Bir Günün İkinci Yarısı, felsefi ve politik derinliğiyle Türk edebiyatında dikkat çeken bir yapıt. Zaman akışındaki özgün yapısı, karakterlerin içsel çatışmalarını ve toplumsal eleştiriyi ustaca harmanlaması, bu romanı klasik bir anlatıdan çok daha ileriye götürüyor
Ergin Yıldızoğlu’nun “Bir Günün İkinci Yarısı” adlı romanı, görsel verileri en aza indirerek içe doğru bakmamıza olanak sağlayan bir kitap. Yazar klasik anlatı tekniklerinden uzaklaşarak, zaman akışında, karakterlerin iç dünyalarına “Nerden geldik biz buraya?” sorusunu sordurtacak bir yaşam yolcuğuna çıkartıyor okuyucusunu… Yıldızoğlu, Türkiye’nin yakın tarihine, sol hareketin çözülmesine ve bireylerde bu çözülmenin ne zaman başladığına, bulunduğumuz yere nasıl gelindiğine ve nasıl tepki verildiğine dair gözlemler de aktarırken, romanın felsefi ve politik zeminini de ustaca girmemizi sağlıyor.
Zamanın dolaşıklığı ve anlatının çok katmanlılığı
‘Bir Günün İkinci Yarısı’nın en dikkat çekici yönlerinden biri, zamanın ve olayların iç içe geçerek karakterlerin psikolojik ve duygusal dünyalarını şekillendirmesi. Yazar, aynı zamanda toplumsal hareketler ve popüler kültür öğelerini, geçmiş ve şimdi arasında sürekli gidip gelen bir anlatı şeklinde yapılandırıp kurgulamış…
Romanın, “önsözünde” Yıldızoğlu, yaşam boyu topladığı insanlara, olaylara, mekanlara ilişkin anı kırıntılarını bolca kullanacağını, okura, tanıdık birisine rastlarsanız takılmayın, o kişi gerçekte yaşanan olayların bir parçası değil, kurgulanan öykünün bir ‘portmantosu,’ olacak, diyor. Aslında ‘Bir Günün İkinci Yarısı’nda Yıldızoğlu, bir ömrün ikinci yarısına da işaret ediyor.
Baş karakter Z’nin, Nilgün’ün, Filiz’in, Deniz’in anıları, aynı zamanda yenilgileri, vazgeçişleri, arayışları, kaçışları ve daha birçok olayı zamanın dolaşıklığında ele alıyor. Karakterlerin zaman içinde nasıl değiştiklerini ve olayların onlarda bıraktığı etkileri çok katmanlı bir anlatım tekniği ile gözler önüne seriyor.
Bu zaman kurgusu, okuyucuya yalnızca karakterlerin geçmişlerini değil, aynı zamanda o geçmişin bugüne nasıl taşındığını da gösteriyor. Şehirlerin yapısı, hareketlilik, mekanlar, davranışların ve durumların tanımı, mevsimler ve daha pek çok değişkeni de gözlemleme olanağı sunuyor okuruna.
Bir günün ikinci yarısında zaman algısı, Bergson’un “süre” kavramını çağrıştırıyor. Karakterler, sürekli olarak geçmişin izlerini taşırken, bu izlerin bugünkü kararlarına ve eylemlerine nasıl yansıdığını deneyimliyorlar. Hatıraların birey üzerindeki etkisini, özellikle Z’nin Nilgün ile olan ilişkisinde, “Bu kadın onun hayatının aşkı değil. Hayatının aşkından sonra gelmiş olan bir kadın. Onu da sevdi kendince…” ile aşkın durum ve biçimleriyle karşı karşıya bırakıyor okuru.
Felsefi derinlik ve politik eleştiri
Bir Günün İkinci Yarısı, yalnızca kişisel hikayeler anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda derin bir politik eleştiri de sunuyor. Yıldızoğlu, Türkiye’nin sol hareketine dair önemli tespitlerde bulunuyor. Türkiye’deki solun, özellikle 1970’lerden günümüze kadar yaşadığı dönüşümleri titizlikle ele alırken, bu süreçte bireylerin yaşadığı içsel ve toplumsal çatışmaları gözler önüne seriyor. Z’nin devrimci kimliği, yalnızca bir politik figür değil, aynı zamanda geçmişiyle ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşen bir birey olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda romanın, bireysel ile toplumsal olanı bir arada işleme çabasında olduğunu söyleyebiliriz.
