“Sermaye için yapılan şeylere akıl vermek zorunda değiliz. Onların yelkenlerine rüzgâr üflemek zorunda değiliz. Biz halkın ihtiyaçları doğrultusunda bir toplumsal muhalefet örgütlemeliyiz. Bu yıkıcılığın içerisinden yaratıcı bir iradeyi örgütleyerek şu an büyük bir özlemle yeniden kurmak için çabaladığımız kentimize sahip çıkmış oluruz”
“Dayanışma seferberliğinden yeniden inşa sürecine Hatay’da toplumsal hareketler” başlıklı dosyamızın dördüncü söyleşisini Rezerve Hayır İnisiyatifi’nin sözcülüğünü de yürüten, Toplumsal Özgürlük Partisi Hatay Sözcüsü Hasan Özgün ile yaptık.
6 Şubat depremlerinden sonra yaşanan boşluk ve sahipsizlik haline karşı koordinasyon ve dayanışma çalışmalarına başladıklarını belirten Özgün kentin yeniden inşasının sadece bina yapmaktan ibaret olmadığını, toplumsal bir mesele olduğunu ve uygulanmak istenen “rezerv alan” ve diğer uygulamaları sermaye ve iktidarın birer saldırıları olarak yorumluyor. Bu süreçte solun bütünlüklü olarak bir karşı tutum geliştiremediğini ve bazı yapıların sermaye ve iktidarın propagandaları etkisinde hareket ettiğini ifade ederek mahallelerde öz örgütlülükler üzerinden bir direniş çizgisi ördüklerini belirtti. Saldırıların söylem düzeyinde yumuşatıldığı ama uygulamada sertleştiği bir dönemden geçtiklerini belirten Özgün, bakış açısının sermaye programlarını reforme ederek, makyajlayarak veya akıl vererek değil başka bir düzlemde şekillenmesi gerektiğini savunuyor.
Toplumsal Özgürlük Partisi olarak deprem sonrasında, akut süreçte ve devamında neler yaptınız?
Deprem burada büyük bir yıkım yarattı. İlk başta bir boşluk hali, bir sahipsizlik hali söz konusuydu. Bütün devrimciler gibi bizler de Toplumsal Özgürlük Partisi olarak ilk akut dönemde en acilinden enkazlara müdahale, arama kurtarma çalışmaları, halkın en temel ihtiyaçları olan su, ısınma, çadır, beslenme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya dönük hızlıca bir organizasyon yaptık. Buranın yerlisi olmamızın avantajını da kullanarak ağırlıklı olarak Defne’ye, Antakya’ya, Samandağ’a ve Arsuz Karaağaç’a odaklandığımız bir çalışma yürüttük. Sonra bu çalışmalarımızı belli noktalarda koordinasyon merkezlerine dönüştürüp o koordinasyon merkezleri üzerinden ilçe bazlı organizasyonlara dönüştürdük. Devletin halkın en temel gereksinimlerini karşılamaktan uzak olduğu ve şehri boşaltma önünde telkinlerin, teşviklerin ve zorlamaların olduğu dönemde gitmeyip burada kalan insanların kalma iradesini bir direnme iradesi olarak kabul ettik ve halkın şehri terk etmeme, topraklarını terk etmeme konusundaki direnme kapasitesini güçlendirmeye dönük bir pozisyon aldık. Yaptığımız çalışma kabaca bir yardım çalışması değildi, bir dayanışma çalışmasının ötesinde böyle bir anlamı da vardı. “Ma Rihna Nihna Hon!” [gitmiyoruz, buradayız] sloganında somutlaşan şey aslında bir direnme iradesidir. Bunu devlet de gördüğü için ısrarla suyundan çadırına, gıdasına, halkın en temel ihtiyaçlarını karşılamayarak, depremin yarattığı koşulları daha çekilmez hale getirerek insanların şehri terk etmesi için özel bir politikalar geliştirdi. Biz de bunun karşısında halkın içinde bir dayanışma çalışmasını, dayanışma bilincini yaygınlaştırarak bu gereksinimleri el birliğiyle karşılamaya çalıştık. İlk dönem çalışmalarımız bunlardı.
Henüz akut dönemden daha tam çıkamamışken çok hızlı saldırılarla karşılaştık. Bunlar yaşam alanlarımıza, yaşadığımız coğrafyanın ekolojisine, şehrimize dönük büyük bir saldırıydı. Aslında topyekûn bir saldırı ile karşı karşıyayız. Bu kavramı daha uygun görüyoruz. Sermaye-devlet diyebileceğim bir odağın şehrimize dönük, kentimize dönük bir topyekûn saldırısı söz konusu. Bu topyekûn saldırı nedir? Bir tarafta zeytinliklerin istimlak edilmesi, ürünleri, ekinleriyle beraber tarım alanlarının geçici konaklamalarla, geçici istimlaklarla talan edilmesi, rezerv alan uygulamalarıyla şehrin talan edilmesi ve şehre çökme planının hayata geçirilmesi, tarihi Antakya bölgesinde riskli alan uygulamalarıyla o bölgenin talan edilmesi, asbestli molozların özellikle su havzalarının bulunduğu bölgelere dökülmesiyle su kaynaklarının kirletilerek insanların burada yaşayamaz hale getirmesi için yapılan özel çaba, Milleyha’dan Şelale’ye bu kentteki doğal kültürel zenginlikleri talan etmeye dönük yoğun saldırı, hak sahipliği ve diğer meselelerle ilgili yaşanan sorunlar, taş ocakları, beton santrali ve daha sıralayabileceğim birçok sorun hepsi bir merkezden planlı bir şekilde aynı anda bu kentten yönlendirilmiş sermaye saldırılarıdır.
