2018 yılından itibaren İmar Barışı, İmar ve Mülkiyet Transferi, Rezerv Alanlar gibi kararname ve uygulamalar ile deprem güvenliğiyle zaten pek sorgulanabilir ilişkisi iyiden iyiye koparılan Kentsel Dönüşüm, düpedüz bir emlak spekülasyonu, servet transferi ve siyasi manipülasyon hareketine dönüştürülmüştür
Türkiye 2005 yılında İstanbul’da Sulukule, Tarlabaşı, Fener, Balat gibi tarihi semtlerde törenlerle duyurularak başlatılan “Kentsel Dönüşüm” ile birlikte, giderek tüm yurda yayılan büyük bir inşaat hamlesine girişti. Sadece bu konuya özel kanun ve kararnameler çıkarıldı ve sayısız kez değiştirildi, krediler açıldı, belediyeler bu amaçla sayısız parçalı plan değişiklikleri hazırladı ve “Kentsel Dönüşüm” neredeyse tüm toplumun katıldığı gerçek bir seferberlik halini aldı. Bunu takip eden 15 yıl içerisinde tüm Türkiye’de yaklaşık 2,5 milyar m2 toplam inşaat ruhsatı alındı ve bu inşaatlar da takip eden birkaç yıllık süre içerisinde tamamlandı. Farklı şekillerde anılan ama kentleri ve mimarlığı da büyük ölçüde belirleyen 2005-2020 arası 15 yıl süren bu furyanın sonunda, kişi başı 30 m²’yi aşan inşaat yapılmış oldu. Bu da planlama alanında yaklaşık kişi başı sosyal konut alanına denk gelir. Bu hesaba göre yaklaşık olarak tüm ailelerin yeni birer konut sahibi olması ya da Türkiye’deki neredeyse tüm konut stokunun teoride yenilenmiş olması beklenirdi.[i]
Tüm bu süreç boyunca gerek inşaat hacmi gerek hızı gerekse kentlere getirdiği imar artışları ve tüm diğer adaletsiz yönleriyle bu kentsel dönüşüm seferberliğine karşı geniş bir direniş de oluştu. Kentlerin merkezinden dışarı sürülen dezavantajlı kesimler, tahrip edilen kentsel doku, artan imar yoğunluğu ve kentlerin şantiyeye dönmesinin yanı sıra, sadece bu sürecin hızı bile direnç oluşturmaya yeterliydi. 15 yıl gibi bir sürede neredeyse ülkenin tüm yapı stokunun yenilendiği bir süreç böylece devam edecek olsa; yaklaşık 45-50 yaşında bir insan, doğduğunda gördüğü tüm mekanlar ortalama 3 kez yıkılıp yapıldığı için, neredeyse tüm mekânsal referanslarını ve hafızasını kaybetmiş olurdu. Aslında sadece bu basit sayılar bile, bu sürecin çıldırtıcı bir süreç olduğunu, toplumun aklını başından -mecazen değil harfiyen- alacağını görmeye yeterlidir. Belki gerçekten öyle de olmuştur. Kentsel koruma, kültürel ve doğal varlıkları koruma gibi kavramlar da tam olarak bu gibi nedenlerle modern dönemde icat edildiği halde, o da gereksiz bir entelektüel kaygı ya da bir nostalji, geçmişe özlem gibi görülerek itina ile bu sürecin uzağında tutuldu.
Kentler, kentliler ve doğa üzerindeki tüm bu ağır etkilerine rağmen büyük kentsel dönüşüm hamlesini meşru gösteren en önemli etken -hiç değilse görünüşte- “deprem güvenliği” idi. 1999 depreminin ağır sonuçları sonrası, dakikalar içerisinde devasa gündemleri tüketip harcayabilen Türkiye gibi bir toplumun en önemli birkaç gündem başlığından biri değişmez şekilde “deprem” olmuştu. Diğer bir deyişle, Türkiye 2005’i takip eden yıllar boyunca bir sonraki depreme hazırlanmak için varını yoğunu seferber etti; borç alıp inşaat yaptı, yönetmeliklerini değiştirdi; krediler, destekler, imar avantajları ile inşaata her tür kolaylık sağlandı. Bir toplum akıl sağlığı dahil her şeyini gözden çıkarma pahasına tüm imkanları ile depreme karşı kentlerini hazırladı ve sayılara bakıldığında hazırlamış olması da gerekirdi.
