“Kentin içinde farklı kültürel yapılar var, tarihi bellek var, onun üzerinden bir yaşanmışlık ve bir doku, bir aidiyet var. TOKİ anlayışı bunları ortadan kaldırır. Kimliksizleşiriz. Bağımız kopar. Bizim sosyal yaşamlarımız farklı. Bölgesel olarak farklı şeyler var. Onları tartıştırmadılar. Şu an kent TOKİ’leşti ve TOKİ’leşiyor”
“Dayanışma seferberliğinden yeniden inşa sürecine Hatay’da toplumsal hareketler” başlıklı dosyamızın üçüncü söyleşisini, Mimarlar Odası Hatay Şube Yönetim Kurulu Başkanı Mimar Mustafa Özçelik ile yaptık.
6 Şubat depremlerinde kent mimarisiyle beraber kent kültürü de çok büyük zarar gören Hatay’da yeniden inşa sürecinde devletin rol üstlenmesi gerektiğini belirten Özçelik, iktidarın politik kaygılarla “bir yılda konutların teslim edilmesi” gibi tutamayacağı sözler verdiğini, yıkımın gerçek sonuçlarının hesaba katılmadığını ve halktan gelen itirazları da sorumluluktan kaçmak için bahaneye dönüştürdüğünü belirtiyor.
Salt itiraza dayalı muhalefetin ve acil barınma ihtiyacının yarattığı baskının kentin yeniden inşası sürecinde gerekli planlamaların yapılmasının önüne geçtiğini belirten Özçelik kentin TOKİ’leşerek kimliğini yitirdiğine dikkat çekiyor.
Mimarlar Odası olarak deprem sonrasında, akut süreçte ve devamında neler yaptınız?
Sorunun cevabı o kadar geniş ki hangi birinden başlayacağımı bilmiyorum. Özetlemeye çalışayım; çünkü ne yaptığımızı bütün gün konuşsak bitiremeyiz. Çok büyük bir afet yaşadık. Tabii ki biz meslek odaları açısından beklenmeyen bir şey değildi. Deprem üreten bir bölgede yaşıyoruz ve bu depremin geleceğini, Hatay’ın önceliğinin depreme hazırlık olması gerektiğini diğer meslek odalarıyla beraber depremden önce uzun yıllardır kamuoyuyla paylaşıyorduk. Bununla ilgili etkinlikler de yapıyorduk ama maalesef böyle bir acı bedel ödedik.
Depremden iki gün sonra Türk Mühendis Mimarlar Odaları Birliği’nden (TMMOB) ikinci başkanımız geldi ve üçüncü gün Defne Belediyesi’yle görüşerek bize tahsis ettikleri alanı TMMOB Koordinasyon Merkezi olarak hazırlamaya başladık. Üçüncü gün, yani daha herkesin acısıyla enkaz başında olduğu bir süreçte TMMOB Türkiye’nin birçok yerinden gönüllüler gönderdi ve önce belirli bir metotla, insanları rencide etmeyecek, ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde insani yardım dağıtmaya başladık. Yaklaşık iki ay boyunca, on günde bir değişen gönüllü arkadaşlara refakat ederek koordine ettik.
Meslek odası olarak “kentin yeniden ihyası” dedikleri süreçte de bütün toplantılara katılmaya çalıştık. Depremden sonra ikinci hafta itibariyle idari temsil heyetleri, vali bey, bakanlar, diğer bürokratlar her geldiğinde buradaydık, yapılan bütün toplantılara katılıp kendi bakış açımızı yansıtmayı çalıştık. Şimdi neredeyse yirmi birinci ayı dolduruyoruz. Bu zaman diliminde, abartmadan söyleyeceğim, yaklaşık 1500 toplantı, etkinlik ve panele katıldık. Bu dile kolay bir şey, günde ortalama iki veya üç etkinlikten bahsediyoruz. Gün içinde dört beş tane toplantıya da katıldığımız oluyordu. Kimi online, kimi yüz yüze, kimi açıklama oluyordu. Böylesi bir süreçte bütün olanaksızlıklara rağmen elimizden geleni fazlasıyla yapmaya çalıştık.
6 Şubat 2023, Antakya’nın bilinen tarihte sekizinci büyük yıkılışı ve kent tekrar inşa sürecine girmiş durumda. Mimarlık tarihi açısından kenti nasıl ele almalıyız?
