“Önceki afetlerin raporları okunsaydı biz bu duruma gelmezdik” diyen Kanatlı, deneyimlerin kayda geçmesinin ve aktarılmasının önemine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Birileri okur, nelerin ihtiyaç olacağını bilir ve şimdiden hazırlık yapar diye anlatıyoruz.” Kanatlı, deprem sonrası devletin ve toplumun davranışı arasındaki çelişkiyi de şöyle özetliyor: “Kızılay’a, AFAD’a kalsaydık aç kalırdık. Yine de aç kaldık da en azından dayanışmanın sıcaklığı vardı. Donardık, dayanışmanın sıcaklığı bizi ısıttı”
“Dayanışma seferberliğinden yeniden inşa sürecine Hatay’da toplumsal hareketler” başlıklı dosyamızın ilk söyleşisini deprem sürecinde Türk Tabipleri Birliği Deprem Birim Koordinatörü olarak görev yapan, bugün de Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi ve ayrıca Antakya Çevre Koruma Derneği’nde yönetim kurulu üyesi olarak mücadelesini sürdüren Dr. Ali Kanatlı ile yaptık.
Kanatlı’yla buluşmak için Antakya Narlıca’da bulunan 2 No’lu Aile Sağlık Merkezi’ne (ASM) gittik. Otobüsle ulaştığımız Antakya Balıkçılar Çarşısı’ndan ASM’ye uzanan 6 kilometrelik yolu Narlıca bölgesini daha iyi gözlemleyebilmek için yürüyerek kat ettik. Bu yolu belediye otobüsleri ile de geçmek mümkün ancak hem otobüs kalkış-varış saatlerinin hâlâ bir düzene girmemiş olması hem de sürekli değişen güzergahlar gibi sorunlar nedeniyle toplu taşıma hâlâ büyük bir sorun. Antakya-Reyhanlı yolu olarak da geçen bu yol aynı zamanda kamyonların ve iş makinelerinin kullandığı Antakya-Altınözü yoluna bağlantı sağlıyor ve bu yolda ne araçların ne yayaların sağlıklı ve güvenli bir şekilde seyahat etmesi mümkün. Yol üzerinde bulunan taş ocağı, tuğla ve kiremit gibi inşaat malzemeleri üreten fabrikalar, atölyeler ve iş araçlarının işlek trafiği nedeniyle yol yoğun bir toz ve egzoz bulutu altında. Hava kirliliğinin kaşınan gözlerinizle, nefes alırken dolan burnunuzla ve yanan ciğerlerinizle hissediyorsunuz.
Yollar, kaldırımlar, duraklar tozdan ve çamurdan bir örtüyle kaplı. Sokak hayvanları toz içinde. Yol kenarındaki esnaf “yaşayamaz olduk” diyor. Toz altında yaşamak zorunda bırakılmış ailelerle dolu bir konteynırı kenti geçtikten sonra, 2 No’lu ASM’ye ulaştık. Girişinde konteynırdan yapılmış iki eczane, önünde bir ambulansın beklediği iki katlı, eski bir betonarme binada Kanatlı ile buluştuk.
Kanatlı ile depremin ilk gününden itibaren sağlık emekçilerinin başlattığı dayanışma seferberliğini, sağlıkta dönüşümün sistemin çöküşüne nasıl yansıdığını, kentte süren yaşam mücadelesini ve özel olarak da sağlık emekçileri ile ekolojistlerin mücadelelerini konuştuk.
“Önceki afetlerin raporları okunsaydı biz bu duruma gelmezdik” diyen Kanatlı, deneyimlerin kayda geçmesinin ve aktarılmasının önemine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Birileri okur, nelerin ihtiyaç olacağını bilir ve şimdiden hazırlık yapar diye anlatıyoruz.”
Kanatlı, deprem sonrası devletin ve toplumun davranışı arasındaki çelişkiyi de şöyle özetliyor: “Kızılay’a, AFAD’a kalsaydık aç kalırdık. Yine de aç kaldık da en azından dayanışmanın sıcaklığı vardı. Donardık, dayanışmanın sıcaklığı bizi ısıttı.”
Sendika.Org’un soruları ve Kanatlı’nın yanıtları:
Hatay Deprem Birimi olarak deprem sonrasında, akut süreçte ve devamında neler yaptınız?