Ancak maalesef öyle olmadı! Nihayetinde 2023 Şubat ayına gelindiğinde Maraş merkezli büyük bir deprem, başta Antakya, Adıyaman ve Maraş olmak üzere birkaç kenti birden yıkıp geçti. Acı olan şu ki; Türkiye aslında bu depreme 1999’daki gibi hazırlıksız da yakalanmamıştı, tersine tüm imkanlarıyla, elinde olan tüm bilgiyle kendince hazırlanmıştı. Belki yıkılan sadece tek tek binalar olsaydı mühendislik ya da planlama hataları gibi gerekçeler aranabilirdi. Ama bunca hazırlığa rağmen yıkılan “kentler” olduysa, çok daha derinlemesine bir sorgulama gerektiği açıktır.
Olağan bir toplumda hiç değilse bu durumun yadırganması ve derinlemesine sorgulanması beklenirdi; nasıl olup da varımızı yoğumuzu yatırdığımız bu büyük kentsel dönüşüm hamlesi böyle başarısız olmuştur? Ancak bu soru değil yanıtlanmak, sorulamadı bile. Bu bir yana, depremde kaç kişinin öldüğü dahi sorulamadı! Tıpkı yıllık enflasyon oranını bilemediğimiz gibi, bilmemizin yasak olması gibi, depremde kaç kişinin öldüğünü de bilmiyoruz. Soramıyoruz da. Ama bu en temel şeyleri bile bilmediğimiz, bilemediğimiz halde, sanki başka bir şeyleri bilebilirmişiz gibi, ciddi ciddi konuşmaya ve başka birtakım şeylerden önemle bahsetmeye de devam ediyoruz.
Depremin yarattığı tüm acıların da ötesinde, durum bu açıdan hazindir. Görünen, Türkiye’nin bilgiyle, bilmeyle, olgularla ve gerçeklikle ilgili, sadece bir gruba ya da kesime fatura edilebileceğin çok ötesinde, kimsenin kendini kolayca hariç tutmayacağı ciddi ve yaygın bir sorunu olduğudur. Anlaşılan, depremle çürüklüğü ortaya çıkan sadece yapılar değil, Türkiye’nin süregiden eğreti bilgi rejimidir. “Ülkenin gerçekleri” ya da “burada bu işler böyle” denen ne varsa göçük altında kalmıştır. Descartes’ın çürük elmaların olduğu sepet örneğindeki gibi, doğru bilinen, değer verilen ne varsa, hatta en çok güvenilen ne varsa en başta onlar olmak üzere, tek tek elenmeli, eleştirel bir gözle tekrar sorgulanmalıdır. Üstelik dikkatli de olunmalıdır; anlaşılan o ki bir bütün olarak toplum, sonunda ölüm olduğu apaçık olsa bile kendi kendine yalan söylemek ve kendini kandırmak konusunda oldukça mahirdir.