Literatürde bilinen sekizinci komple büyük yıkım ama bazı hocalarımızın farklı kaynaklara dayandırarak söylediği şu ki, neredeyse 30 benzeri acı yaşamış bu kent. Buna rağmen buranın insanı yerleşmekten vazgeçmemiş. Şu an kent yeniden yerleşim için kendini hazırlıyor ama tabii tarih boyunca çok büyük yıkımlar gördü. Bu son yıkımı da meslek odaları olarak bekliyorduk. Hatta bununla ilgili 2011 yılında inşaat mühendislerinin koordinasyonuyla, meslek odalarının katılımıyla yapılan bir etkinlikten sonra ulusal basına da yansıyan “Tedbir alınmazsa 35-40 bin kişi ölebilir şeklinde bir açıklamamız var. Bizler açısından sürpriz değildi çünkü böyle bir yıkımın gerçekleşme olasılığı bilimsel olarak görülüyordu.
Deprem üreten iki fay hattının üzerindeyiz. Bununla beraber yapı stokumuz deprem öncesi çok sıkıntılıydı. “Riskli yapı” diyebileceğimiz yenilenmesi veya güçlendirilmesi gereken çok sayıda binamız vardı ancak bununla beraber 90’ların sonlarında ve 2000’li yıllarda başlayan ve 2015’e kadar çok hızlı devam eden bir yapılaşmaya doğru gidildi. Büyükşehir belediyesi olmadan önce, belde belediyelerinin çok sayıda olması ve imarla ilgili aldıkları kararların doğru dürüst denetlenememesi ve teknik personel tarafından da bir kontrolünün olmaması sebebiyle çok fazla sayıda zemin-bina ilişki problemi yaratacak alan, tarım alanları, zeytinlikler ve benzeri yerler imara açılmıştı. Bu alanların imara açılmasıyla beraber çok yoğun bir inşa faaliyeti yaşandı. Kent merkezinde riskli yapımız çok fazlaydı ve onların böyle bir depreme dirençli olmadığını biliyorduk. Ama burada sürpriz olan Odabaşı, Ekinci, Güzelburç gibi yeni yerleşim bölgelerinde mevcut yeni yapıların zemin problemleri sebebiyle çok büyük bir yıkıma uğramış olmasıydı.
Mimarlık tarihi, mimarlık ve kent kültürü açısından ise şunu söyleyebilirim: Bizim tarihi bölgemiz var, çok sayıda tescilli yapımız var. Arkeolojik sit alanlarımızla beraber kentsel sit alanımız var, ki zaten depremden sonra üçüncü hafta orası riskli alan ilan edildi ve herhangi bir işlem yapılmadan orada her şey durduruldu. Tabii çok enteresan, kentsel dönüşüm kanuna göre, durum oluşmadan önce bir risk tespiti yaparsınız. Bir riskli alan ilanı ile tedbir almaya çalışırsınız ancak burada gördük ki deprem gerçekleşti, acı yaşandı, bütün binalar harap oldu, yıkıldı ve risk gerçekleştikten sonra riskli alan diye bir karar alındı. O riskli alan ilanından sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yaklaşık 18 aydır hala planlama faaliyetini bitiremedi. Bir defa askıya çıktı, çok itiraz geldi. Mimarlar Odası ile Şehir Plancıları Odası olarak doğrudan çok detaylı gerekçelerle itiraz ettik. O itirazlar değerlendirildi. Çok toplantılar yaptık, davet ettiler, yüz yüze de anlattık ama tekrar askıya çıkıp hala yürürlüğe girmiş değil.
Bizim açımızdan üzücü tarafı şu, bizim tescilli kültür varlıklarımız o bölgede çok yoğun olarak var. Yanında da geleneksel yapı diye tabir ettiğimiz, çevreye uyumlu ve ona göre oluşmuş bir doku vardı ve o bölge en büyük hasar alan bölgelerden biriydi. O da buradaki mimarlık kültürüyle beraber kent kültürü açısından ciddi bir ilave yıkım getirdi. Oradaki yıkımın başka sebepleri de var. Bu alanların altında bir arkeolojik alan olması, bu arkeolojik alanlar üzerine yığma veya karma tekniklerle yapılmış binaların deprem direncinin göz önüne alınmamış olması nedeniyle çok büyük bir yıkım gördük. En büyük hasar gerçekten de o tarihi bölgemizde tescilli ve geleneksel yapılarımızda meydana geldi ve orası boşaldı. Şu an işte yeniden bütün tescilli yapılar bir şekilde Kültür ve Turizm Bakanlığı desteği veya kendi uygulaması ile inşa edilmeye, eski haline getirilmeye çalışılıyor. Tabii bunların arasında toplumun, kentin belleğinde önemli yer eden birçok yapı dahil. Maalesef Meclis binasında, Ulu Cami’de, Habibi Neccar Camisi’nde, Rum Ortodoks Kilisesi’nden, aslında özel veya kamusal binaların hepsinde böyle bir durum yaşandı.