Deprem sabahı bizim ev sağlamdı, ben de sağlandım. Mesaj attım arkadaşlarıma, aile hekimlerine, Hataylı tabiplere ama dönen olmadı. Dönen olmayınca ve şehre indiğimde şehrin durumunun çok kötü olduğunu görünce o zaman dedik ki, “Arkadaşlarımız da ölmüştür, iş başa düşüyor”. Ailemi gönderdim şehir dışına. Çünkü elektrik yok, su yok. Yoksa aklım onlarda kalacaktı.
Koordinasyon için Sevgi Parkı uygundu. Sevgi Parkı’nın hemen karşısında Dostluk Parkı vardı. Orada Türkiye İşçi Partisi’nin koordinasyon merkezi vardı. Biz de Sevgi Parkı’na Merkez Konsey’den gelen Onur Naci arkadaşımızla beraber koordinasyon kurduk. Biz koordinasyonu kurduktan sonra Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), daha sonra diğer sivil toplum kuruluşları, demokratik kitle örgütleri geldi. Bizden sonra bizim arka tarafımıza koordinasyonlarını kurdular. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin veterinerlik birimi hemen yanımızda, beraber çalıştık onlarla. HAYTAP karşıda, Dostluk Parkı’nın orada kurmuştu. Tabii yanımızdaki okullarda da çeşitli belediyeler, Türkiye’nin çeşitli küçüklü büyüklü belediyelerin birimleri vardı. Aşevleri kuruldu yine etrafımıza. Arka tarafta Halkevleri, Toplumsal Özgürlük Partisi ve şu an adı aklımda olmayan birçok koordinasyon merkezi kurulmuştu.
Bizi gören vatandaş da çadırlarını kurdu. Daha güvenli bir yaşam alanı oluşturmuştuk. Orada önce tespitlere başladık. Akut dönemde travmalar geliyordu. Memorial, iki üç gün sonra karşımızda Dostluk Parkı’nda bir kafeyi, ilk muayene gibi, küçük bir hastane değil de poliklinik şeklinde açtı. Onlarla da iyi çalışmalar yaptık. Orada Memorial’ın Türkiye’deki birçok hastanesinden uzman arkadaşlar geldi. Biz de burada Sevgi Parkı’nda işimize yarayan kim varsa, kimi gördüysek aldık. Ayakta yürüyen sağlam insanlar, araçlar, motorlar, motorlu kim varsa, mesela bir matematik mühendisinin motoru vardı, “gel” dedik. İşçinin arabası vardı, bir tüccarın minibüsü vardı. Hepsinden faydalandık.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) bize İstanbul Tabipler Odası aracılığıyla araç göndermişti. Tabii TTB böyle bir şey başladığı zaman hemen odaları eşleştirdi. O ilin ihtiyaçları o oda tarafından karşılandı. Bizimle İstanbul Tabip Odası eşleşti. Adana Tabip Odası’nı da hem buraya hem Adıyaman, Malatya, Maraş’a yönelik ihtiyaçları sağlamak için merkezi koordinasyon olarak kurdu.
İstanbul Tabip Odası bize mobil hizmet aracı gönderdi. Sağlık sistemi çökmüştü, biz de mobil araçlarla köylere ulaştık. Yıkılmıştı birçok yer, hastanelerimiz yıkılmıştı. Aile sağlığı merkezlerimiz yıkılmıştı. Hastaların ulaşabileceği bir yer yoktu. Kadınların hijyen paketlerine ulaşacağı market, bakkal ve benzeri bir yer kalmamıştı. Çocuklar keza öyle, aşı sorunları vardı. Günde altı ayrı köy ya da mahalleye araçlarla, varsa eğer psikolog eşliğinde hekim ve hemşire ve malzeme gönderiyorduk. Sabah toplantı yapıp, kim nereye gidecek, ona karar veriyorduk. Akşam da geri dönüş toplantıları yapıp bir sonraki günün planlarını yapıyorduk. Bu şekilde uzun süre devam ettik. Türk Tabipleri Birliği, Türkiye çapında gönüllü havuzu açmıştı. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası da gönüllü havuzu açmıştı. Gönüllüler bizim koordinasyona geliyordu. Onlara önce çadırda yer veriyorduk, daha sonra İstanbul Tabip Odası’nın bize gönderdiği konteynırlarda yatak verecek şeklinde barınma sorununu çözdük. Konteynırda 8 erkek 8 kadın olacak şekilde barınma sağlıyorduk. Aynı zamanda çamaşır ve tuvalet konteynırımızı da kurduk.
