Hareket noktası soyut insan, soyut hukuk ya da hümanizm değildi; aksine emniyetteki ve zindanlardaki biri diğerini aratmayan işkence mağduru devrimcilerin, cezaevleri önünde evlatlarına sahip çıktıkları için zulüm gören ailelerinin, 12 Eylül faşizminin bir halklar hapishanesine çevirdiği mazlumların, Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, köylülerin, özetle tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin haklarını savunmak, hem genelde hem de özelde onların avukatlığını yapmak, göğsünü onlara siper etmekti. İnsan hakları savunuculuğuna yön veren doğrultu buydu; görev bölüşümünde bunu sırtlamayı kendine misyon edinmişti
Avukatım, aynı zamanda yoldaşım Hüsnü Öndül’ü, erken sayılabilecek bir yaşta kaybetmenin hüznü içindeyim. Kamuoyuna kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirdiği duyurulduysa da, kanserin sebep olduğu ikincil bir sonuçtu bu, bir süredir tedavi görüyordu. Mesanesinin ve prostatının alınmasına kadar varacak hastalığı nedeniyle Evrensel’deki köşe yazılarına son verdiğini öğrendiğimde, “Hüsnü anılarını yaz” demiştim. Sanırım sağlığı elvermediği için kabul etmedi önerimi, yazsaydı genç avukatlara yol gösterecek kılavuz bir kitap olacaktı.
En son 5 Aralık’ta aradığımda hastanede yattığını ve tedavi gördüğünü söyledi. Sesinin iyi gelmemesinden kaybedeceğimizi anladım, “Diren Hüsnü, ben direniyorum” dedim, “Direniyorum” dedi o da. Yormamak için konuşmamı kısa kestim. İki gün önce akşamüzeri hayatını kaybettiğini öğrendim.
İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Çağdaş Hukukçular Derneği’nin kurucu ve yöneticilerindendi. 1999-2008 yılları arasında İHD Genel Başkanıydı, öncesinde ve sonrasında çeşitli kademelerde görev yaptı. 15 Ekim 2000’de genel kurulda Onur Kurulu’na seçildi. Türkiye’de insan hakları fikrinin oluşumunda, dernekleşip örgütlenmesinde başından sonuna kadar vardı. Ömrünün son çeyreğinde bunu köşe yazarlığına taşıyarak sürdürdü.
Liberal sızıntılardan yakasını bir türlü kurtaramayan Türkiye insan hakları savunuculuğunun her zaman sorunlu bir yanı olduğunu düşünmekle birlikte, bunda en az kusurlu olanın o olduğu, ortaklaşa omuzladığı kurucu arkadaşlarını mümkün olduğunca sola çektiği kanısındayım.
Bu yüzden Hüsnü Öndül’ü tanımayanlar, özgeçmişini bilmeyenler, basına yansımasında da görüldüğü gibi, onun sıradan solcu bir insan hakları savunucusu olduğunu sanıyorlar. Doğru, görünürde ömrünün en verimli yılları bununla geçti ama o hiçbir zaman insan haklarına, sınıflar üstü bir olgu olarak, burjuva hukukunun dar ufku açısından bakmadı. Bunda avukat olmadan önce bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yer almasının payı büyüktür.
Emperyalist Batı’dan esen rüzgarların etkisinde kalarak, onları taklit ederek insan hakları savunucusu olmadı. Hareket noktası soyut insan, soyut hukuk ya da hümanizm değildi; aksine emniyetteki ve zindanlardaki biri diğerini aratmayan işkence mağduru devrimcilerin, cezaevleri önünde evlatlarına sahip çıktıkları için zulüm gören ailelerinin, 12 Eylül faşizminin bir halklar hapishanesine çevirdiği mazlumların, Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, köylülerin, özetle tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin haklarını savunmak, hem genelde hem de özelde onların avukatlığını yapmak, göğsünü onlara siper etmekti. İnsan hakları savunuculuğuna yön veren doğrultu buydu; görev bölüşümünde bunu sırtlamayı kendine misyon edinmişti. Zira o ideolojik gıdasını Marksizmden almış bir sosyalistti.
İstanbul’da faaliyet sürdürüyorken, 1975’te geçici olarak geldiğim Ankara’da, Hukuk Fakültesi kantininde tanışmıştım Hüsnü Öndül’le. Yüzünden gülücük eksilmeyen, nezaketli ve lafını bilen biriydi. TİKB henüz kurulmamışken, onun öncülü Basın Yayın Komünü taraftarı, dönemin bütün eylemlerine katılan devrimci bir militandı. Öğrenciyken 12 Mart’ın, avukatlığa başladıktan sonraysa 12 Eylül’ün en karanlık yıllarında, birçok örgütün önde gelenleri yurtdışına sıvışırken, o başka örgütler de dahil olmak üzere duruşmalara katılarak faşizme ve sermayeye karşı mücadelemize kalkan oldu. Sadece duruşmalarımıza katılmadı, en zor zamanlarda, açlık grevleri, ölüm oruçları sırasında yanımızdaydı, acılarımıza ortak oldu.