Şu anda kentin yeniden inşasında uygulanan politikaları, yasaları mimarlar olarak nasıl değerlendiriliyorsunuz?
Depremden sonra bu kent açısından yaşanan en büyük sıkıntı, sanırım üçüncü gündü, sayın Cumhurbaşkanı’nın “Bu kenti yeniden ayağa kaldıracağız, kalıcı konutları bitirip bir yılda teslim edeceğiz” şeklindeki açıklamasıydı. Bu kent için en talihsiz olay aslında bu açıklama ve sonrasında oluşan yaklaşım.
Bu denli yıkım yaşamış bir kenti biz 3-5 yılda bile toparlayamayacağımızı ve bu kalıcı konutların çok az bir kısmı bir yılda sembolik olarak bitirilse dahi ihtiyacın tamamının karşılanmasının en azından dört beş yıl süreceğini öngörüyorduk ve aslında yetkililere toplantılarda veya yazılı görüşlerimizi paylaştığımız diğer etkinliklerde ifade ediyorduk. Tabii bir yıl gibi bir hedef ortaya konunca birçok yasal durumu atlayabilmek açısından hızlıca olağanüstü hâl ilan edilmişti zaten.
Olağanüstü halin verdiği yetkilerle kentin hemen dışında, çeperinde, dağ eteklerinde, bir kısmı hazine arazisi, bir kısmı zeytinlik ve tarım arazisi olan özel mülkiyetteki arazilere hızlıca kalıcı konutların, deprem konutları dediğimiz yapıların yapılması için TOKİ hemen işe başladı. Depremden sonra üçüncü haftaydı, 26 Şubat’tı yanılmıyorsam, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum burada bir toplantı yaptı ve o toplantıda bize dağ eteğinde, kentin dışında deprem konutlarının cephelerini ve nasıl olacağını göstermeye başladı. Tabii bu TOKİ’nin uyguladığı tünel kalıp sistemiyle, hızlı tip proje mantığıyla hızlı bir üretim sonucunu doğuruyor. Hadi tamam dedik, deprem konutu üretmek için orada çok acil böyle bir şey yapıldı.
Depremden sonra olması gereken süreç şudur: Hızlıca bütün ihtiyaç sahiplerine çadır temin edersiniz. O çadırları temin ettikten sonra önceden nereye yerleşeceğiniz ve ne yapacağınız zaten öngörülmüştür, ki bu AFAD’ın görevidir ve AFAD’ın raporunda bunlar vardır. Onların kendi içindeki çelişkileri de uzun uzadıya konuşulacak başka bir şey ama sonrasında hemen iki haftalık, bilemediniz üç haftalık süreçte çadırlardan sonra geçici konteynır temin ederek insanları 2-3 ay gibi belli bir süre kalabilecekleri daha konforlu bir alana taşırsınız. Neden? Çünkü bu kentin yeniden olağan döngüsüne dönmesi, iyileşebilmesi için uzun yıllar gerekiyor ve uzun yıllar konteynır gibi geçici, birkaç ay kalınabilecek, onun dışında bu sürenin uzamasıyla insanların sadece fiziksel ihtiyaçları açısından değil, psikolojik sorunlar da ortaya çıkarabilecek bir şeye mahkûm edilmemesi için sizin daha nitelikli, geçici, kendi sosyal alanlarıyla beraber başka yerleşkeler hazırlamanız gerekiyordu.