Çok temelde yatan bir sorun gibi görünse de Türkiye’nin bu tuhaf bilgi rejimini şimdilik aklımızda tutup, kentsel dönüşümün nasıl olup da asıl hedeflediği deprem güvenliği açısından bu kadar başarısız olduğuna ya da esasen, bu kentsel dönüşümün gerçekte ne olduğuna dönelim. Şubat 2023 depreminin hemen sonrasında olanlar bu konuda oldukça aydınlatıcıdır, belki oradan başlanabilir. Deprem sonrası henüz kurtarma çalışmaları sürerken hasar tespit ve hatta yeniden inşa çalışmaları da başlamıştı. Depremden tam bir ay sonra, 6 Mart 2023’te Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığınca depremin hasar tespitinin yaklaşık dökümünün bulunduğu “2023 Maraş ve Hatay Depremleri Raporu” yayınlanmıştır[ii]. Rapordaki hasar tespitlerinin hem tam olarak tamamlanamadığı hem de yapılmış olan tespitlerde bazı aksaklıklar olduğu anlaşılmaktadır. Yapılan tespitlerin yöntemleri eleştirilmiş[iii] ve bu tespitlerde bina sahiplerince kişisel başvuru yoluyla bazı düzeltmeler yoluna da gidilmiştir. Yapılan hasar tespit çalışmalarının yöntemleri, hızı ve sonuç raporda verilen sayıların tutarlılığı üzerine de çokça tartışılacak şeyler vardır; örneğin bu raporda verilen sayılara göre dahi deprem bölgesinde yıkılmış bina sayısı 35 binin yıkılmış konut birimi sayısı ise 95 binin üzerindedir. Üstelik bunlar henüz tamamlanmamış sayılardır ve ağır hasarlı ve hemen yıkılması gereken konutlar da bu sayıya dahil değildir. Oysa depremde toplam insan kaybı 53 bin olarak açıklanmıştır. Ancak tüm bunlardan da çarpıcı bir haber bu raporun yayınlanmasından tam bir hafta önce inşaat ihalelerinin de başlamış olmasıdır.
Depremde oluşan hasar tespitlerinin tamamlanmış olmasa da belirli bir aşamaya gelmesinden de bir hafta önce, yani depremden sadece üç hafta sonra, yıkılan konutların yerine yapılacak inşaatların ihaleleri verilmeye başlanmıştır. İlk etapta depremin üzerinden bir ay dahi geçmeden 85 bin konutun yapımına başlanmış, takip eden aylarda da toplam 400 bini aşan konut inşaatıyla bu ihaleler sürdürülmüştür. Depremde oluşan hasarın nedenleri, nelerin yanlış yapıldığı ya da sorunun nerede olduğu değil, basitçe hasarın ve ihtiyaçların tespiti dahi tamamlanmadan ve belli ki bütüncül bir planlama yapılmadan tekrar büyük bir inşaat hamlesine girişilmiştir. Türkiye’nin sorunun ne olduğu, ihtiyacın tam olarak ne olduğu, yapılan işlerin neden boşa gittiği gibi şeyleri derinlemesine konuşacak vakti de merakı da yoktur; sorunun ne olduğundan bağımsız çözümün “beton dökmek” olduğu neredeyse milli bir mutabakatla “bilinmektedir”. İlk düğme adeta hiçbir zaman doğru iliklenemeyecektir.
Deprem sonrası hızla girişilen bu “beton dökme ayinleri”nde görülen başlıca özellikler aslında Kentsel Dönüşüm furyasının temel karakteristikleri ve zafiyetlerine de açıkça işaret etmektedir; zayıf ve kötü planlama, parçacıl uygulamalar, niteliğin tümden gözden çıkarılması, başarının sadece sayılarda aranması, acele bir icraat ihtiyacı, sorunların ve ihtiyaçların derinlemesine tartışılmadan işe başlanması ve tüm bunların sonucunda da ana amaçların şaşarak neredeyse ezbere şekilde “beton dökülmesi”.
Kentsel Dönüşüm furyasının kıyısından geçenlerin dahi bildiği şey; aslında hep ana gerekçe olarak gösterilen deprem güvenliğinin iş pratiğe geldiğinde öncelik sıralamasında ilk üçe dahi giremediğidir. Öncelik genellikle mülkiyetin büyüklüğü, emlak değeri gibi sayısal şeylerin paylaşımıdır. Herkes kendi mülkü küçülmesin, değeri de yeniden inşa sonrasında artsın ister, oysa bu değer artışı için kendi cebinden bir şey çıksın istemez. Hiç vermemek ama hep almak ister. Doğal olarak bu emlak değer artışları yoktan oluşamadığına göre, bu artışın kaynağı siyasetçiler ve yerel yönetimler aracılığı ile sağlanan imar hakkı arttırımları olur. Siyasetçiler ile seçmenlerin uzlaşısı sonucu yıkılanın yerine arttırılan imar durumu ile daha büyüğü inşa edilir, inşa eden payını alır, mülk sahiplerinin payları küçülmez üstelik mülklerinin değeri de artar ve hatta oluşan bu değer artışlarının paylaşımında doğal olarak siyasetçiye de pay düşer; oy olsun, finansman olsun, siyaset bu şekilde döndürülür. Eskiden buna rüşvet de denilirdi.