Toplumcu Diş Hekimleri de bizimle çalıştı. Gözlükçüler Derneği ile iletişime geçtik. Gözlükçüler Derneği’nin buradaki temsilcisi Kubat Optik. Üç ay içinde 15 bine yakın gözlüğü bedava verdiler. Türkiye Psikiyatri Derneği hemen ilk hafta geldi, bizimle görüştü ve biz onlarla çalıştık. Hekim arkadaşlarımız sağ olsunlar köylere kadar gittiler. Çadırlara kadar hizmet verdik. Onların çalışması da altı aya yakın sürdü. Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bizle beraber aynı koordinasyonda her hafta iki arkadaşı gönderirlerdi. Psikologlar geldi, Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği (TODAP), Travma ve Afet Ruh Sağlığı Çalışmaları Derneği (TARDE) ve Toplumcu Psikologlar, gönüllü olarak gelip çalışma yapan arkadaşlarımız.
Biz devlet değildik tabii, hükümet değildik. Bir odaydık ama o anda böyle bir dayanışmaya girme ihtiyacı hissettik; çünkü devlet yoktu. AFAD veya Kızılay, bu işleri yapması gereken kurumlar yoktu. Karmakarışık bir düzen vardı, koordinasyon yoktu. Çadır yoktu. Hatta bizim istettiğimiz çadırlara bile el kondu. Öyle saçma sapan bir sistem. Hani Kızılay bildiğimiz o 99 depremindeki Kızılay değildi. AFAD denen saçma sapan… Saçma sapan diyorum çünkü saçma sapandı. Hatta daha ağır şeyler söylemem gerekiyor çünkü biz o günleri yaşadık. Ağır günleri yaşadık. İnsanların bağırmalarını, ne bileyim soğuktan donmalarını… Canlı kalanlar soğuktan, yağmurdan, gıdasızlıktan hastalandılar, dondular, öldüler. Yerin altında da bağıra bağıra ölenler oldu. Biz haklıyız bu serzenişlerde ya da eleştirilerde bulunmakta.
Kızılay’ın çadır sattığını biz de şöyle gördük: Türkiye Eczacılar Birliği’nin çadırları geldi ve inanılmaz ilaç destekleri oldu. Kişisel olarak da eczacı arkadaşların çok destekleri oldu. Çok duyarlıydılar. Türkiye Eczacılar Birliği’ne çadırı Kızılay sattı. Daha sonra Haluk Levent’in satın aldığı ortaya çıktı. Kızılay bizim paramızla, bağış paralarıyla yaptığı, yaptırdığı, satın aldığı çadırları bize depremde sattı. Hatta bunu biz dile getirdiğimizde devleti yönetenler “Öyle şey olmaz” demişti ama iki üç ay sonra görevden aldılar o arkadaşı. Aslında anlatacak daha çok şey var.
Diğer tüm sivil toplum kuruluşlarıyla, demokratik kitle örgütleriyle, odalarla, meslek örgütleriyle ve belediyelerle iletişim içindeydik. Sadece tıbbi hizmetler vermedik. Önce bizim orada altyapı sıkıntımız oldu, altyapıyla uğraştık. Ne bileyim bir çadır kurduğunuz zaman çadırın gideri önemli. Su girmemesinden tutun içinde bir şey varsa o suyun tahliyesine kadar… Bir konteynır kurduysanız konteynırın kanal sistemini kurmanız gerekiyor. Atıkları için fosseptik kurduk, inanılmaz şeyler. Vinç talebimiz oldu bu arada depremlerin ilk günlerinde, gerçekten inanılmaz, vinç operatörü, greyder operatörü, ihtiyacı oldu, araç ihtiyaçları oldu. Bize Türkiye’den gönderilen tanıdıklarımızın sanayicilerin araçlarına el kondu. Başka yere gönderildi. Hatta Hatay’a gönderilen yurt dışından arama kurtarma ekipleri başka yere yönlendirdi. Bazı arama kurtarma ekiplerinin kendileri buraya indi, malzemeleri başka yere gitti. Öyle bir deprem nasıl yönetilemez, nasıl bir afet karman çorban yapılır, çok affedersiniz içine edilir, onu gördük. Evet içine ettiler. Halk küskün, kızgın, öfkeli.