Topyekûn saldırıya karşı dayanışmanın ötesine geçerek bir direniş hattı örülmesi gerektiği bilinciyle pozisyon almaya çalıştık. İlk önce Dikmece’de zeytinliklerle ilgili bir direniş örgütlenmesi sürecinde o mücadeleyi örmeye çalıştık. Onun etrafı diğer köylere sıçrayan bir mücadele oldu. Ardından da rezerv alan saldırısına karşı bir mücadele başlattık ve şu an devam ediyor. Aynı şekilde riskli alan meselesiyle ilgili bir mücadele söz konusu. Şu anda özellikle bu 6306 sayılı Rezerv Alan Yasası’nda geçen yıl kasım ayında yapılan değişiklik ve onun uygulama yönetimleriyle beraber bütün kent rantının ve kent müştereklerinin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ve doğrudan bir ilkel sermaye birikim sürecine dönüştürülerek talan edilmesi söz konusu. Tabii ki bunu makyajlayarak başka retorikler üreterek türlü türlü demagojik söylemlerle, toplumsal rıza üretmeye çalışıyorlar ancak bütün bunların hepsinin üzerindeki o örtüyü kaldırdığımızda altında çok açık seçik, vahşi bir yağma planı olduğunu görüyoruz. Bundan kaynaklı buna karşı bir mücadele başlattık.
Rezerve Hayır Platform çalışmanızı biraz daha açabilir misiniz?
Rezerv alan uygulaması geldiğinde neler olup bittiğiyle ilgili önce bu meselenin derinliğini kavramaya çalıştık. Burada bu işin ilgilisi meslek odalarıyla, uzmanlarıyla konuştuğumuzda birbiriyle çelişen bilgiler aldık. Evet diyenler, hayır diyenler ya da “havet” diyenler… Aslında tam doyurucu bir şey alamadık. Biz de yasanın kendisine, metnine odaklanıp bir çalışma yaptık ve orada gördük ki bu rezerv alan uygulamasındaki yapılan değişiklik sadece Hatay’ı kapsayan değil, Türkiye’nin herhangi bir yerini, herhangi bir yerindeki bir toprak parçasını herhangi bir gerekçe ile doğrudan sermayenin hizmetine sokmak için el koymanın önünü açan yeni bir düzenleme. Şehrimiz, depremde oluşan bu yeni durum kullanılarak bu uygulamanın laboratuvarına dönüştürülmek isteniyor. Şöyle ki mevcut 6306 Sayılı Yasa’daki eski rezerv uygulaması şunu öngörüyordu; bir yerde risk tarifi yapılan, riskli olan bir alanın riskinin giderilmesi için o bölgede, o bölgeye yakın ve imara açılmamış bir yerde geçici konutların inşa edilmesi için o alan rezerv alan ilan ediliyordu. Yani x mahallesi ya da x şehri riskli alan olarak ifade ediliyor ve şehrin riski giderilsin diye buradaki nüfus geçici olarak risk barındırmayan bir yere taşınıyor. O geçici bölge rezerv alan ilan ediliyor, orada geçici konutlar inşa ediliyor. Sonra buradaki risk giderildikten sonra o nüfus buraya geri geliyor. Yasadaki eski tanım buydu.
Yapılan düzenlemeyle yerleşim alanı olup olmama kriteri ortadan kaldırıldı. Her yer olabilir, kaldı ki riskin gerçekleştiği bölgenin kendisi de rezerv alanı ilan edilebiliyor. Artık şu an olan durum bu. Zaten burada ciddi problemler var. Burada bir uygulamanın biçimi, iki buradaki mülkiyet gaspı, tapuların iptali meselesi. Rezerv alan uygulamasında ilk önce yapılan şey, orada kamulaştırma oluyor, bütün tapular Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na teslim ediliyor. İptal ediyor, otomatik olarak size sorulmadan o bölgedeki bütün tapular iptal ediliyor, el koyuluyor tapulara. Sonra yeni bir şehir planı inşa edileceği gerekçesiyle yeni bir plan yapılıyor, yeni bir parselasyon yapılıyor ve bunun ardından da orada belirtilen “hak sahipliği” üzerinden size konut ya da sahip olduğunuz işyeri vb. şeylerin teslim edileceği kabaca söyleniyor fakat ayrıntılarına girdiğimiz zaman burada şunu görüyoruz. Bir demografik oyun olma ihtimali yüksek. Neden; çünkü burası hassas bir bölge, kültürel, demografik, etnik dokusuyla önemli bir bölge. Devletin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, sermayenin ve onların etkisinde hareket eden kimi STK’lerin ifade ettiği gibi anahtara anahtar, “bulunduğunuz yerde size ev vereceğiz” diye bir şey söylenmiyor. Biz direkt bakan yardımcısıyla halkın önünde, Samandağ Kültür Merkezi önünde bütün kamuoyunun önünde yapılan toplantıda tartışmıştık, bunu direkt yüzüne söylemiştik. Bırakın aynı parselde size yer vermeyi, ki bu imkânsız çünkü aynı parsel diye bir şey yok artık, yeni parselasyon var ama herkes sanki öyle bir şey olmayacakmış gibi size kendi parselinizde yer vereceğiz, aynı apartmanda yer vereceğiz diye uydurma propagandalar yapılıyor. Öyle bir şey söz konusu değil. Bakan yardımcısına sorduğumuzda sıkıştı, evet öyle dedi, “veremeyeceğiz”. Bırakın onu, aynı mahallede de vermeyecek, aynı mahalleyi bırakın, aynı ilçede size tekrar konut vereceğine dair yasada bir garanti yok. Bir yaptırım yok, bir kural yok. Aynı ilçeyi bıraktık aynı şehirde de veremeyebilir hatta. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı herhangi bir gerekçeyle isterse size konut vermeyebilir de. Burada da bir kurala bağlamamış. Ben kamulaştırma yapıyorum kardeşim, sen ayak bağı olma deyip, kendi belirlediği değerleme üzerinden kamulaştırma yapıp sizi gönderebilir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı böyle sınırsız bir yetkiyle donatılmış.