Aslına bakarsanız, 2018 yılından itibaren İmar Barışı, İmar ve Mülkiyet Transferi, Rezerv Alanlar gibi kararname ve uygulamalar ile deprem güvenliğiyle zaten pek sorgulanabilir ilişkisi iyiden iyiye koparılan Kentsel Dönüşüm, düpedüz bir emlak spekülasyonu, servet transferi ve siyasi manipülasyon hareketine dönüştürülmüştür. Başından beri dikkatli gözlerin zaten görebildiği şey, artık iyiden iyiye gizlenemez olmuştur.
Yine de ilk bakışta en azından ticari olarak son derece işler ve katılan herkesin kazanıyor gibi göründüğü bu denklemde maalesef unutulan, daha doğrusu unutturulanlar da vardır. Yapıların mimari ve kentsel niteliklerinin yanı sıra deprem güvenliği de bu denklemde kendine bir öncelik edinememiştir; siyasetçi, seçmen/mülk sahibi ve müteahhit arasındaki denklemde ancak yer bulabildiği ölçüde deprem ve diğer afetler dikkate alınır. Afetlere dayanıklı yapılar ve kentler doğru planlama, yoğunluk hesapları ve nitelikli teknik hizmetler gibi zahmetli süreçler sonucu elde edilebilecek birer nitelik değil de nihayetinde yeteri kadar beton döküp yeteri kadar demir konursa sağlanabilecek sayısal bir mesele olarak görülür. Önemsizleştirilir. Üstelik yapılar daha da büyümüş ve deprem güvenliğinin yanı sıra bir dizi sorunun çözümü de giderek zorlaşmıştır. Büyüyen yapılarla birlikte kentin yoğunluğu ve nüfusu da artmış, buna mukabil ulaşım ve altyapının yanı sıra park, sağlık ve eğitim gibi mekân ihtiyaçları da artmıştır. Oysa kentte bunları çözecek yer de kalmamıştır. Bunların bedelini ödemeye kimsenin niyeti de yoktur. Üstelik bu yapılanlar 30-40 yıl sonra ömrünü doldurduğunda kentin yapı stokunu tekrar yenilemek de yoğunluğu daha fazla arttırmak da mümkün olmayacaktır. Öyle ya, kentler 30-40 yıllık geçici yerleşimler olmadığına göre, bu süreç kentleri kendi yıkımına götüren bir süreçtir. Tüm bu sorular ve sorunlar, denklemde yer olmadığı için keyif kaçırıcı unsurlar olarak gözden de kaçırılır, basitçe unutturulurlar. Tüm bunların maddi ve manevi bedellerini nihayetinde kimlerin ödeyeceği sorusu yanıtlanmadığı gibi sorulmaz da.
Bu denklemin benzer ancak bir önceki sürümünü geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz kent ve mimarlık kuramcısı İhsan Bilgin, 1999 Büyük Marmara Depreminin hemen sonrasında yani tam 25 yıl önce “Bedelsiz Modernleşme” başlığı altında yazmıştı[iv]. Türkiye’nin 1950-90 arası kentleşme ve modernleşme dinamiklerini analiz eden Bilgin bu dönemde sermaye hareketi, sanayi üretimi ve tüketimin otomotiv, beyaz eşya ve giderek elektronik ile hizmet sektörüne odaklandığını oysa konut üretimi, inşaat ve hatta kentsel emlak spekülasyonunun dahi yatırımın ve karın konusu olmadığını vurgular. Konut üretimi ve inşaatın herkesin kendi imkanlarınca, basit yap-satçılar ya da kooperatiflerce yapıldığını, bunun dışındaki kentsel donatıların ise herkesin katıldığı sessiz bir mutabakat ile bedeli ödenmeden bırakıldığını anlatır. Ödenmeyen bedel, kentlerin konut dışında kalan ve kenti kent yapan tüm donatı ve altyapısıdır, bunlar uzlaşı ile bedeli ödenmez, yapılmaz ve kentler “konut yığınları” olarak bırakılır. Özetle kent arsası ve kentsel konut yaygın bir uzlaşı ile kapitalist üretim ilişkileri dışarısında bırakılmış, böylelikle bu üretim ilişkilerinin getirdiği kimi zorunlu rasyonaliteden ve niteliklerden de uzak kalmıştır. Bu gerçekten de o dönemin ayırt edici özelliklerindendir, oysa bunu takip eden ve bizim konumuz olan 2000 sonrası dönemde denklemin bu bileşeni de tamamen tersyüz olmuştur. Türkiye’nin neredeyse tüm yerleşik sermayesi asıl sektörlerini terk edip inşaat ve emlak spekülasyonlarına yönelmiş, inşaat ve emlak sektöründe sermaye eşi benzeri görülmedik şekilde büyümüş, dev tröstler oluşmuş ve bu sektör ülkenin lokomotifi başat sektör haline gelmiştir.