Depremin ilk günlerinde birçok yerde revir açılmıştı ve ilaçlar ortalıkta saçılıyordu. O revirlere artık hekim, hemşire bulma zorunluğumuz oluyordu; çünkü revirde hekim yok, ilaç var. İlaçlar ne olacak? Madde bağımlılığı ya da bağımlılık yapan ilaçlar vardı. Antakya, Kırıkhan, Hassa, Reyhanlı, Yayladağı, Altınözü, Samandağ, Defne, İskenderun ve Arsuz Karaağaç’a kadar araçlarımız gidip geliyordu. Bölgelerdeki hekim arkadaşlarla belediyelerin kurduğu revirleri koordine ediyorduk. Eczacı kalfası ihtiyacımız oldu; çünkü çok sayıda ilaç oluyordu ve tasnifi çok önemliydi. Bu yüzden eczacı kalfaları aramaya başladık, bulduk da. Bizim bunları anlatmamızın bir nedeni de şu: Sonraki afetlerde belki birileri okur. Genelde okunmuyor. Önceki afetlerin raporları okunsaydı biz bu duruma gelmezdik. Birileri okur, nelerin ihtiyaç olacağını bilir ve şimdiden hazırlık yapar diye anlatıyoruz.
Bir hafta elektriğin, 10-15 gün suların olmaması ciddi bir sıkıntıydı. Bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan da enkazlardaki kokular, kokulara gelen kemirgenler… Kemirgenlerin bölgeye getireceği hastalıklarla mücadele için belediyelerle iletişime geçiyor, işbirliğine giriyorduk. Çok zordu, çünkü merkezi bir destek olmayınca işler sizin kişisel iletişiminize kalıyor ve çok zorlanıyordunuz.
Çok güzel şeyler de görüyorduk depremden sonra. Türkiye’nin birçok yerinden yardım için gönderilen malzemeler, gıdalar… Kızılay’a, AFAD’a kalsaydık aç kalırdık. Yine de aç kaldık da en azından dayanışmanın sıcaklığı vardı. Donardık, dayanışmanın sıcaklığı bizi ısıttı.
Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesinin sıkıntısını gördük. Elektrik çok geç geldi ve hala sorun var. İnternet sorunu bitmedi. Bugün 22 ay geçmesine rağmen Dursunlu Mahallesi’nde hala internet yok. Bu ciddi bir sıkıntı, başıboşluk var. Siz burada yöneticiyseniz çağıracaksınız. Neden interneti götürmediniz? Ne var internet götürmekte, çok mu zor? Kablo döşeyeceksiniz. Bu öyle bir şey ki; her şey hazırdı, özelleştirildi, bedavaya satıldı ve üstüne bir şey koymadılar. Elektrikte de durum böyle…
İlk günler biz enkaz tozuyla, asbestle uğraştık. Kamuoyu oluşturduk. Bunun zararlı olduğunu, kanserojen olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu bizim görevimiz miydi? Görev edindik. Halkın sağlığı bizim görevimiz. Biz hastaların sağlığıyla, psikolojik sorunlarıyla uğraşırken, kadınlarla uğraşırken karşımıza bir de korunaksız, kanunsuz, hukuksuz hızlı yıkım çıktı. Halk kendi derdiyle uğraşırken biz de bu aydınlatmayı, bilgilendirmeyi yaptık. Bu yıkımlara halk karşı çıkmaya başladı.
Depremlerden sonra fırsat kapitalizmi ortaya çıkar. Kişilerden, şirketlerden, merkezi yönetime kadar. 1999’da da öyleydi (Gölcük ve Düzce depremleri), şimdi de öyle. Hatay Valiliği ÇED’i (Çevresel Etki Değerlendirmesi) kaldırdı. 6 Şubat’tan itibaren 120 adet ÇED’siz işletme açıldı. Sağa sola maden ocağı adı altında taş ocakları, beton santralleri açıldı. Bu sefer de biz bunlarla, bunların verdiği tozla, tozun zararıyla uğraşmaya başladık. İnsanlar daha acılarını yaşayamadan, kayıplar bulunamadan… Beş tane hekim hala kayıp. Nasıl olur, yani deprem oluyor ve insan bulamıyorsunuz. Nedeni şu; binalar özensiz bir şekilde kaldırıldı. Binlerce insan kayıp, mezarı yok. Mezarlarda, kimsesiz mezarları var, ayrı. Psikolojik sorunlarla uğraşırken bir de rezerv alan dediğimiz bir şey çıktı. İnsanların evlerine, mallarına, mülklerine, zeytinliklerine el konmaya başladı. Bu sefer bunlarla uğraşmak zorunda kaldık.