Birinci mesele demografik yapı kaygısı. İkincisi, borçlandırma meselesi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve onun propaganda makinesi, 7269 sayılı yasanın maddelerini anlatarak propaganda yapıyor. 2 yıl ödemesiz, 18 yıl faizsiz bir borçlandırma yapacağız diye ancak bu 1965 yılında çıkan bir afet yasası. Nispeten daha sosyal devlet bakış açısıyla yapılmış bir yasa. Bu 7269 sayılı yasa ama 6306 sayılı yasayı uygularken propaganda 7269’dan yapılıyor, uygulanmayacak bir yasa üzerinden. Maalesef birçok sol, sosyalist, demokrat kurumdan dostlarımızın da düştüğü hata bu. Yani yasanın kendisine ayrıntılarına tuzak içeren bölümlerine girmek, didiklemek yerine bakanlığın propaganda söylemlerinin etkisinde kalarak birçok kurum maalesef burada “rezerve hayır” demekten imtina etti.
6306 uygulanacak. Üstelik 6306’nın geçen yıl güncellenen hali uygulanacak. Dolayısıyla burada faizsiz bir şey yok, ücretsiz hiçbir şey yok. Tam tersine bu kamulaştırma sürecinde ve rezerv sürecinde yapılan bütün işlemler, bakın bütün işlemler derken kapsamını anlamanız için örneklendirmek istiyorum. Binanız var sağlam, o yıkılacak mesela, onun yıkım maliyetlerinden moloz taşıma maliyetine, tapularınız iptal ediliyor ya tapularınızın iptal meselesine, proje plan bedellerine, altyapı çalışma bedellerine kadar, ne işlem yapılıyorsa tamamı ücretlendiriliyor ve sizden kesiliyor. Yani sizin hali hazırda bir eviniz var, yıkılmamış, az hasarlı veya orta hasarlı, orada yaşıyorsunuz ama şimdi diyor ki hayır, senin elinden alacağım, yıkacağım ve bütün yıkım maliyetini sana ödettireceğim. Burada baştan bir şey yapacağım, sana da yeniden bu malı satacağım. Neyin üzerinden satacağım? Yeni değerleme yaparken bütün bu maliyetleri bunun üzerine ekleyeceğim. Senin parsel payını da hepsini de ekleyeceğim, diyor.
Bakın yapılan bir propaganda. Vali direkt böyle açıkladı ve bir sürü kurum bu açıklamanın etkisinde hareket etti. Vali dedi ki eğer hasarsızsa ona göre değer biçeceğiz, orta hasarlıysa ona göre, az hasarlıysa ona göre değer biçip bunun maliyetten düşeceğiz. Ancak bu külliyen yalan, yasa diyor ki hayır, bütün az önce saydığım maliyetler toplanır, bir maliyet belirlenir ve bu maliyetten sizin sadece arsa payınız düşülür. Beş katlı bir binanız var, yıkacak. Sizi parsel payı üzerinden alacağınız olduğunu hesap ederek maliyetten düşecek. Ama maliyeti hesaplarken işin içinde parsel payı da var, yani tam bir ali cengiz oyunu, tam sermayenin çökme planı. Diyelim ki şehirde müstakil bahçeli evi olan insanlar var. Birikim yapmışsınız, oturmuşsunuz. İki katlı müstakil, bahçeli bir ev yapmışsınız, yaşıyorsunuz. Hayır diyor, ben onu alacağım, oraya apartman dikeceğim. Sizin orada iki tane daireniz vardı. Hak sahipli olarak iki daireniz olur. Sana ancak iki daire verebilirim ama maliyet olarak parsel payı üzerinden düşerim. Bunlar bizim yorumlarımız değil, yasadaki şeyler.