Buna karşılık o dönemden bu zamana denklemde hiç değişmeyen bileşenler de vardır. Bilgin Türkiye kentleşmesinin başından beri süregelen “teknik” anlayışı şöyle tarif eder:
Esneklik üzerine kurulu bu büyük anlaşmanın tahammül edemediği bir küme vardı: Uzun vadeli hesap, akıl ve norm. Çünkü buralardan gelen sesler “bedeli” hatırlattılar hep; “yumuşak modernleşmenin” ödenmemiş bedelini. O nedenle bürokrasi, teknokrasi ve meslekler ancak formasyonlarını kapının dışında bırakmak şartıyla kabul edildiler “büyük anlaşmayı” ilmik ilmik ören küçük anlaşma ortamlarının içine. “İşi bilmek” okuldan ve kitaptan öğrenilenleri unutmak, yerine bu ilişkilerin kendine özgü dilini ve alışkanlıklarını benimsemek anlamına geliyordu.
Türkiye kentleşmesinde, inşaat ve emlak sektöründe aktörler ve sektörün yapısı 2000 sonrası tümüyle değişip sermayenin yanı sıra mimar, mühendis ve benzeri onlarca aktör bu alana aktığında bile, teknik bilginin fazlasıyla hafife alındığı bu irrasyonel bileşen hiç değişmeyecekti. Belki de Bilgin’in bahsettiği “geniş tabanlı mutabakat” aslında üretim ilişkileri değil, düpedüz bu irrasyonalite üzerineydi; kentleşmede etkileri ve sonuçları belki de hemen görülemeyecek dayanıklılık, kullanışlılık, insanilik, çevreye uyum gibi en basit niteliklerin dahi göz ardı edilmesi, bedellerinin hesaba katılmaması, hatta gözden kaçırılarak bu bedeller hiç yokmuş gibi yapılması. Bu geniş tabanlı mutabakata katılmanın ön koşulu da teknik zorunluluk dahi olsa bu bedelleri hatırlatacak soruların akla getirilmemesi, unutturulması ve söz birliğiyle önemsizleştirilmesi olacaktı.
Bilgin’in bahsettiği ve bugün de birikmiş şekilde karşı karşıya olduğumuz bu bedeller şüphesiz üzerine konuşulmamak ve bahsetmemekle ortadan kaybolacak gibi değildi. Bilgin’in işaret ettiği ancak açıkça söylemediği, bu bedelin örneğin deprem sonunda gelen korkunç kayıplarla ödendiği idi. Malesef kentleşmenin “Kentsel Dönüşüm” formunu aldığı sonraki 25 yıllık dönemde bu da hiç değişmeden kaldı. Kentsel dönüşüm elbette kazananları da olan hatta başlangıçta adeta herkes kazanıyormuş gibi pazarlanan bir saadet zinciri olarak işlemeye devam etti. Ancak herkesin maksimalist kâr talebini karşılıyormuş gibi görünen bu saadet zinciri de elbette diğerleri gibi sonlu idi ve sonu da diğerleri gibi kötü bitmeye mahkumdu. Başlangıçta itina ile gözlerden saklanan, denklemin irrasyonalitesinin bedelleri deprem sonucunda olduğu gibi, nesiller boyu zamana yayılmış sosyal ve kentsel sorunlar olarak da ödenmeye devam edilecek. Aslında depremden sonra bir an olsun duraksayıp düşünmeye fırsat vermeyecek acelecilikle, “nasıl olup da bunca hazırlanılan depremde bu kadar hasar oluşur” diye sormaya ve “kaç kişinin öldüğünü bilmeye” dahi ihtiyaç duymadan hummalı şekilde beton dökmeye devam edilmesinin nedenini de belki burada aramak gerekir; bedel asla dile getirilmesine, durup düşünülmesine izin verilemeyecek kadar büyüktür. İrrasyonalite, saadet zincirini oluşturan geniş kazan-kazan mutabakatın zorunlu sonucudur.