Günümüze geldiğimizde yıkılan hastanelerin yerine iki küçük hastane yapıldı. Yeterli değil ve derme çatma. Çoğu zaman içinde malzeme yok, alet edevat yok, yağmurlarda su basıyor. 56 tane aile sağlığı merkezimiz yıkıldı, sağlık ocağı dediğimiz yerler. Şimdiye kadar iki tanesi yapıldı. Biri dayalı döşeli sadece. 1999 depreminde böyle bir şey görmedik; çünkü aile sağlık merkezlerini, sağlık ocaklarını devlet kuruyordu. Bir bahçeleri vardı, yıkılsa hemen yapılırdı. Şimdi ise bina yıkıldı, altındaki sağlık merkezi de yıkıldı. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın bizi getirdiği nokta bu. Aile hekimlerimiz şimdi konteynırlarda görev yapmakta. Aşı sıkıntısı yaşıyorlar. Konteynırda ne hizmet verilecek? 21 metrekare içinde gebe takibi mi yapacaksınız, bebek aşısı mı, yaşlı takip mi, izlenme raporu mu vereceksiniz?
Tabip Odası olarak bu süreçte mahallelerde halk sağlığı toplantıları örgütlediniz. Biraz bahseder misiniz?
Ben bir de çevreci de olduğum için ilk bize gelen şey Milleyha. Bizim bir sulak alanımız var Samandağ’da. Doğal sit alanı, tabiat mirası olarak kaydettirmek için yıllarca uğraştık. Vatandaşa bilgi verdik, yerli ekolojist arkadaşlar sahiplendi. Sonra bize haber verdiler “Buraya enkaz dökülüyor” diye ve biz oraya gittiğimizde daha kötü bir şey gördük. Çadırların yanında devasa enkaz yığınları vardı ve orada biz o enkazlarla ilgili bilgi vermeye başladık. TTB’den maske istedik. Orada bulunan vatandaşa, iş makinesi operatörlerine ve yıkımlarda görevli kolluk kuvvetlerine hem anlattık hem de maske dağıttık. Etkili olmadı tabii, çünkü o sıcakta ya da o soğukta maskeyle çalışmayı zor görüyorlardı. Normalde sulama olması gerekiyor ancak sulama yoktu. Biz de vatandaşa bu bilgilendirmeyi yaptık.
Ayrıca bir kadın sağlık birimi açtık. Kadınlarla şiddet, cinsel sağlık, üreme sağlığı, hijyen üzerine eğitimler yaptık. Psikolojik destek çalışmaları örgütledik. Bu şekilde, bilinçlendirme amaçlı birçok halk toplantısı yaptık. Hem toplantı şeklinde hem bire bir görüşmeler yaptık. Depremin altıncı yedinci ayından sonra da köy köy kanser taramalarına başladık. Kanserle ilgili ihmal edilen taramalara, eğitimlere devam ediyoruz. İlk günden itibaren de ampute olan bireyler olsun, çadırlarda yatıp kalkan ya da konteynırda 21 aydır yatıp kalkanların omurgalarında oluşabilecek sorunlara karşı fizik tedavi merkezi açtık. Bir yıldır ücretsiz hizmet veriyoruz, bir yıl daha vereceğiz.
Depremden sonra yıkım ve enkaz kaldırma çalışmalarıyla başlayan bir toz sorunu var. Bu sorun çevresel etkileri değerlendirilmeyen, yani “ÇED gerekli değildir” raporlarıyla açılan taş ocakları, beton santralleriyle katlanarak devam ediyor. Siz hem Türk Tabipleri Birliği olarak hem de Antakya Çevre Koruma Derneği olarak önümüzdeki yıllarda kanser vakaları ile daha sık karşılaşacağımıza dikkat çekiyorsunuz.