Maalesef bu mücadeleyi yürütürken doğrudan yasayı ve yasa yönetmeliğini okuyup onun üzerinden bir tartışma, polemik yürütmek yerine, sorunun yakıcılığından da kaynaklı ama büyük oranda bakanlığın ve sermayenin propaganda makinesinin ve maalesef bunu açıklıkla ifade edelim, TMMOB’un Genel Merkezi bu noktada çok daha net tutumlar takınırken, TMMOB’a bağlı odaların buradaki şubeleri, valiliğin ve bakanlığın etkisi altında hareket ettiler. Birçok sosyalist kurum da bu şekilde hareket edip, rezerve hayır dememek gerektiğini, yıkılan binalar gitti, yıkılmayan binalar yıkılmasın gibi cepheyi daha geriden kuran, gardı daha geride tutan ve tırnak içerisinde söylüyorum bakanlığın bu süreci hayata geçirmesinin önünü açabilecek pozisyonlar aldılar.
Burada biz bunu önce solla tartışmaya çalıştık, ilk etapta aldığımız cevap, birkaç dostumuzun haricinde, “Yapıların tamamını devlet yapmazsa kim yapacak?” oldu. Bakanlığın genel söylemine paralel, sanki devlet ücretsiz yapacakmış gibi bir yaklaşımla rezerve hayır demeyi problemli bulduklarını ifade ettiler ve ilk etapta açıktan herkes rezerve evet dedi. Solun bütünlüklü olarak karşı bir tutumunu geliştirmesi konusunda çabalarımız çok karşılık bulmadı. Belki burada biz eksik kalmışızdır ama bunu başaramadık.
Bunun üzerine rezervin gündem olduğu mahallelerde, mahalle mahalle halkı bilgilendirme toplantıları almaya başladık. Bakanlığın yetkililerinin geldiği mahalle toplantılarında yer alıp gerçek soruları, onların propagandalarının dışında gerçek yasayı deşifre edecek soruları sorup bir toplumsal bilinç yaratmaya çalıştık, bunun neticesinde zaten bakanlık yetkilileri artık mahallelerde toplantı alamaz, insanlar onları kovalar hale geldi. Sonra hızlıca mahallelerde tebligatlar binalara yapıştırıldı; kimilerinde üç gün, kimilerinde yedi gün, kimilerinde 15 gün süreler koydular ki bunun bile bir normu yok. Derhal boşaltılması ve yıkılacağı talimatı getirildi. İnsanlar evlerinde otururlarken yıkım şirketleri binalardaki plastik ve demirin miktarını ölçmek için evlere girmeye çalıştı, halk bunları da kovaladı. Sonra nöbetler tutulmaya başlandı. Ama bunu solun ve bütün demokratik kamuoyunun gündemine sokmak için parti olarak yaptığımız bizce en önemli hamlelerden bir tanesi 1 Mayıs’ta bütün gücümüzü, “Rezerve Hayır Korteji”ni oluşturma üzerine kurmamızdı. Halk korteji oluştu, 1 Mayıs’ın en kalabalık kortejiydi. Bütün bu rezerve karşı direnen mahallelerin geldiği bir şey oldu. Orada bütün solun gündemine bu mesele biraz oturdu, sonrasında da mahallelerde fiili nöbetler, direnişler, halkı bilgilendirme toplantıları ve buna karşı hukuk mücadelesinde yürütmeye dönük adım attık. Hukuk mücadelesini yürütürken de maalesef birçok yerden bunun hukuk mücadelesini yürütülemeyeceğine dair tepkiler aldık. Ancak şu an itibariyle mesela birçok yerde, özellikle bu direnişin başladığı Akevler Mahallesi’nde şu an tahliye, yıkım ve rezerv süreçleriyle ilgili mahallenin tamamı için yürütme durdurma kararı almış durumdayız. İptal davamız da idare mahkemesinde devam ediyor.
Samandağ’da bu konuda hızlı büyük bir mücadeleyi, sokak hattını örgütleyerek halkın hızlı büyüyen ve inanılmaz enerji içeren öfkesinin yansıdığı o direniş ve yürüyüşler karşısında herkesin ona destek olmak zorunda kaldığı bir atmosfer oluştu. Yani öyle kitlesel ve öyle sert eylemler, yürüyüşler oldu ki Samandağ’da, herkes bir şekliyle değişik tonlarda o yürüyüşlere ve halkın o duruşuna uyum sağlamak zorunda kaldı. Biz bunu olumlu olarak değerlendiriyoruz. Mesela, ölçümler yapılıyor, yerde parke taşları üzerinde işaretler, notlar, kadastral işaretler koyuluyor ve halk bütün onları söktü, ölçüm yapanları kovaladı. Diğer mahallelerde de öyle ölçüm yapanlar kovalandı. O parke taşlarının hepsi söküldü, işaretler silindi. “Biz mahallemizi ezdirmeyeceğiz” diyerek yola çıktı insanlar ve neticede oluşan bu toplumsal tepkinin sonucunda Samandağ’da bakanlık resmi olarak “Burada rezervden vazgeçtik” açıklaması yaptı. Bir yazıyla bunu Samandağ Belediyesi’ne tebliğ etti. Bu çok önemli bir kazanım, bu kazanım diğer mahallelere moral verdi. Antakya’ya, Defne’ye, Kırıkhan’a moral verdi. Oradaki mücadele de ivmelendi. En başta propaganda ile büyük olan ailelerin, muhtarların, kanaat önderlerinin halk üzerinde etki edebilecek kişilerin ikna edilmesi ve onlar üzerinden bir toplumsal rızanın üretilmesiyle girilen hesap bozuldu. Tereyağından kıl çeker gibi bunu nasıl olsa uygulayacağız diye düşünüyorlardı ve birinci raundu kaybettiler. Biz öyle değerlendirdik, yapamadılar. Herhangi bir yerde artık mahallelere girip biz rezerv istiyoruz diye devlet-sermaye yetkilileri toplantı yapamaz duruma geldi. Bu konuda altını özel olarak çizmek istiyorum, özellikle de yani AKP’nin çok fazla karşılığının olmadığı daha sol zeminde duran ya da daha Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde CHP milletvekilleri maalesef bu misyonu yüklendiler ve onlar da çok yüksek düzeyde tepkiyle karşılaştı.