Bu toparlanma ve iyileşme sürecinin uzunluğunu göz önüne alalım, o bölüm atlandı. Üçüncü gün “Biz bir yıl içinde kalıcı konutu teslim edeceğiz” denince bir yıl konteynıra mahkûm olduk ama biz o sürenin zaten üç dört yıl süreceğini öngördüğümüz için herkese dedik ki 3-4 yıl konteynırda bir insani barınma koşulları sağlanamaz, böyle bir şey söz konusu değil ve bunun çok ciddi farklı sonuçları olabilir. İlk zamanlar onun üzerinde durduk, nitelikli geçici yerleşim alanlarının oluşmasını, onların sonradan başka türlü şeylere de dönüşebilmesi meselesini düşünmüştük. Hatta aslında bu bir yıllık hedef ortaya konmasaydı, kalıcı konutları yaptıkları yere nitelikli geçici barınma alanlarını yapsalardı hem planlamaya hem yeniden inşaya yeterli zamanımız olacaktı fakat “Bir yılda teslim edeceğiz” deyince zamanla yarışır pozisyonda o talimata göre hiçbir kural ve planlama gözetmeden bir uygulamaya gidildi. Hatta ben son zamanlarda şunu söylüyorum, ortaya bir kent çıkacak ama yapanlar bile sonucunun ne olduğunu bilmiyor, bu duruma geldik.
Genel seçimlerden sonra bir bakan değişikliği oldu. Yeni gelen Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki ise farklı bir yaklaşımla önce “yerinde dönüşüm” kavramını getirdi. Kentsel dönüşüm kanununa göre bir destekle beraber neden bunu getirdi? Bunları detaylı izah etmem lazım ki daha doğru anlaşılsın; çünkü herkes bazı konuları eksik bilgiyle ve aslında bütün durumu değerlendirmeden yorumluyor. Şimdi Cumhuriyet tarihimizde de çok büyük depremler oldu: Marmara depremi, Elazığ depremi, Van depremi… Fakat onlarda mevcut yıkımlar kent merkezinde bu denli büyük değildi. Çok büyük yıkımlar oldu, çok büyük acılar da yaşandı ama kent merkezi Antakya, Defne ve Kırıkhan gibi çökmedi. Bu bölge olduğu gibi çöktü, mahalle mahalle yok oldu. Şimdi sıkıntı şu: Daha önceki bütün devlet geleneği böyle bir depremden sonra kent dışında mevcut yeni bir yer belirleyerek, rezerv alan belirleyerek, afet konutlarını oraya yapmak ve hak sahiplerinin barınma ihtiyaçlarını orada karşılamak ve kent merkezini olduğu gibi yavaş yavaş kendi döngüsüne bırakmaktı ama aşırı yıkım olmadığı zaman zaten o da belli bir zaman sürecinde toparlanırdı.
Burada da böyle bir şey olacağını düşündüler. Çünkü idari yapı, devlet, hükümet, yetkililer, bakanlık önce hasarın boyutlarını idrak edemedi. Dolayısıyla önce dediler ki, “Biz afet konutlarını kent dışında yapacağız”. “Yerinde dönüşüm” kavramı neden geldi? Çünkü bizim Hatay genelinde yaklaşık 150 bin konuta ihtiyacımız var. Hak sahibi olarak 150 bin civarında. Bu sayı artıyor, azalıyor ama ortalama 150-155 bin gibi bir konut, 10-15 bin işyeri ihtiyacı var. Bu 150 bin konutu dağ bölgelerinde, kentin dışında, altyapısı olmayan, ulaşımı olmayan, bir sürü böyle sorunu olan bölgede yapma şansınız yok. Ne yeriniz var ne de bu mümkün. Çünkü 150 bin konut demek, ortalama 450-500 bin gibi bir nüfusun yani koskoca bir Antakya’nın kentin dışında yaşaması demek. Bunun imkânsız olduğunu gördüler.
Tabii ki kavramsal anlamda doğru bir yaklaşımla yerinde dönüşüm, kentin bulunduğu yerde, insanların desteklenmesiyle kendi kendine hızlıca konutunu yapması üzerine bir yaklaşımdır. Prensip olarak uygun fakat bir sürü defosu, sıkıntısı var. Birincisi, konteynır alanlarına geçince, nitelikli geçici barınma alanları yapılamayınca zaman baskısıyla bu acelecilik şunu doğurdu: Biz deprem öncesinde zaten yanlış bir kent planlaması üzerine, yanlış bir yerleşimle bu kenti mahvetmiş durumdaydık. Biz bunu Mimarlar Odası olarak deprem öncesi zaten uzun süre dile getirdik. Hatta büyükşehir belediyesi olduktan sonra hazırlanan 1/5000’lik planlar 2018 yılında askıya çıktığı zaman 15 ilçenin 13’üne itiraz ettik. Büyükşehirle görüştük, sıkıntılarını anlattık. O önceki belde belediyelerinin yarattığı kaotik durumu çözecek hiçbir yaklaşım getirilmemişti. Deprem sonrası en önemli sorun şuydu bizim açımızdan: Kent tamamen yıkılmış. Eskiye dönmeniz sıkıntılı. Neden? Çünkü eskisi problemli. Yeni bir planlama yapmanız gerekiyor ve buna göre de bir yaklaşım getirmeniz gerekiyor. Ancak “Ben bir yılda size konutları vereceğim” dediğinizde onları yetiştirme şansınız yok. Genel seçimden sonra, bakan değişikliğinden sonra, “yerinde dönüşüm” kavramı ortaya çıkınca, kenti yeniden planlama çöp oldu, askıdan indi. Mevcut planlar devam ederse insanlar mevcut yerinde desteklerle bir şey yapabilir, en büyük sıkıntı buydu.