Antakya Çevre Koruma Derneği’nin 30 yıldır yönetim kurulu üyesiyim. Enkaz ilk kaldırıldığı zaman, bizim endişelendiğimiz, basının ve vatandaşın da ilgi duyduğu asbest vardı. Biz onunla ilgili taleplerde bulunduk. İstanbul Çevre Mühendisleri Odası gelip numuneler aldı ve asbest olduğu ortaya çıktı. Daha sonra valilik tabii sürekli olarak daha önce de yaptığı gibi hemen bunu yalanlamaya gitti. Ama asbest vardı, bulundu. Şimdi enkazın içinde sadece asbest yok. Enkazın içinde, ayrıştırma yapılmadan, kanunlara ve kurallara uyulmadan vahşi bir toplama yapıldığı için kurşun, cıva gibi ağır metaller var, silika var… O kurşun, cıva gibi ağır metaller toksiktir, zehirlidir. Cıva sürekli buharlaşır. Eskiden cıvalı termometreler vardı, onlar yasaklandı çünkü kırıldığı yerde cıva kayboluncaya kadar buharlaşır ve buharlaşınca solunum yoluyla insan vücuduna girer. Asbest 15-20 yıl sonra kanser yapar. Bunu biliyoruz. Bunu da Amerika’daki 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra oradaki insanların 10-15 yıl sonra akciğer kanserine, mezotelyomaya (akciğer zarı kanseri) yakalandığını gördük. Mezotelyomanın en önemli sebeplerinden biri asbesttir. Bunlar görüldükten sonra asbestin kanserle ilişkisi ön plana çıktı. Binalarda kullanılan boyalarda asbest var, özellikle eternit denilen o malzeme asbestten yapılıyor. Asbest sert liflerden, ince liflerden oluşuyor. O malzemeler 15-20 yıl sonra kansere yol açıyor. Asbest her yerde bulunmayabilir ama silika yıkılan her binada bulunuyor.
Silika nedir? Kumun, tozun maddesi. Kanser yapıyor. Silikayı nerede gördük? Yıllar önce İstanbul’da kot taşlama işçilerinin erken öldüğü, kanserden öldüğü fark edilince araştırılıyor. Kot taşlamada kullanılan silikadan dolayı olduğu açığa çıkıyor. O toz da kanserojen. Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği günlük sekiz saatlik miktarın üstünde solunması kanserojendir. Biz burada TTB olarak aylık tespitler yaptık ve bazı günler Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği oranların 24 saat boyunca 8-10 katına çıkıldığını gördük. DSÖ, çalışma ortamına göre sekiz saat üzerinden hesaplıyor. Yani en azından diğer 16 saatte rahat olabilsin diye ancak biz bütün yaşam ortamında 24 saat boyunca görüyoruz…
Beton santralleri ile ilgili önümüzdeki ay içinde yeni bir çalışmamız olacak. Temiz Hava Hakkı Platformu’yla beraber yapıyoruz bu çalışmayı. Aynı zamanda kara hava raporu açıklandı. Kara hava raporunda da Türkiye’de bu toz nedeniyle ülke çapında 67 bin insanın öleceğini gördük. Kara hava raporunda tozun meme kanserine neden olduğunu da tespit ettiler. Orada da açıklandı. Yani toz akciğer kanseri haricinde meme kanserini de tetikliyor. Biz sürekli bu kadar tozu solursak ne olacak 15-20 yıl sonra, bilmiyoruz. Çocuklarımız için endişeliyiz. Yetişkin akciğeri büyüktür ama çocukların akciğerleri küçüktür ve dakikada yetişkin 15-20 defa nefes alıp verirken, bebekler 30-40 defa nefes alıp verir. Bizim aldığımızın dakikada iki katı kadar toz alırlar ve akciğer kapasiteleri de çok ufaktır.
Şu an kent yeniden inşa ediliyor. İktidarın yeniden inşa politikasında da her gün uygulama değişiklikleri görüyoruz. Bu süreçte halk sağlığı ödülü almış bir hekim olarak kentin yeniden inşa sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir kentin inşası o kentin sadece betonla inşası değildir. İstediğiniz yere böyle dağ başına veya bir ovaya gidin, betonarme binalar kurun, millet gelsin yerleşsin, orası kent olmaz. Bunu çok görüyoruz. Özellikle köyler taşınırken, baraj altında kalan köyler taşınırken gördük. Köy olmadılar ondan sonra. Bir kent inşa edilirken kenti kültürü, geleneği, inançları, sosyal ve ekonomik çevresiyle beraber inşa etmek gerekiyor. Kent öyle inşa edilir. Şu an kenti inşa etmek için Hatay’da uydu kentler dağlarda yapılıyor. Dağ köylerini yok edip yerine betonarme binalar yapıyorsunuz ve bize kent diye yutturacaksınız bunu. Bunlar kent olmaz. Kent, mahallelinin geçmişten geleceğe taşıdığı izlerle beraber inşa edilir. Yereldeki ev kadınından terzisine, berberine, kuaförüne, mühendisine, mimarına, hekimine kadar fikirleri alınıp inşa edilir kent. Kentin dokusunu yaparken, kentin hafızasının da beraber devam etmesini sağlamanız gerekir.