Bakan ve kadronun tamamı değişti. Yeni bakanla beraber bu sefer yeni bir taktik içerisindeler; ada bazlı, bölerek, parçalayarak, tamam istemiyorsanız yapmayalım diyor. Sürekli açıklamalar yapıyor ama bu açıklamaları yaparken bir taraftan da bütün gücüyle yıkım ekipleri mahallelere giriş yapmaya başladı. Temmuz, ağustos, eylül ve ekime kadarki süreçte yapılmak istenen projelerin söylem düzeyinde yumuşatıldığı ama uygulamada inanılmaz derecede sertleştiği bir dönem yaşadık. Artık biz böyle kepçe kovalar olduk, nöbet tutar olduk, yıkım ekiplerinin önünde barikatlar kurar, engellemeler yapar olduk. Burada oldu bittiye getirerek yıkım yapmaya çalışıyorlardı ancak başaramadılar. Sonuç itibariyle şimdi ada bazlı bir şeye doğru gidiyorlar ama bunu resmi olarak açıklamış değiller. Yani bakanlık bir adaya bakıyor, burada çok yıkım var, çok bir direnme kapasitesi yok, tak diye adayı yapalım. Şimdi Samandağ’da iptal edildi ama mevcut adada yeterince imza toplarsanız biz rezerv uygulaması yaparız diyorlar. Bütün bir şehirde uygulanması planlanan rezervde önce ilçe bazına düşüldü, sonra mahalle bazına düşüldü. Şimdi ise ada bazında böyle bir parçalı bir sürece indirgenerek biraz da direniş kırmaya çalışıyor ama bu halkın direnişinin onlara attırdığı geri adımın kendisidir. Şu an size şunu söyleyebilirim, halkımızın mücadelesinin neticesinde oluşan bir durum ve gururla söyleyebileceğim bir şey, rezerv gerekçesiyle hiçbir yerde herhangi bir yıkıma izin verilmedi. Kırıkhan’da Defne’de, Antakya’da ve Samandağ’da. Yani ağır hasarlı olduğu için mahkeme kararı ile yıkılması gereken bir sürü bina yıkıldı, o ayrı. Ama rezerv gerekçesiyle herhangi bir yerde bir yıkım gerçekleşmedi. Bu süreç içerisinde bir önemli durum ise solun, sosyalist hareketin bütünsel bir hareketini yaratamamız oldu. Bu noktada belki ama yıllardır oluşturulmuş suni marjlardan ötürü solun giremediği mahallelerde, yaratılan kimi önyargılardan ya da devletin başka etkilerinden kaynaklı girilemeyen mahallelerde çok ciddi direnişler örgütlenerek, orada mahalle ekipleri kurularak rezerve karşı bir mücadele, direniş örgütlendi. Akevler, Ürgenpaşa ya da Kırıkhan’da. Düşünün, biz sosyalistler olarak Kırıkhan’da miting yaptık. Şimdi burada alt kimlikler üzerinden yaratılan parçalanmaların bu meselede, bir kent savunması meselesinde anlamsızlaştığını birlikte görmüş olduk. Şu anda karşı karşıya kaldığımız durum nedir? Durum şu; fiili kazanımlar var. Yıktırmadık. Yasal kazanımlar var, Samandağ’da resmi olarak iptal edildi. Çekmece’nin, Defne’nin bazı yerlerinde iptal edildiği açıklandı ve kimi mahallelerde de peş peşe yürütmeyi durdurma kararları alıyoruz.
Şu an yapılan şey ise fiili olarak yıkılan yerlerin inşası gerekçesiyle rezerv yapılmak istenen yerlerde ve direnen yerleri fiili olarak çevrelemek. Sokakları kapatarak, elektriği, suyu, doğalgazı kesmeye çalışarak… Yasa tanımazlık, tam bir kuralsızlık söz konusu. Buna karşı bir yandan hukuksal mücadele yürütülürken, sürecin en başından beri yürüttüğümüz fiili mücadele ve direnişe devam ediyoruz. Mesela arkadaşlarımız şu anda nöbet tutuyor. Mesela Akevler’de geçen hafta insanların evine gideceği sokak kapatıldı. Kavga dövüşle mahalleli gitti o bariyerleri söktüler, şantiye işçileriyle ve bakanlık yetkilileriyle tartışarak sokağı açtırdılar, kapatmalarına izin vermediler. Akevler’de geçen hafta yaşanan bir olay, kepçe yıkım yaparken elektrikleri kesmeden havadaki elektrik tellerini ve elektrik direğini yere indiriyor. Trafolar patlıyor, insanların elektrikleri gidiyor bütün mahallenin. Mahalleli toplanıyor, işi durduruyor. EnerjiSA’dan yetkilileri getirip, tutanak tutturuyor. Oradaki elektrik sorunu giderilene kadar işlem yapmalarına izin verilmiyor. Bu tarz nöbet durumları şu anda devam ediyor. Yani rezervle ilgili süreç kısmi kazanımlarla, geri adım attırmalarla şu anda devam ediyor. Olumlu kazanımlar var ama bitmiş değil şu anda. Şehrimizde sürekli güncellenen bir taktik savaşı şeklinde devam ediyor.