Biz bütün meslek odaları olarak, inşaat mühendisleri, şehir plancıları, mimarlar, makine mühendisleri, TMMOB olarak hepimiz şunu dedik: “Hayır, imar planlarını durdurun. Depremin en ağır yaşandığı, özellikle yeni yapıların yıkıldığı bölgelerde detaylı bilimsel incelemelerle sebep-sonuç ilişkisini bir öğrenelim. Onun üzerinden yeniden bir planlama yaptıktan sonra yolumuza devam edelim.” Bunu resmi olarak da yaptık. Askıda olan bazı imar planları vardı, itiraz ettik fakat hepsi reddedildi.
Yerinde dönüşüm ortaya çıktıktan sonra bakanlık da “mevcut imar planları geçerlidir” dedi. Önce 500 bin hibe, 500 bin kredi; sonra 750 bin hibe, 750 bin kredi desteğiyle revize edilerek insanlara destek olunmaya çalışıldı ama depremzedelerin kendi koşullarıyla bu yerinde dönüşümde istenen sonuca gelmeyeceğini biz ilk baştan bakanlığa söylemiştik. Bu mümkün değil, verdikleri destek o kadar düşük ki insanların bu desteklerle uzlaşması da sorunluydu. Başından beri, bu desteğin inşaat bedeli oranında sağlanabilmesi durumunda hızlanabileceğini söylemiştik. Maalesef yetkililer, idari yapı, hükümet, devlet yani bu konuda kim karar verici ise o, ekonomik bir sıkıntıyla ülke olarak mücadele ederken, buraya yeterince kaynak aktardıklarını ifade edip duruyorlar.
Biz meslek odaları, rezerv alanla ilgili olarak da hem iktidarın, bakanlığın bazı yanlışlar yaptığını ama bunun üzerine halkın da bunu yeterince anlamadığını ve bu konuda bir karşılıklı anlaşılamama durumu üzerinden bu konunun çözümü açısından çok ciddi sıkıntılar getirdiğini ifade ediyoruz.
Biz depremden sonra meslek odaları olarak çok detaylı, kısa ve net bir açıklama yapmıştık. Rezerv alanlar ilk belirlenmeye başladıktan sonra Hatay Akademik Meslek Odaları (HAMOK) olarak yaptığımız bir basın açıklaması vardı. Orada rezerv alanla ilgili, belli bir durumunu eleştiren bakış açımızı, kendi aramızda bir değerlendirme yaptıktan sonra kamuoyunu bilgilendirmek açısından çok net bir buçuk sayfalık bir açıklama ile ortaya koyduk. Bu nedir, ne getirir, olumlu yanı nedir, olumsuz yanı nedir, bu sorulara cevap verdik. Birçok sivil toplum örgütü, daha önceki kurumsal yapılar da meslek örgütleri gibi deprem sonrasında çok ciddi katkı vermeye çalıştı ama birçok şeyi biz siyah ve beyaz diye tartıştık. Bu durum hem uygulayanları, bakanlığı hem halkımızı çok ciddi yanlışlara sürükledi.
Buranın tarihsel sürecinde ciddi bir tedirginlik var zaten. Burada yaşayan herkes devlete güvenme konusunda tereddütlerin olduğunu biliyor. Bunu da yetkililere her zaman söyledik. Yani geçmişten gelen burada böyle bir tereddüt var, güven problemi var. Meslek odaları olarak güven problemini aşmaları konusunda biz de birçok öneri getirdik ama meslek odaları dışında hiçbir sivil toplum örgütü öneri getirmedi. Sadece karşıtlık üzerinden bir söylemle süreci tıkamaya çalıştı.