Yazarın politik eleştirisi, özellikle Gezi Parkı olaylarına göndermelerle belirginleşiyor. Genç nesil içinde bulunduğu olaylara umutlanırken, Z gibi eski devrimciler için bu olay, geçmişteki mücadelelerinin bir yankısı olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu yankı, artık eski heyecanını kaybetmiş bir mücadele olarak karşımızdadır. Yıldızoğlu, geçmişle geleceği, umutla hayal kırıklığını aynı metin içinde harmanlıyor.
Romanın felsefi boyutu da bu politik eleştiriden bağımsız değil elbette. Yıldızoğlu, karakterler aracılığıyla varoluşsal sorular soruyor. Z’nin kendisiyle, geçmişiyle ve hayalleriyle hesaplaşması, Camus’nun ‘Sisifos Söylemi”ne yapılan göndermelerle birleşiyor. Z’nin kendini yok etmeye doğru sürüklenmesi, Sisifos’un “anlamsız” çabasını hatırlatıyor. Yaşamak bedensel ve zihinsel olarak zaten zor bir iştir. Z, yaşamında bir anlam bulamamış, mücadeleleri boşa çıkmış bir karakter olarak intiharı bir çıkış noktası olarak görür. Ancak roman, bu intiharın arkasındaki derin varoluşsal sancıyı anlamaya çalışıyor; Z’nin ölümü, bireysel bir karar olmaktan çok, toplumsal çöküşün ve bireysel yenilginin bir sonucu mudur?
Z ve Deniz
Romanın merkezinde Z ve Deniz karakterleri yer alır. Z, 68 kuşağının bir temsilcisi olarak, devrimci ideallerini zamanla kaybetmiş, sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmış bir figür olarak karşımızdadır. Onun hikayesi, sol hareketin çöküşüyle paralel ilerler. Gençken devrimci mücadeleye tüm benliğiyle sarılan Z, yaşadıkça bu mücadelenin yerini düş kırıklığı almaya başlar. Yıldızoğlu, Z karakteri aracılığıyla sadece bir bireyin değil, adeta bir kuşağın çöküşünü anlatır.
Deniz ise Z’nin tam zıttı bir karakterdir. O, babasının aksine, yeni bir neslin temsilcisidir. Deniz, geçmişten ziyade geleceğe odaklanmış bir karakterdir ve onun hikayesi, Türkiye’nin yeni neslinin nasıl bir umut taşıdığına dair ipuçları sunar. Ancak Deniz’in de kendi içsel çatışmaları vardır; babasının intiharı, Gezi Parkı olaylarındaki kayıplar ve kendi kimlik arayışı, onun karakterini derinleştirmiştir.
Z ve Deniz’in karakterlerinin bu karşıtlığı, aslında romanda anlatılan iki farklı dünyanın, iki farklı kuşağın ve iki farklı siyasetin de bir yansımasıdır. Z, geçmişin hayaletleriyle boğuşurken, Deniz geleceğin belirsizlikleriyle yüzleşmek zorundadır.
Yıldızoğlu’nun bu iki karakter üzerinden verdiği mesaj açıktır: Geçmişin ve geleceğin hayal kırıklıkları arasında sıkışan bireyler, toplumun genel çöküşüyle de başa çıkmak zorunda kalmışlardır.
Sonuç
Bir Günün İkinci Yarısı, felsefi ve politik derinliğiyle Türk edebiyatında dikkat çeken bir yapıt. Zaman akışındaki özgün yapısı, karakterlerin içsel çatışmalarını ve toplumsal eleştiriyi ustaca harmanlaması, bu romanı klasik bir anlatıdan çok daha ileriye götürüyor.
Yıldızoğlu, karakterler aracılığıyla Türkiye’nin politik tarihine dair derin bir eleştiri getirirken, aynı zamanda bireyin bu tarihsel süreç içindeki varoluşsal sancılarını da gözler önüne seriyor. Z ve Deniz’in karşıt ama birbiriyle bağlantılı hikayeleri, romanın temel çatısını oluştururken, okuyucuya hem geçmişin hem de bugünün yüklerini taşıyan bir toplumu anlatıyor. Bu anlamda, roman, yalnızca bir dönem anlatısı değil, aynı zamanda varoluşsal ve toplumsal bir sorgulama olarak da karşımızda.
* Esat Kalemli’nin Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanan yazısı.