Aslında kentin yeniden inşasını rezerv alan üzerinden çokça açıkladınız. Aynı zamanda riskli alan, kentsel dönüşüm meselesi, yerine dönüşüm gibi birçok uygulama da var, bu uygulama veya politikalar hakkında ne düşünüyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kentin yeniden inşasını sadece beton ve bina merkezli ele alan bir paradigma söz konusu. Böyle bir şeyle karşı karşıyayız. Yeniden inşanın ekolojik boyutu var, barınma boyutu var, kentin müşterekleri boyutu var. İşin içerisinde bu kentin okulları, bu kentin yolları, parkları, bu kentin kültürel hafızası, tarihsel hafızası, demografik hafızası var ve kentin tabii ki ekonomisi ve kent rantının bölüşümü meselesi var, aslında yeniden inşa denilince bunun içerisine bir sürü şey giriyor.
Yeniden inşayı sadece bina yapmak olarak görürseniz, her tarafa beton santrali kurarsınız, çünkü mantıki sonucu sizi oraya götürür. Her tarafa beton santral kurmak lazım, taş ocaklarıyla bütün Antakya ve Defne etrafındaki dağları delik deşik etmek lazım, çünkü bina yapmak lazım. Odaklandığınız şey odur ama yeniden inşa sadece bu değildir. Bu şehrin kaç bin yıllık birikimiyle bugüne taşınan bir kent hafızası var. Az önce saydığım ve daha da arttırılabilecek başlıklarla ayrıntılandıracağımız bir inşanın söz konusu olması gerekiyor. Bu yeniden inşada çocuklar var, kadınlar var, hayvanlar var. Bu yeniden inşada kente iz bırakmış bütün medeniyetlerinin kültürel mirası var. En önemlisi bu yeniden inşanın kendisinde kentin bütün bileşenlerinin yeniden inşada gerçekten toplumcu bir bakış açısıyla faydalanması var. Bu bakış açısıyla bakarsanız başka türlü bir inşa tarif edersiniz. Sadece sermaye, sermayenin bina yapması ve konut satması üzerinden bakarsanız başka bir şey çıkartırsınız. Maalesef ikincisi şu an önümüze koyuluyor ve ikincisi üzerinden hizalanmamız isteniyor. İkincisi üzerinden en fazla fikir vermemiz, onu reforme etmemiz, kısmen makyajlamamız isteniyor. Onun dışında bir tartışma yürütmemiz istenmiyor.
Bir kere yeniden inşa meselesine paradigmal düzeyde başka bir zeminde bakmak gerekiyor. Yeniden inşa beton merkezli olmak zorunda değil. Acil konutlara ihtiyacımız var, sağlam konutlara ihtiyacımız var ve ücretsiz konutlara ihtiyacımız var. Biz deprem vergilerimizi ödedik, biz bu ülkenin yurttaşlarıyız ve devlet en temel barınma ihtiyacını karşılamak zorunda. Bir kere zaten buradaki sorumlulukların yerine getiremediği için binlerce dostumuzu, akrabamızı kaybettik. Bunun bir hesabının verilmesi lazım ama yeni bir şey yapılırken de gerçekten sağlam, kalıcı, sağlıklı, dayanıklı binalarda oturmayı en çok biz isteriz. Sadece basına yansıyan kısmıyla bakacak olursak ki şantiyelere giremiyoruz biliyorsunuz. Basına yansıdığı kadarıyla biliyoruz. Dikmece’deki konutlar daha yapılırken orada üç tane bina yan yattı gitti. Uzaktan bile baktığınızda görüyoruz, daha yeni yapılırken demirleri dışarı çıkmış kirişler paslanmış. Mağaracık’taki rezaleti ve skandalı gördünüz, basına yansıdı, aynı şekilde İskenderun’da yapılan TOKİ’lerin durumu Mağaracık’takinden çok daha kötü durumda. Çatlamalar, kırılmalar, yıkılmalar çok daha fazla. Hızlı bir şekilde konut yapmaya odaklanan ve ucuza yapmaya odaklanan bir durum söz konusu. Bunları biz tabutluk olarak görüyoruz. Yurttaşa sen burada dönüşüm yapamazsın çünkü zemin uygun değildir denilen yerde onlar yedi katlı bina yaptılar, şimdi nasıl güvenip gireceğiz? Şeffaf değil.