Ben kendi mesleğimle ilgili şunu söyleyeyim. Biz ilk günden itibaren çok seslendirdik. Çok sert de seslendirdik çünkü duymadılar. Bizim alanımız sağlık olduğu için o açıdan söyleyeyim, bir sağlık hafızası var. Bunun buradan kaybolmasına izin veremeyiz. Ben şanslıyım bir hekim olarak. 33 yıllık hekimliğimin 31 yılını burada ve bu köylere bakarak geçirdim ve devam ediyorum. Benim buradaki hastalarım geldiklerinde, ilk günlerden bugüne kadar gözlerinde bir mutluluk var, beni gördükleri için seviniyorlar. Ben de onları gördüğüm için seviniyorum. “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyorlar. Bunun nedeni onların hastalıklarını, davranışlarını, duygularını biliyor oluşum. Onlarla iletişimim var. Şimdi bizim gibi şanslı olmayan arkadaşlarımızı, aile sağlığı merkezi yıkılan, hastaneleri yıkılan arkadaşlarımızı burada tutmak için Sağlık Bakanlığı’na da seslendik, yerel yönetimlere de seslendik. Duymadılar ve maalesef önemli bir kısmımız gitti. Halkın güven duyduğu, sağlığıyla ilgili güven duyduğu, gelip sorunlarını anlatıp paylaşacağı sağlık ekibinin gitmesi onlarda ciddi bir boşluk oluşturdu. Biz sağlık hafızası için çok uğraştık. Bunun yok olmasına izin veremeyiz. Şimdi diyorlar ki 250 bin konut yapacağız. Bunların 200-300 tanesini hekimlere, hemşerilere yapın. Çok mu zor? Koskoca devletsin, koskoca bakanlıksın. Onu bırakın, 22 ayda 56 adet aile sağlığı merkezini yapamadılar. Ya biz neyi konuşacağız? Gelsinler, konuşalım yöneticiler her kimse.
Hem doktorların hem de insanların bulunduğu yerlerden uzak noktalara gitmesi aile sağlığı merkezlerini ve doktorlarını nasıl etkiledi?
Bakın aile hekimleri açısından ayrı sorun var, hastalar açısından ayrı sorun var. Aile hekiminin evi, işyeri yıkıldı. Aile sağlığı merkezi bölgesindeki nüfusun yüzde 70-80’i giden oldu, çoluğunu çocuğunu başka yere taşıdı. Gidip gelenler var. Kendi barınmasıyla, yaşamıyla uğraşırken bir de hastasının sorunu… Bir de aile sağlığı merkezinde çalışan aile hekimlerinin ücreti hasta sayısıyla ve yaptığı işle ölçüldüğü için ciddi gelir kaybına uğradı ve buna rağmen devam etti. Aile hekimlerinin nüfus kayıplarında şöyle bir sorun var: Nüfuslar dağıldı, başka şehirlere gidenler oldu ya da başka konteynır kentlere, başka mahallelere, köylere giden oldu. Bizde bebeklerin takibi, gebelerin takibi, izlemleri önemli. Bunların aşılarını çağırıp yaptırmanız gerekiyor. Aile hekimleri o günden bugüne kadar bunların kendilerine verdiği maddi zararlarla uğraştı. Bir bebeği, bir gebeyi bulamazsanız, izleyemezseniz maaşınızdan kesiliyor ki bu ortamda nasıl izleyeceksiniz? Yok ortalıkta, devlet bulamıyor. İtiraz ediyorsunuz, “Maaşın buradan kesildi” diyorlar. Her ay 30’ar 40’ar itiraz dilekçesi gönderiyorsunuz. Hekimler, bunlarla da uğraştı ve buna rağmen burada kaldılar. Ölen bir bebeğin aşısını yapmadı diye maaşı düşen aile hekimlerimiz oldu. Samsun’a giden bir kadının hamile kalması yüzünden maaşı kesilen aile hekimlerimiz oldu. Bakın çocuğu var, eşi var, barınma sorunu var. Evi, arabası, işyeri gitmiş. Biz bu işyerini yapmaya kalksak 1 milyon TL ödememiz gerekiyor. Cebimizden ödüyoruz. Kredi çekerek yaptığı işyeri gitti ve aile hekimleri kayıp için böyle esnaf gibi kredi de çekemiyor. Tüm bunlarla uğraşırken bir de hastanın sıkıntısı var. Aile hekimini bulamayan bebek ve annesi sıkıntıya girdi, gebe sıkıntıya girdi, ehliyet raporu ya da işe giriş raporu alacak insan sıkıntıya girdi. Aile hekimi yoksa alamıyor. Hasta ulaşamıyor aile hekimine, aile hekimi de hastaya ulaşamıyor. Aile hekimi kendi nüfusu bu mahallede ama şu konteynırda görev yapıyor. Kendi nüfusu olmayan bir konteynır kentte görev yapıyor. Böyle sorunlar var.