Darbe sonrasında İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da kuytu köşelerde usulünce buluşur, davalar hakkında bilgi alırdım. Beni en çok etkileyenlerden biri Diyarbakır PKK ana davası avukatlığı yaptığı sırada, gidip gelirken Adana’da buluştuğumuz görüşmelerdir. Benim ona öğretmemden ziyade o bana öğretmiştir. Birçoklarının korkarak girmediği Diyarbakır’daki PKK ana davası duruşmalarına giriyor, insanlıktan çıkarılmak istenenlerin ırkçı faşizmin zulmüne katlanmalarına, hayata tutunmalarına bir nebze de olsa yardım ediyordu. Sansür nedeniyle buralarda neler olup bittiğini bilmiyorduk, anlattıkları karşısında yapılıp edilenlere aşina ben bile ürperiyordum. Kürt halkı üzerinde nasıl zalimce bir baskı uygulandığını, zindanlardaki ve mahkemelerdeki uygulamanın Nazi mahkemelerini aratmadığını kısmen ondan öğrendim. Satılmış basının beş yıldızlı otel diye lanse ettiği cezaevleri gerçeğini biliyordum, ama o kadarını bilmiyordum.
1985’te yakalandığımda avukatlarımdan biriydi. İstanbul’da, Adana’da yargılanırken davamıza girerdi. Bizi yalnız bırakmazdı, cezaevinden cezaevine sürüldüğüm 10’a yakın cezaevinde ziyaretime geldi. Aynısını başka yoldaşlarımız, başka örgüt davalarından devrimciler için de yaptı. Yalnızca bir avukat değildi, sırdaştı, dosttu, yoldaştı. Bazı avukatlar gibi sorgu ve savunmalarımızda, “aman uslu görünün”, “savunmanızı yumuşak yapın” tavrı göstermedi. Aksine, kim devrimci bir duruş sergilemişse, ondan övgüyle söz eder, teslimiyetçi tavırları kınardı.
Bir sohbetimiz sırasında, CHP taraftarı olmaktan sosyalistliğe geçiş sırasında ilk okuduğu ve en çok etkilendiği kitaplardan birinin Ve Çeliğe Su Verildi olduğunu söylemişti. Bundan çok etkilendiği avukatlık yapış tarzından ve mücadeleci, kararlı, inançlı devrimcilere büyük hayranlık duymasından belliydi. Bunun izlerini ömrü boyunca taşıdı, nerede çeliğe su veren birini gördüyse onu yüceltti, bunu yaymak için uğraş verdi. Güzel günlerin değil zor günlerin avukatına da bu yaraşırdı.
Nasıl bir avukattı? Paran kadar seni savunan ve ilgilenen avukatlardan olmadı hiçbir zaman. Üstelik, yalnız hukuki ve siyasi değil, her yönüyle, her bakımdan avukattı. Bir örnek vermekle yetineceğim. 1984 ölüm orucu şehidi, emniyette işkencecilerin ağzından bir harf alamadığı, karnındaki kurşun yarasına rağmen, Selimiye ve Kabakoz’da kimsenin cesaret edemediği tavizsiz direnişleri tek başına göğüslerken, zindancıbaşıların bir kerecik olsun “ah” dedirtemediği efsanevi komünist önder Mehmet Fatih Öktülmüş’ü duruşmalarda savunmakla yetinmedi.
Dev-Sol’la ortaklaşa yürütülen ölüm orucuna TİKB’yi temsilen Fatih, Bektaş Karakaya ve Aysel Zehir katılmıştı. Başından sonuna onların ve ailelerinin yanında oldu, direnişçilerin başarıya ulaşmaları için gazetelerden Adalet Bakanlığı’na ve yabancı ajanslara kadar çalmadık kapı bırakmadı, hastanede bir deri bir kemikten ibaret kaldıkları süreçte büyük bir metanet ve sabırla yanlarında oldu; öldükten sonraysa Fatih’e morgdan mezara kadar eşlik etti: “Morgda yıkayıcıyla birlikte Fatih’i ben yıkadım. Kefenini ayak bağını bağladım. Mezara girdim. Bağladığım ayağını da ben çözdüm. Bileğine sarıldım ve ‘Hoşça kal’ dedim. Bunlar hayatımda hep travmatik etkisi olan anılardır.” Bunu, Eylül karanlığında, eski yol arkadaşları birbirlerine selam vermeye korkarlarken, bazı aileler bile yakınlarını ziyaret etmekten kaçınırlarken, faşist cellatların takibi ve tehditleri altındayken yapmak, öyle kolay bir şey değildi.