Neden öyle yapıldı, nasıl yapıldı, hangi planlamayla yapıldı, halk bu planlamanın neresinde oldu? Hiçbir yerinde. Burada biz yaşayacağız, Çevre ve Şehircilik Bakanı ya da Kalyon İnşaat’ın sahipleri gelip yaşamayacak. Dolayısıyla buranın nasıl yapılacağına buradaki sakinlerle birlikte karar verilmesi ve denetlenmesi gerekiyor. Bir boyutu bu. Bir diğer boyutu, bütün bu tartışmalar, kentin yeniden inşası ve benzeri tartışmalar sadece mülk sahipliği üzerinden yürütülüyor. Sadece mülk sahiplerinin hak sahipliği üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Yani sizin depremden önce mülkünüz varsa, daireniz, eviniz varsa, onun üzerinden hak sahibi oluyorsunuz. Bu şehrin büyük bir kısmı kiracıydı, onlara dair hiçbir şey yok. Kira desteği de yok. Oysa hem Anayasa’da hem de ilgili birçok yasada mülk sahibi olmamak, yani mülksüz olmak, birçok sosyal yardımdan, sosyal destekten faydalanmak için ön koşul. Yani yasalarda mülkü olmayanlar için bir pozitif ayrımcılığın uygulanması yasal güvence altına alınmış. 2022 sayılı yasa ve benzeri hepsinde bu bir koşuldur. Oysa şu anda depremde bütün bu yasalar ve yönetmelikler tepetaklak edilmiş durumda. Eğer mülksüzseniz hiçbir şeyiniz yok. Siz kiracıysanız size hiçbir şey yok. Eğer mülk sahibiyseniz hak sahibi olarak görüyorsunuz. Biz burada kentin yeniden inşasının kiracıları da mülksüzleri de kentin bütün bileşenlerini de kapsayacağı bir toplumcu bakış açısıyla ayırtması gerektiğini düşünüyoruz ve bu mümkün.
Parası nereden gelecek meselesi, bir diğer düşülen tuzak da bu. Birçok kurumdan dostlarımızla bu tartışmayı yürütüyoruz. Bizim işimiz sermaye akıl vermek değil. Biz o tuzağa düşürülmeye çalışıyoruz. Yani sermaye burada hamle yapılıyor ve biz ona akıl vereceğiz. Hayır, bizim öncelikli sorduğumuz soru “kim için” sorusu. “Kim için” sorusundan sonra alternatifimiz çoktur. Bilimsel zeminde bunu yapacağız. Hem Türkiye’de hem de ülke dışında bu konuda çok fazla deneyim var. Bütün bu deneyimlerden süzerek buraya uygun deneyimimizi yaratabiliriz.
Mesela şimdi yerinde dönüşüm için 750 bin hibe, 750 bin kredi veriliyor. Şimdi bu az, çok düşük. Bir kere bunu arttırırlarsa, bunu iki katına çıkartırlarsa herkes kendi evini yapabilir. Birincisi bu. İkincisi, verdikleri hibe ve kredi bizatihi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın denetiminde olan yapı denetim firmaları tarafından el altından hiç ediliyor. Bunu bakan kabul etti. Samandağ’daki kültür merkezinde binlerce kişinin önünde evet dedi, “bizim kulağımıza da geliyor”. 1 milyona yakın paralar alıyorlar el altından. Yoksa size olur vermeyiz deniliyor. Bakanlık “Uyarıyoruz. Bunu yapmayın, yoksa ceza…” diyor. Senin işin oradan uyarmak değil. Bunu denetlemek, buna müdahale etmek, ilgili önlemler almak ve bu paranın onların cebine gitmesini engellemek. Sen buradan engellersen bir kere zaten bu para doğrudan inşaya gidecek. Bunu iki katına çıkarsan herkes kendi evini çok rahat yapar. Buradaki yapı maliyetleri ortada şu anda. Üçüncüsü, ada bazlı kooperatifler kurulabilir. Bu işler çözülebilir. Dördüncüsü, yerel yönetimlerin şu anda halka karşı yasal hükümlülükleri var. Maalesef muhalefet partileri de bunu gündeme getirmiyor. Neden, çünkü çok yüklü tazminatlar söz konusu olacak. Herkes bu noktada uzlaşmış, susmuş durumda. Bu evler yıkıldıysa buna imar izni veren, buna olur veren, bunu denetleyen bütün yerel yönetimlerinin sorumluluğu var, yasal sorumluluğu var. O zaman bu yasal sorumluluğu da giderme noktasında belediyeleri de zora sokmamak açısından ekonomik olarak belediyeler merkezi idarenin o hibe ve desteğine ek olarak kendileri, yapı malzemeleri, işçilik ve benzeri kaynaklarını seferber ederek ada bazlı, mahalle bazlı yerinde dönüşümün altyapısını kurabilirler. Bu daha da uygulanabilir hale getirebilir.
Deprem için toplanan vergilerini bırakın, bütçe var, bunu yapacak paramız var. Nerede, hazinede ama biz kullanamıyoruz. Bizim adımıza başka birileri kullanıyor. Nereye kullanıyor, holdinglerin borçlarını silmek için kullanıyorlar. Başka işler için kullanıyorlar. Oradaki paramızı buraya kullanarak bunu yapabiliriz. Onu da geçtik. Türkiye Tek Yürek kampanyasında milyarlarca lira toplandı. Nerede bu para? Geçen Kızılay yetkileri açıkladı herhalde. Biz o parayı şu an işletiyoruz. Onun sadece faiz geliri olarak 20 küsur milyar liradan bahsediliyor. Ne olacak o para, burada kullanılabilir. Yani aslında denildiği gibi böyle bir kaynak problemi yok. Yöntem ve bilimsel birikim problemi yok. Bu bizde çok var. Buraya destek olmak isteyen çok insan var.
