatıyor.
İlk sorgu günü, konulduğum hücreden gözlerim bağlı üst kata çıkarıldım. Elbiseler, don dışında çıkartıldı. Çetin abiyi de aynı şekilde getirdiler. İkimizi bir masa üzerine çıkartıp sırtlarımız birbirine dönük şekilde kollarımızı kalın bir sopaya bağlayıp tavana astılar. Masayı çektiler, ikimiz sırt sırta havada sallanmaya başladık. Biz havada sallanırken her birimize işkence yöntemlerini uygulamak için ikişer polis görevliydi. Yumrukla sopayla vurmak, bacakları ayırıp hayaları sıkmaya kadar çeşitli işkence yöntemleri eşliğinde sorularına yanıt vermemizi istiyorlardı.
İşte günler süren bu askı nedeniyle Çetin Uygur’un sol kolu hatırı sayılır ölçüde işlevsizleşir ve bir daha iyileşmez. Kollarının ilk vartası değil bu. 1977’nin 12 Ocak’ında Ankara’da uğradığı silahlı saldırıda faşistlerin sıktığı mermiler çenesine ve kollarına isabet eder. Kurşunlanma ve işkence, kaderini devrimci hareketle birleştirme iradesinin ve 12 Eylül günlerinde mücadeleye devam etme kararlılığının bir nişanesi olarak kabul edilmelidir. En azından o böyle kabul etmiştir.
Tam da burada devrimci hareketle işçi sınıfı ilişkisine dair birkaç not paylaşmalı. Lazım çünkü.
12 Eylül’le birlikte Yeraltı Maden-İş kapatılır. Yüzlerce maden işçisi gözaltına alınır, işkence görür, tutuklanır. İşçiler Yeni Çeltek Devrimci Yol davasında yargılanır. Bu kadar işçinin politik bir davadan yargılanması ilktir. Ne öncesinde vardır ne sonrasında.
Nasıl böyle olmuştur? Devrimci Yol maden işçileri arasında nasıl olup da kök salmıştır? Kitapta ayrıntıları var. Biz burada soru sormakla yetinelim. Yeraltı Maden-İş olmasaydı, Yeni Çeltek, Hekimhan, Divriği, Aşkale direnişleri olmasaydı, hareket o direnişlerden beslenmeseydi Devrimci Yol bilinen etkisini yaratır mıydı?
Ne denir, “Kalsın benim davam divana kalsın”.
Divana bırakırken bir anekdotu aktarmadan geçmek olmaz. Devrimci hareketin sadece işçileri örgütlemek gibi politik alanla sınırlı olduğu sanılmasın. Çünkü devrimcilik hayatı ve insanı değiştirmeyi kendine dert edenlerin işidir.
Kitaptan:
Dokuz Buçuk Sadık (Köse) denilen bir arkadaş vardı, Yeni Çeltek’te işçiydi. Bir parmağı yarımdı; bir kazada kesilmiş, onun için adı ‘Dokuz Buçuk’ kaldı. Dokuz Buçuk; uzun boylu, delikanlı ruhlu, kabadayı ve iş bitirici biriydi. 12 Eylül sonrasında, Dokuz Buçuk’u da alıyorlar, işkenceli sorgular sürerken onu konuşturmak için eşi de gözaltına alınıyor. Sorgucular bizim Havzalı devrimci gençleri, Faruk Karakaya ve arkadaşlarını atıyorlar kadının önüne, ‘Şunları şikayet et, seni de, kocanı da bırakalım.’ diyorlar. ‘Ya,’ diyor eşi, ‘ben bunları nasıl şikayet ederim, benim kocamı bunlar adam etti. Benim kocam eskiden beş para etmezin tekiydi. İçkiciydi, kumar oynardı, bizi döverdi. Bunlar adam etti benim kocamı. Ben bu gençlere atıp tutacağıma, varsın kalsın kocam içerde…
Farkındayım, kendime “dur” demezsem yazı uzadıkça uzayacak. Ne bu yazı benim için sıradan ne de Çetin Uygur.
Hatırladığım Çetin Abi’yi 1987 yılında tanıdım. Tanır tanımaz da etkisi altına girdim. İçine çeken elbette sadece kişilik özellikleri değildi. Karşınızda ‘68 devrimci kuşağının lider öğrencilerinden biri vardı. 12 Mart günlerinde tutuklanan, işsiz kalan, TMMOB ve Maden Mühendisleri Odası’nda sorumluluk üstlenen, devrimci mühendis hareketi için gecesini gündüzüne katan, sonra soluğu Yeni Çeltek’te alan. Maden işçilerinin örgütlenmesi için taş üstüne yatan, 12 Eylül günlerinde devrimci işçi hareketi yaratmak için çaba harcayan, DİSK ve Devrimci Yol davalarından yargılanan, cezaevi faslı biter bitmez kollarını çemirleyen biri… Dile kolay. Gel de reddet. Edemedim tabii. “İşçilerin Sesi isimli bir dergi çıkaracağız. Çık gel” dedi. Çıktım. İşimden gücümden ayrıldım ve yanına gittim. İki seneye yakın bir süre İşçilerin Sesi Ankara bürosunda çalıştım.
Yazıyı “Çetin Uygur’un eli” yazısından bir duygu bildirimini aktararak bitireyim. Çünkü Çetin Abi ile ilgili duygularımı özlü şekilde ifade ediyor. “Açıkçası Ankara’ya geldiğinde gerilirdik ama giderken arkasından bir bardak su dökerdik, bir an önce dönsün diye.”
Evet, son söz. Kitabı okuyunuz. “Kıvırcıkların” yeniden tarih sahnesine çıkması için varınızı yoğunuzu; olmadı duygularınızı seferber ediniz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.