Buradaki tarihsel travmaları bir kenara bırakalım. İdari yapımızı tartışabiliriz, yani antidemokratikliği, hukuk işlemezliğini ya da diğer şeyler zaten bellidir ama sonuç itibariyle hala Anayasa’mızda buranın bir sosyal devlet olduğu yazılı ve barınma hakkını sağlama yükümlülüğü var. Biz HAMOK olarak açıklamamızda direkt “Biz hibe ve kredi değil, bedelsiz konuk istiyoruz” dedik ve onun açılımını da yaptık. Ekonomik formülasyonunu da yetkililere aktardık. O da mümkündü. Ama insanlarımızda haklı olarak o güvensizlik bir türlü giderilemedi. Mülksüzleştirme, soylulaştırma ve bununla beraber kentin demografik yapısını değiştirmeye yönelik bir müdahale olarak görmeye başladılar. Halbuki şöyle bir şey söyleyeyim: Mahalle mahalle, komple yıkılmış yerlerde bu devletin buraları yapması kendi sorumluluğu ve ödevidir ve bir vatandaş olarak, bu ülkede yaşayan bireyler olarak doğru koşullarla bunu yapmasını talep etmek de bizim hakkımız. Meslek odaları olarak bunun argümanlarını ve hukuki altyapısını nasıl oluşturacağımızı anlatmaya çalıştık ama bu ülkede karşıtlık o kadar büyüyen bir söylem ki, içinin ne olduğuna kimse bakmıyor. Biz içi dolu bir şey anlatıyoruz, yani yol yöntem öneriyoruz. Ama çok daha iyi birtakım şeyler yapılabilecekken kentin asıl karşı karşıya olduğu sorunları tartışamadık.
Burada kimliksizleşme gibi, kültürel yapının bozulması gibi ve kendilerinin aslında hiçbir müdahalesine bağlı kalmadan soylulaşma ve demografik yapının dönüşümü gibi kapılar kendiliğinden açılıyor. Aslında hiçbir müdahaleye bile gerek kalmayacak. Bununla ilgili onu korumaya yönelik tedbir alırsanız kısmen olumlu bir şeyler olabilir, almazsanız kendiliğinden zaten o dönüşüm oluşacak. Maalesef depremin böyle üzücü farklı sonuçları var.
Meslek odaları olarak rezerv alanla ilgili, kentin yıkımı gören bütün yerlerinde rezerv alan ilanıyla beraber bakanlığın bu uygulamayı yapmasının gerektiğini ve ihtiyaç sahiplerine barınma hakkının kendi yerinde karşılanması gerektiğini söyledik. Tabii bu biraz bakanlığın da beceriksizliği, belki farklı niyetleri, belki az yıkım olan bölgeleri de işin içine katarak böyle bir zihin karışıklığı yarattılar.
Biz burada sadece kentsel dönüşüm kanununa tabi değiliz, aynı zamanda afet kanunundan kaynaklı haklarımız var. Herkes İstanbul’u, Diyarbakır’ı başka bir yeri referans göstererek uygulamalarda orada ne yapıldığını tarif etti haklı olarak. Halbuki bizim burada iki kanun da aynı anda geçerli ama bu güvensizlik söylemleri daha çok sanki sadece kentsel dönüşüm kanunu uygulanıyormuş gibi bir sonuca getirdi. Ama bakın rezerv alan içinde özellikle aşırı yıkım gören mahalle konumlarında, afet kanunu hükümleriyle beraber, o afet kanununa göre hak sahipliğinden konutlar verilecek. O kanuna tabi olmayan hak sahipleri dışındakiler o bölgede kentsel dönüşüm kanununa tabi. Bu ayrımı anlatmaya çalıştık fakat anlaşılmadı, devlet belki bunu bilinçli olarak yaptı. Vali bey, bakan, bakan yardımcısı hukuki altyapısını da güçlendirerek bunu topluma anlatamadılar. Onu anlatabilselerdi bu kadar tepki olmadan da bazı çözümler üretilebilirdi.