Kentsel Dönüşüm furyasının pek çok yönünden ve sonuçlarından bahsedilebilir; mimarlık ve şehir planlama açısından tümüyle bir fiyasko niteliğinde olduğu gibi. Bu boyutta inşaat hamleleri şayet dikkatli bakılırsa tarih boyunca hep mimarlık ve şehircilik konusunda ilginç örnekler ve yazılan, çizilen ve gerçekleştirilen ilginç denemeler ve teorilerle anılır. Oysa Türkiye’deki bu Kentsel Dönüşüm sürecinin dünya mimarlık tarihine katkısı yalnızca Fikirtepe gibi garabetlerdir. Tüm dünyada geri dönüşüm, düşük karbon ayak izi ve ekolojik döngülerle barışık kentler ve yapılar konuşulurken, Türkiye’nin bu 2,5 milyar metrekare içerisinde bu konuda atılmış neredeyse tek adımı, tek denemesi dahi yoktur. Bu yapılanlar hem kentleşme formları hem de yapısal özellikleri ile insana, çevreye ve kültürel birikime duyarlı olmaktan fersah fersah uzaktır ve Türkiye bununla çok uzun bir süre yüzleşmeye devam edecektir.
Tüm bunların yaşandığı sürecin sonunda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey Türkiye’nin artık büyük ölçüde kentlerde yaşar hale geldiği yani kentlileştiğidir. Bu kentlileşme çoğu tarihsel örnekte öyle görülmüş bulunduğu için bazen modernleşme olarak da yorumlanmakta ya da belki karıştırılmaktadır. Oysa ister son 15 yıllık kentsel dönüşüm süreci ele alınsın, ister 1950’lerden bu yana yaşadığımız uzun kentleşme süreci, pek çok şeyin dönemsel olarak çok önemli değişimler geçirmesine rağmen, bu sürecin bütününde modernleşmenin “akılcılık”, “akla güvenme”, “hurafeden özgürleşme” gibi en temel bazı niteliklerinden yoksun hatta çoğu zaman bunların özenle dışarıda tutulduğu bir süreç olduğu izlenebilir. Modernleşme süreci şüphesiz ki her yerde, ilk yaşandığı Batı Avrupa coğrafyasındaki dizgeler içerisinde yaşanmak zorunda değildir. Farklı coğrafyalardaki modernleşme deneyimlerinin özgünlükleri ve diğer hatta alternatif modernlikler üzerine uzun zamandır süren tartışmalar mevcuttur. Ancak neresinden bakarsanız bakın, akla güvenerek irrasyonel düşünceden özgürleşmek gibi modernliğin temel niteliklerinin bulunmadığı hatta bu niteliklerin itina ile dışarıda tutulduğu bir sürece modernleşme demek kolay değildir. Üstelik bu süreç burada konuştuğumuz 15 yıl, 25 yıl ya da 75 yıldan da epey geriye giden bir süreçtir. Tüm bu zaman boyunca üzerinde kendi ısrar ettiği irrasyonalitenin acı sonuçları defalarca toplumun yüzüne uyandırıcı güçte çarpılmıştır, ancak toplum her seferinde daha da irrasyonel bir bölgeye, hurafeye, komplo teorilerine doğru kaçmıştır. Dolayısı ile bugün yaşananlara halen “modernleşme sancıları” demek, hızlı modernleşmenin yarattığı ve ileride giderilebilecek arazi durumlar olarak görmeye çalışmak, kendini bir kez daha kandırmaktan öteye gitmeyecektir. Bu sürecin ne olduğu çok daha derinlemesine ve acımasızca tartışılmalıdır.