Bunu yaparken TOKİ’nin yaptığı gibi tek tip binalar yapmak yerine o mahallenin dokusunu koruyan bir yerde ve gerçekten mahalle müştereklerini gören bir yerden bilimsel bir şekilde devlet onun bilimsel oluşumu, sağlamlığını denetlemelidir ve halkın ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yapılmalıdır. Örnek vermek istiyorum. Bakana sorduk dedi ki siz 80 metrekare binalar yapacaksınız Samandağ’da. Samandağ’da ortalama evler, herkes bilir, 150 metrekareden fazladır, büyüktür. Neden, insanların metrekare sevdasından değil, çünkü Arap Alevilerin kendi ritüellerini evlerinde gerçekleştirmeleriyle ya da bahçelerinde gerçekleştirmeleriyle ilgili bir durumları vardır ve bundan ötürü evlerini büyük yapar. Şimdi sen onları gidip kutulara sıkıştıracaksın.
Kent meselesi sadece bir beton meselesi değil. Bir kültürel meseledir, bir tarihsel meseledir, ekolojik meseledir. Kısaca aslında bir toplumsal meseledir. Onun bütün birleşenlerini bir araya getirerek, onların şeffaf katılımını sağlayarak ve az önce saydığım ve daha da arttırabilecek kaynakları devreye sokarak şu an zaten depremde varını yoğunu yitirmiş insanları müşteri olarak değil, depremzede yurttaş olarak görüp onun barınma ihtiyacını karşılayacak, kentin yeniden inşasını öngörecek bir bakış açısı gerekiyor, bir paradigma gerekiyor. Bu paradigma ile hareket ettiğiniz zaman bütün bu moloz yığınlarını su kaynaklarına dökmezsiniz. Bunların daha ucuza dönüşüm mekanizması söz konusu. Milleyha’yı yok edemezsiniz. Mesela şu anda depremin üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Devrimcilerin, demokratların, kurduğu su arıtma sistemleri dışında kentte temiz içilebilir su yok. Düşünün yani. Toplumsal Özgürlük Partisi’nin Samandağ’da ve Serinyol’da kurduğu, Halkevleri’nin Defne’de kurduğu arıtma sistemleriyle su sağlanabiliyor ama koca belediyeler, büyükşehir belediyesi, devlet suyu arıtamıyor. Düşünebiliyor musunuz? Onların bizden daha çok gücü var ama öyle bir niyetleri yok. Bu paradigma meselesi. Odaklandıkları mesele başka bir mesele. O açıdan biz onların çizmeye çalıştıkları kent paradigmasının orasından burasından çekiştirmek yerine başka bir paradigmayı inşa etmek üzerine tartışmalı ve pratikte hali hazırda rezerv üzerinden, riskli alan üzerinden, yaşam alanları, zeytinliklerin, tarım alanlarının savunusu üzerinden hareketlenmişken bu halk bu enerjiyi böyle bir yeniden inşa iradesine dönüştürmemiz gerekiyor. Bu mümkün şu anda. Eğer bunu yapabilirsek 6306 sayılı yasayla tüm Türkiye’de yaratılmak istenilen, büyük vurgunun önüne de ilk yaratmak istedikleri model olan Hatay’da barikat kurmuş, onların önünü kesmiş oluruz.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu meseleyi buradaki toplumsal mücadeleden bağımsız görmemek gerekiyor. Nasıl ki savaş sürecinde, savaşa karşı burada Yaşam Hakkı Meclisleriyle bu halkın, savaşa ve savaşın bu kentte yansımalarına karşı yükselttiği bir iradesi, bir duruşu olduysa… Bu kent özgün bir kent. Tabii ki Türkiye’nin gündemlerinden kopuk değil ama daha özgün gündemleri, duruşu olan bir kent. Gezi’de gördük değil mi? Tüm Türkiye’de bitmişken burada devam etti. Burada da Gezi şehitlerimiz var. Bambaşka bir yapısı var bu kentin. Diğer bütün meselelerdeki gibi bu meselelerde de şu an muazzam bir sınıfsallıkla, sınıfsal saldırıyla karşı karşıyayız. Her meseleye giderken en çok şu anda ihmal edilen sorunun altını ısrarla, çizerek hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. O da en başta kim için? Yani bu rüzgâr santrallerinden tutun taş ocaklarına kadar. Faydalı mı faydasız mı, şu mu bu mu tartışmasına girmeden önce “kim için” diye sormak zorundayız. Sermaye için yapılan şeylere akıl vermek zorunda değiliz. Onların yelkenlerine rüzgâr üflemek zorunda değiliz. Biz halkın ihtiyaçları doğrultusunda bir toplumsal muhalefet örgütlemeliyiz. Bu yıkıcılığın içerisinden yaratıcı bir iradeyi örgütleyerek şu an büyük bir özlemle yeniden kurmak için çabaladığımız kentimize sahip çıkmış oluruz. Hem de Türkiye’de birçok alanda sıkışmış olan toplumsal muhalefete buradan bir nefes borusu açmış oluruz diye düşünüyorum.
Söyleşi: Zişan Gür