İlk rezerv alanı merkezde Atatürk Caddesi, Fatih Caddesi ve 75. İl Bulvarı’ndan Akdeniz Mahallesi’ni kapsayan bir alanda gördük. Samandağ’daki hariç. Şimdi burada ilk uygulandığı zaman, bakanlığın yetkilendirmesiyle DB Mimarlık olarak Bünyamin Derman’ın başlattığı bir master plan çalışması vardı. Seçimden sonra, Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak Mehmet Özhaseki geldikten sonra bu ekibe Kentsel Yenileme Merkezi dediğimiz bir Şehircilik ve Planlama Ofisi ve Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) eklemlendi. Sonra TTV bütün süreci koordine eder pozisyona geldi. Buradaki sıkıntı rezerv alan ilanından sonra bahsettiğim TTV, Bünyamin Derman ve DM Mimarlık ile kentin sadece pilot bölgesi denen bir yerinde Atatürk Caddesi, Fatih Caddesi ve Gündüz Caddesi arasında küçük bir pilot bölge çok farklı bir şekilde tasarlandı.
O tasarım sürecinde hazırlanan bir master plan süreci vardı. Oradaki hazırlanan şeylere göre ve bunun içine Türkiye’de tanınmış, bilinen önde gelen birçok mimar da davet edilerek onlar da bu işin paydaşı olarak orada bir çalışma yaptı. Bayağı geniş, ulusal ve uluslararası birçok paydaş katıldı ama biz yine kamuoyunda “Ne işleri var, niye bunları yapıyor, ne yapıyor?” dedik. Biz Mimarlar Odası olarak buradan da bir çağrı yaparak bu çalışmalara kim katılmak istiyorsa ve katılan arkadaşları da entegre ederek onların da çalışabileceği bir süreci organize ettik. En nihayetinde bu bahsettiğim, küçük, yaklaşık 5 bin konutun üretildiği kent merkezinde bir pilot alan, olması gerektiği şekliyle, bazı eksikleri, sorunları, sıkıntıları olmasına rağmen nispeten şu an kentin diğer bütün bölgelerinden farklı bir şekilde inşa ediliyor. Çünkü oranın projelendirmesi ve süreci farklıydı.
Orası pilot bölge olarak seçildiği zaman Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Vedat Gürgenli ile meslek odaları olarak çok sık görüştük ve bu pilot bölgedeki çalışmaların deneyimi ışığında kentin bütünün buradaki anlayışla planlanması ve ona göre inşa edilmesi gerektiğini söyledik. Bu süreç kısmen az tartışmalı gibi tarif edilir. Aslında, bizler ve bütün kent halkı daha fazla bilgi sahibi olma ve daha fazla tartışarak süreci yürütme baskısı yaptık ve o tartışmalar kısmen oldu. Muhtarların çağrıldığı, meslek odalarının, sivil toplum örgütlerinin temsilcilerin olduğu bayağı bir çalışmayla yürütüldü ve çok tartışıldı. Fakat biz yetersiz görürken ve daha fazla olması gerektiğini söylerken, kamuoyunda hem yerelde hem ulusal bazda herkes TTV’nin bir sermaye kuruluşu olması, onun üzerinden burada sürecin yanlış başladığı meselesinden ciddi bir tartışma yaşandı. O tartışma yaşanırken biz de meslek odası olarak uyardık. Dedik ki bakın, bakanlık zaten bunu istemiyor. Neden istemiyor? Çünkü bir yıl sözü verilmiş. Burada planlama bile bir yıl sürüyor, zaten bir yıl sürdü, iki ay önce bitti. Yani altıncı ay başladı 18. ayda falan ancak bitti. Şimdi burada planlama bile bir yıl sürerken bakanlığın da baskısı vardı: “Benim böyle toplantılarla falan uğraşacak zamanım yok. Bekleyemem sizi, depremzede konutunu bekliyor, ben hızlıca inşa edip gideceğim.” Biz kamuoyuna şunu anlatmaya çalıştık. O süreçte dedik ki bakın bu süreç sorunlu, sıkıntılı. Şimdi bakın söze başlarken şöyle bir şey yapıyordum. Bu vakıf sermayenin kurduğu bir vakıf, evet. Dünyada kaç tane sosyalist ülkemiz var? Sermayesiz yer dünyada hangi bölgede var? Yaptıklarına kimse bakmadı. Aslında bizim slogan yerine içerik tartışmamız gerekiyordu ve yaptıklarını hem haberdar olarak hem müdahil olarak çok ciddi değişikliğe de uğrattık. Burada o süreç daha da fazla yürütülebilirdi. Toplumsal baskı böyle gelince bakanlığın zaten canına minnet hemen süreci tıkadı ve bütün geriye kalan kentin her yerinde rezerv alan ilan edilen her yeri TOKİ’ye teslim etti.