Yine bu dönemler boyunca, toplumun hiç uzlaşamazmış gibi görünen farklı siyasi kesimlerinin, kutuplaşma diye ballandırılarak anlatılan sözde yarılmaların, bu irrasyonellikler söz konusu olduğunda kesif bir mutabakata dönüşmesi de bu sürecin en ilginç yanlarından biridir. Hiç değilse 2023 depremi sonrası sorgulanması ve şüpheyle yaklaşılması gereken Kentsel Dönüşümün birbirine güya rakip görünen tüm partilerce ve tüm siyasi kesimlerce halen bunca sahiplenilmesi, aslında “tavşan kaç tazı tut” oyunlarını bir kenara bırakırsak, Türkiye’de adeta bir tek parti rejiminin halen ve 100 yıldır kesintisiz hüküm sürdüğünü ve başka bir şeye neredeyse talep de olmadığını söylüyor bize.
Kentsel Dönüşüm denen tuhaf milli mutabakat ve arkasındaki beton habitusunun deprem aracılığı ile iyiden iyiye açığa çıkan irrasyonalitesinin, burada sadece kısaca değindiğim ancak çok derine giden kökleri olduğu görülmektedir. Kent yaşamı ve kentleşme, üzerinde yaşadığımız coğrafya ve doğa ile ilişkilerimiz, modernleşme ve siyasete ilişkin kökendeki bu sorunların gerektirdikleri ciddiyetle ve derinlikte tartışılmaları elbette bütün toplumun ağız tadını kaçıracak, ezberlerini değiştirmelerini gerektirecek, özellikle de siyasetçilerin ve arkalarındaki kesimlerin hiç hoşlanmayacağı bir hesaplaşmadır. Ancak ülkenin, doğanın, coğrafyanın ve bütün bir toplumun varını yoğunu tüketen sorunların da ne birbirimizi ikna edip kendimizi kandırmakla ne kafayı kuma gömmekle ne birkaç kişi değişse her şey çok güzel olacak sanmakla ne de beton tanrısına ezbere adaklar adamaya devam etmekle çözülmeyeceği ve değişmeyeceği açıktır.
* Habitus, bitki bilimi ve tıp gibi alanlarda da kullanılan, sosyolojide ise; bir topluluğun bireylerinin çevrelerini algılama, hissetme, düşünme ve davranma pratiklerinde ortaklaştıkları, topluluğu belirleyen şemaların bütünü anlamına kullanılan bir kavramdır.
[i] Tüm inşaat istatistikleri TÜİK’in sitesinden alınmıştır; https://www.tuik.gov.tr . TÜİK’in enflasyon verilerinden kriz dönemlerindeki ölüm verilerine kadar bir dizi verisinin siyaseten açıkça manipüle edildiği bilinmektedir. Doğal olarak bu manipülasyonların sadece belirli bazı sayılarla sınırlı kalmadığı, ister istemez ilişkili verilere sirayet ettiği de bilinmektedir. Burada verilen sayıların da gerçeklikle ilişkisi ister istemez sorgulamaya açıktır. Ancak eleştiride kullanılan tüm veriler zaten hükümetin siyaseten “gerçek” saydığı veriler olduğu için, bunların kendi iç tutarsızlıkları ve aşırılıklarını çözümlemekte yeterli kabul edilmiştir.
[ii] https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2023/03/2023-Kahramanmaras-ve-Hatay-Depremleri-Raporu.pdf
[iii] İnşaat Mühendisleri Odası tarafından yayınlanan “Hasar Tespit Çalışmaları Değerlendirme Raporu:
https://www.imo.org.tr/Eklenti/8222,hasar-tespit-raporu-webpdf.pdf?0&_tag1=E7135031F5D5BFC7B2051F29E863010E331BB407
[iv] İhsan Bilgin, Bedelsiz Modernleşme, Mimarlık Dergisi, 1999, Sayı:288
http://dergi.mo.org.tr/dergiler/4/533/7841.pdf
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.