Bilinmek durumundadır ki yöneltilen yapıcı eleştiriler, Kürt hareketinin yerine geçip yapılan koşulsuz savunulardan, yanlışın (ABD’yle İsrail’le kurulan stratejik boyutlu ittifaklar gibi) rasyonalize edilmesinden çok daha gerekli ve yararlıdır
Kapitalizmin/emperyalizmin normlarının bütün bir toplumun normları olarak görülmesi, kabul edilmesi için yıllardır çok boyutlu bir çalışma/yönlendirme söz konusu. Sermayenin iktidarları, kendilerini bütün halkın iktidarı olarak algılattırmak için ne gerekiyorsa yapar. Burjuva partileri, kendi programlarını bütün halkın programı, kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak göstermeye, bu algıyı oluşturmaya çalışır; başarısı, bu algının oluşturulabilmesinden geçer.
Özellikle 1990 sonrasında bu alandaki çabalar hızlandı. Kapitalizmin tek ve sonsuz alternatif olmasından, “tarihin ve ideolojilerin sonunun gelmiş olmasına” kadar çok geniş bir yelpazede yönlendirme yapıldı; kapitalizm ekseninde normalleştirme, aynılaştırma dayatması yaşandı.
Dünyada kapitalizm küreselleşebildiği ölçüde, herkes ve her şey normlara uydurulmuş olacaktı; neoliberalizm yani herkesin ve her şeyin tam ve kesin hakimiyet amacıyla sermaye tornasından geçirildiği (Wendy Brown’un deyimiyle homoekonomikus suretinde yeniden biçimlendirildiği) süreç, bunun en tam biçimi olacaktı. Bu nedenle, Çavuşeskuların kurşuna dizilmesinden Yugoslavya’nın parçalanmasına, renkli devrimlerden kalıcı-sivil darbelere kadar her olağanüstülük olağanlaştırıldı; faşizmin adı popülizm, düzeni solda yeniden üretmenin veya sol takiyyenin adı “reel politik” oldu; “sınıftan kaçış” radikal demokrasi cilasıyla parlatıldı.
İşte, bu koşullarda, dünyadakinin özeti niteliğinde, Suriye’de tepeden tırnağa bir cinnet hali yaşanıyor. Burjuva devletlerin en bilindik kuralları dahi işletilmiyor ve sanki her şey yolundaymış/normalmiş gibi bunların pek de konuşulması istenmiyor; tersine sürece katılım ve kanıksattırma örnekleri yaşanıyor. Bir kez daha sermaye, tüm kullanışlı aparatlarını devreye sokmuş durumda. CNN, “hapishanede unutulmuş bir tutuklu” orta oyununu insanların zekasıyla dalga geçercesine sunuyor. Başına 10 milyon dolar konulmuş olan IŞİD’li Culani, takım elbise giydirilip kravat takılarak kukla lider olarak Suriye’de görevlendiriliyor. Ve hızla, meşruiyet tartışmalarının yerini meşrulaştırma çabaları, ziyaretler vb. alıyor.
Suriye’de bunlar yaşanırken, ister dengelere oynamak, ister taktik, isterse başka bir şey denilsin Kürt hareketinin bu sürecin “uyumlu” parçası olma yönündeki tavır ve beyanları, sanıldığından da çok kişi ve yapı tarafından rasyonalize ediliyor. Örneğin bir taraftan “sıra Menbiç’te” diyen, kendi meşrebince teslimiyet tarifleri yapan, diğer taraftan Öcalan’ın ziyaret hakkını bir lütufmuş gibi sunan ve gerçekte Anayasal hak olan bu ziyareti kendi keyfiyet ölçüleri içine alan Bahçeli‘nin “izni” lütufmuş gibi sunuluyor.
“Yeni yönetimde görev alan isimleri hepimiz gururla anarak takip ediyoruz” diyen Erdoğan’ın, HTŞ’nin kurduğu geçici hükümet içinde Türkiye’de eğitim almış kişilerin de yer aldığına dikkat çekmesi ve “Türkiye’de eğitim almış, milletimizle gönül bağı olan kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı yönetimde görünce rabbimize şükrediyoruz” ifadesini kullanması kimseyi şaşırtmıyor. Benzer şekilde Suriye yönetimine emperyalizm adına vekaleten bakmak üzere İdlib’den Şam’a gelen cihatçı grupların “kendilerini feshetme ve Savunma Bakanlığı çatısı altında birleşme” konusunda anlaşmasında, duruşları ve nitelikleri itibariyle şaşılacak bir şey yok. Bunun yanında, taşlarını ve kurallarını bütünüyle emperyalizmin belirlediği bir oyunda, oyun dışı kalmamak için, yıllardır süren “statüsüzlük” hali yerine onların (emperyalistlerin) belirleyeceği bir “statüye” sahip olmak için SDG’nin de HTŞ’nin/Culani’nin meşrulaştırılması çabalarının bir parçası olmasına şaşırmayanların, hatta bu duruşu ve ilişkilenme biçimini doğru ve gerekli gerekli görenlerin sayısı hiç de az değil.
Bu alandaki tartışma yelpazesi geniş; bu yazının kapsamını aşan boyutları da var. Hatta, birinci muhatabın yerine geçip öfkelenenlerin, akıl ölçülerini dahi zorlayarak, deyim yerindeyse “ulusal hareket ne yaparsa doğru yapar” anlamına gelebilecek bir duruş sergileyenlerin sayısı da az değil.
Öncelikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki Kürt hareketine yönelen en samimi eleştirileri dahi “rezervli” görüp reaksiyoner davranacak kadar öznel hesapları olanlar, bu yazının konusu/muhatabı değildir. Altını çizerek belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki öznellikle aklı ve ruhu örselenmemiş hiçbir sosyalist, SDG’yi yargılamayı “anlamanın” önüne koymaz; eleştiri geliştirirken dostluk/dayanışma ölçülerini yok saymaz.
Bu türden tartışmalarda, öne çıkarılan itirazlardan biri de Kürt hareketinin zaten Marksist olmadığı, sınıf mücadelesini savunmadığı, hatta “devrim” denilince de Marksistlerin anladığı türden bir devrimi savunmadığıdır. Evet bu doğrudur; tartışmayı ihtiyaç haline getiren de budur. Dost tanımından ittifaklara, köklü çözümden sınırlı kazanımlara kadar hemen her konu tartışılırken ister istemez mesele özellikle emperyalist dönem Marksizm’ine (Leninizm’e) gelmekte, neden burjuvazinin artık hiçbir demokratik dönüşüme öncülük edemeyeceği, bu süreçte ancak emperyalist çözümün olabileceği; bunun da halklar için yeni bir esaret tanımı anlamına geleceği, teorik ve pratik kanıtlarıyla ortaya konulmaktadır.
Kürt sorunu bağlamlı tartışmalarda öne çıkarılan olguların başında sıkışma, zorunluluk gibi gerekçeler geliyor. Kaldı ki bunu öne çıkaranlar pek ilişkilendirmese de emperyalizmle beraber sorun çözmeyi, gündeme gelmiş olan konjonktürel risklerle/tehditlerle açıklamanın “paradigmayla” doğrudan ilintisi var; çatışmak yerine uzlaşmak, emperyalizmle kazan-kazan ilişkisine girmek, sınıflar mücadelesini gereksiz görmek, Marksizm’in alternatifi olarak sunulan/savunulan “Ekolojik demokratik cinsiyet özgürlükçü paradigma”nın gereklerindendir. Temel önemdeki bu sorun, temel önemde hata yaptırmakta, sermaye ve iktidarları ile beraber yürünebileceği, mevcut üretim ve sömürü ilişkilerine rağmen özgürleşmenin/eşitliğin “devrimsiz” sağlanabileceği yanılgısını beraberinde getirmektedir.
Sözünü ettiğimiz yanılgı zinciri, pratikte yanlış konumlanmaları, eylem ve ittifakları da beraberinde getirirken, sonuçta mevcut devlet yapısını, sınıf ilişki ve çelişmelerini yanlış yorumlamaya bağlı bir sıkışma-zorunluluk vb. yaşanmaktadır. Tam da bu nedenle, sonuçlar, zincirin ilk halkasıyla ilinti içinde yani başından itibaren atılan yanlış adımlar, girilen sorunlu ittifaklar vb. üzerinden değerlendirilmelidir.
“Peki alternatif nedir” diye sorulacak olursa; bütün yollar Marksizm’e çıkıyor. Bilinmek durumundadır ki yöneltilen yapıcı eleştiriler, Kürt hareketinin yerine geçip yapılan koşulsuz savunulardan, yanlışın (ABD’yle İsrail’le kurulan stratejik boyutlu ittifaklar gibi) rasyonalize edilmesinden çok daha gerekli ve yararlıdır.
Evet dünya ölçeğinde bir avuç egemen dışında herkes, tüm halklar zor bir süreçten geçiyor. Kimileri bedeli çok ağır ödüyor; acılar elbette kıyaslanmaz ama acının büyüklüğü köklü ve gerçekçi çözümün sebebi olmalıdır; kravatlı kuklaları meşrulaştırmanın değil.
Dünyanın bugünkü fotoğrafını anlatmak için en sık başvurulan ifadelerden biri de Gramsci‘nin İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı öncesinde kullandığı “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmakta zorlanıyor, şimdi canavarlar zamanı” biçimindeki tanımlamadır. Karşılaştığı tüm distopyalar karşısında ütopya tasarlamayı ihmal etmeyen insanlık, bir kez daha bir distopya karşısında, kötülüğün büyümesi oranında düşsel tasarımları büyütme ve ete kemiğe büründürme mücadelesi veriyor.
Postmodernizmin içeriksizleştirici etkisine rağmen, gerçekçi, uygulanabilir çıkışlar/çözümler için, gözümüz bir kez daha Lenin’de.
Dönem, burjuvazi/emperyalizm eliyle değil, burjuvaziye ve emperyalizme rağmen çözüm üretme dönemidir. Bunun taktiğini de stratejisini de en iyi/doğru Lenin’de görürüz. Marx ve Engels’in bekledikleri büyük bunalım ve toplumsal devrimler çağının geldiğini, devrimin objektif koşullarının tüm dünyada oluştuğunu saptayan Lenin, devrimci mücadelenin tüm demokratik taleplerle ilgili (kadın sorunu, ulus sorunu vb.) program ve taktiğe bağlanması gerektiğini söyler.
O halde içinden geçmekte olduğumuz, görülmemiş boyuttaki canavarlar zamanında, ne ve nasıl yapılması gerektiğine dair demokratik olanından sosyalist olanına kadar tüm programlarımızı Lenin’in rehberliğinde yapmak zorundayız. Eğer kötülüğün iktidarlaştığı bu süreçte umutsuzluksa sorunumuz, onu da Lenin’e soralım: Umutsuzluk, kötülüğün nedenlerini kavrayamayan, bir çıkış yolu bulamayan ve mücadele ederken acz içinde kalan kimselerin karakteristiğidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.