Bunları gönüllü yaptı, zira çevresine hep mukavemet aşılayan bir direniş aşığıydı. Adnan Yücel’in halka mal olmuş şiir kitabı Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in ilham kaynağı TİKB’yse, TİKB’yi tanımasını sağlayanlardan biri de Hüsnü’dür. 1984 sonrasında yakından tanıdığı Fatih Öktülmüş, Osman Yaşar Yoldaşcan ve diğer yoldaşların direnişlerini anlatarak, illegal gazete, dergi ve bildirilerimizi temin ederek bunu şiire dökmesine ebelik etmiştir.
1985’te yakalanmamdan iki yıl kadar önce bir buluşmamızda, TİKB davalarında işkencede direnip de ifade vermeyenleri veya verdiği halde sır vermeyenleri bir dosyada topladığını ve bunu ulaşabildiklerini emsal olarak gösterdiğini anlattı. Adressiz Sorgular’ın ilk adımı, 1979’dan itibaren illegal olarak yayınlanan Orak-Çekiç’teki direniş yazılarıysa, ikinci adımı da budur. Yalçın Küçük’ün 1988’de yayınlanan İtirafçıların İtirafçıları kitabında, TİKB direnişçilerine ayırdığı “İşkence Evlerinde Taş Duvar” bölümünü eklemesini tavsiye eden de Hüsnü Öndül’dür. Bana anlattığına göre, Küçük’ün kafasında sadece itirafçılığın tarihini anlatmak varmış. Tek taraflı bir anlatının gerçeği eksik yansıtarak karamsarlık ve umutsuzluk yaratacağını söyleyerek, buna direnenleri de ekleme önerisini makul bulup kabul etmiş. Ondan bir yıl sonra da Adressiz Sorgular’ı yayımladık.
Bir avukat, insan hakları savunucusu olarak eksikleri, hataları yok muydu, elbette herkes gibi o da kusursuz değildi. Bizim gibilere kıyasla, bazı bakımlardan artıları bile vardı: Hareketimize bağlılığında mezhepçilikten olabildiğince uzak durmaya çalıştı. Bazı meslektaşları gibi yalakalık yapmadı, kraldan fazla kralcı olmadı, bazen çubuğu fazla bükerek dozunu kaçırsa da, bizim mezhepçi darlıklarımızdan mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştı. Bu tutumu ilerici avukatlar, insan hakları savunucuları, aydınlar, devrimci gruplar ve aileleri arasında geniş bir ilişki ağına sahip olmasını sağladı. 1990 sonrasında bizden uzaklaştıysa, asıl sorumlu o değildir.
Türkiye’de insan hakları savunuculuğunun önde gelen kurucu otoriteleri arasındaydı. Kitap yazdı, makale yazdı, insan hakkı ihlalleri ve cezaevleri üzerine onlarca kitap boyutunda rapor yazdı. Sık sık basın açıklamaları yaptı, eğitim seminerleri verdi. Cezaevlerini, köyleri, mezraları dolaştı. Öyle kulaktan dolma bilgilerle değil, Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabındaki isabetli tespitiyle “yalnızca mağduriyete değil, ‘bilgiye dayanarak’ ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz mantığına’ yüz vermeden, ‘bilmediklerini bilerek ve bilmediğini söyleyerek’, ‘başkalarını dinleyerek’, ‘mağdurlara karşı nazik ve anlayışlı’ davranarak yürütmek gerektiğini anlatarak, insan hakları savunuculuğu için bir ‘adap’ ölçüsü koymuştur.”
Okur, araştırır, düşünür öyle yazardı. Kendini hukukun dar sınırlarına hapsetmez, olaylara değişik yönlerden ve teorik açıdan yaklaşmaya çalışır, hukukun toplumsal sorunlardan kopuk kuru diliyle değil, araştırıp soruşturarak, bütünle bağını kurup somuta indirgeyerek yazardı. Yüzlerce toplantıda konuştu; hak ihlalleri, işkenceler ve cezaevleri hakkında onlarca rapor yazdı. Basın açıklaması yaptı, cezaevlerini, köyleri, mezraları dolaştı.
Hüsnü Öndül unutulmayacak, yaptıklarının kadrini bilen sevenlerinin kalbinde yaşayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.