TOKİ’nin çalışma yöntemi bellidir. Tip projeler üzerinden tünel kalıp sistemiyle hızlıca inşa ile Türkiye’nin her yerinde nerede olduğunuzu bilmeden ortaya çıkan sonuçlar. Biz bunun böyle olacağını biliyorduk. Benim o dönemde “Kentin merkezinde afet konutu olmaz” söylemim ondandı. Kentin içinde farklı kültürel yapılar var, tarihi bellek var, onun üzerinden bir yaşanmışlık ve bir doku, bir aidiyet var. TOKİ anlayışı bunları ortadan kaldırır. Kimliksizleşiriz. Bağımız kopar. Bizim sosyal yaşamlarımız farklı. Bölgesel olarak farklı şeyler var. Onları tartıştırmadılar. Türkiye Tasarım Vakfı’nı, sermaye vakfını, herkesi eleştiren bütün bu insanlar 150 bin konutun 5 bin konutu öyle, 145 bin konutla ilgili bir tek laf etmedi. Şu an kent TOKİ’leşti ve TOKİ’leşiyor, böyle devam ediyor. Kent merkezinde afet konutu olmaz dememizin sebebi buydu. Çünkü kentin bir kimliği, bir benliği, bir tarihi, bir kültürü var ve maalesef ki “Rezerve karşıyız” söylemini sadece slogan edinip, hiçbir başka argüman geliştirmeyip, bizleri de dinlemediğimiz için asıl tehlikeyi, kimliksizleşmeyi göz ardı ettik ama benim söylemek istediğim cılız kaldı. Tabii çok sorunumuz vardı, insanımız bu kadar sıkıntı yaşarken ve bir an önce barınabileceği konutunu beklerken bunları da çok önemsemedi. Olağandır bu ama beni üzen, eleştirdiğim şey, toplumun temsiliyeti üzerinden hareket eden insanların da bunu göz ardı etmiş olması. Bunu başka türlü kurgulayabilirdik ve kentin belleğini, tarihini, kimliğini belli bir ölçüde koruyabilecek farklı bir planlama ve yapısal ortam sağlama şansımız da vardı. Şu an onu diyemiyorum maalesef, geçti.
Bakanlık şu anda üniversitelerle, meslek odalarıyla çalışmalarını nasıl yürütüyor? Uygun bir süreç işletiyor mu?
Depremden sonra sadece barınma ve konut konusu üzerinden çözüm üretmeye çalışıldı. O sosyal yapının, kültürel yapının korunabilmesi, onun tekrar yaşayabilmesi açısından gerekli tedbirler alınmadı hatta birçok zorluk çıkarılıyor. Dolayısıyla bu anlamda bu kent uygulayanların bile nasıl olacağını bilmediği bir şekilde ama ayağa kalkacak. Belli binalar yeniden inşa ediliyor. Onlar bitecek, belli bir şeye gelecek ama bu kültürümüzü, demografik yapımızla, o sosyal yaşantımızla yeniden oluşturma şansımızın artık çok zor olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra bunu çözmeye yönelik çalışmalar üzerine kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum.
Umutsuz olmamak lazım. Çok acı yaşandı, çok ciddi sıkıntılar çekildi ama buna rağmen tarih boyunca böyle yedi sekiz bazı kaynaklara göre 30’a yakın yıkım var ama tekrar başarılabilmiş. Bu aşamada bu kadar sıkıntılara, bu olumsuz koşullara rağmen nasıl olması gerektiği üzerine çaba harcaması lazım. Bizim biraz önerilerle, çözüm talepleriyle baskımızı bunların üzerine geliştirmemiz gerekiyor. Sadece karşıtlık üzerinden değil, karşıtlık belli konularda önemli bir sonuç verir. Bir yanlışı durdurabiliriz. Ama doğruyu yapmak için daha büyük baskıya ihtiyacınız var. Doğruyu yaptırmak için daha güçlü argümanları ve ne olduğunu tariflemeye ihtiyacınız var. O konuda toplumsal yapı olarak her zaman sıkıntı yaşıyoruz. Bunlara daha çok kafa yorulursa eminim ki bu kadar sıkıntıya rağmen de bazı şeyleri korumak mümkün olur diye eklemiş olayım.
Söyleşi: Zişan Gür