17 Ağustos’ta biz burada 18. ay raporunu yayımladık. 17 Ağustos’u seçmemizin nedeni 17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümü olmasıydı. Yıldönümünde ve Hatay’da yayımladık. 17 Ağustos depreminde gördüğümüz ilk şeyi bugün yine gördük: Devletin yaptığı ve yapmadığı ile halkın yaptığı ve yapmadığı. Hem 17 Ağustos’ta hem Şubat 2023 depremlerinde halk dayanıştı. Dayanışmayla iyileşeceğini düşündü ve dayanıştı, dayanışmayla iyileşmeye çalıştı. 17 Ağustos 1999 ve Şubat 2023 depremleri arasında devletin iki aynı davranışı var: Bir, halkı umursamadılar, seslerine kulak vermediler. İkincisi rant ekonomisi, her iki depremde de vergi çıktı. O günden bugüne toplanan deprem vergileri, ek vergiler nerede? Bu depremde de sömürdüler vatandaşı, ikisinde de hükümetler vatandaşın sırtından gelen yardımları bile yediler.
Sağlıkta neoliberal dönüşümün zararlarını o kadar net gördük ki, halen de görüyoruz. Sağlık ocakları vardı, devlet tarafından yapılırdı. 17 Ağustos depremlerinde birkaç tanesi yıkıldı. Yıkılanın yerine hemen yenisi yapıldı. Şimdi sağlık ocaklarının yeri yok, yer bulamıyorlar. Çünkü devlet oradan çekildi, sağlığı özelleştirdi. O günden bugüne hastanelerin durumu gördük. Eskiden mahallede hastaneler vardı. Hastaneler mahallede hizmet veriyordu, hastalar hemen ulaşıyordu. Şimdi devasa hastaneler yapıldı. Ne oldu? Yıkıldı. Taşeronlaştı sağlık; hastayı müşteri olarak görmeye başladı, hastadan aldığımız kanı puan olarak görmeye başladı ve artık işyeri açacak firmalar, fabrika açacak firmalar, daha kolay bir şekilde hastane açmaya başladı. Sorunumuz bu. Bebekler ölüyor. O bebeklerin sağlığını kimse düşünmedi. Siz bir fabrika açıp 100 işçi çalıştıracağınız paraya, üretim yapacağınız paranın yarısına oda yaparsınız, yenidoğan yaparsınız. 10 odanın içinde günde 100 bin para kazanırsınız. İki yatağa bir hemşire düşüreceğine 10 yatağa bir hemşire düşürürsünüz. Ayda vereceğiniz 100 bin lira, günlük kazanacağınız 100 bin lira olur. Hangisini yaparsınız? Bunu taşır ona ihale edersiniz. Sağlık bu hale geldi. En kısa özeti bu.
Kazan-kazan sistemi vardır sağlıkta. İstanbul’da şimdi 10 küçük hastane kapatıldı. Büyük hastaneler onların ruhsatlarını alacak, büyük şehir hastanelerine. Sağlık Bakanlarının ikisinin özel hastanesi vardı. İkisi hasta alacak. Kazan-kazan sistemi. İthalatçı medikal firmaları kazanacak. Büyük firmaların hastaneleri kazanacak. Yani her taraftan kazanacaklar. SGK’yi batıracaklar. Özellikle SGK’nin ilişkisini kesmeniz gerekiyor. Bakın sağlıkta neoliberalleşme dedik ya, birinci basamağa 2010’da ayrılan Sağlık Bakanlığı bütçesi yüzde 19’du, bugün yüzde 11. Yüzde 8 nereye gitti? Yeni ödeme ve sözleşme yönetmeliği ile de yine bizden kısacaklar. Orada hastadan da kısacaklar. Hastanın haberi yok. Hastadan şöyle kısacaklar. Ben diyeceğim ki bugün, bu ay yazdığım ilaç fazla. Benim ağrı kesiciye ihtiyacım var. Git satın al. Bundan 3-5 milyar para kazanmayı düşünüyor devlet. Ama nereden kesmiyor? Özel hastanelere aktardığı paralardan kesmiyor.
Antakya Çevre Koruma Derneği’nde de ekolojist kimliğiniz ile çalışmalar yapıyorsunuz, Çevre Derneği’ne, ikinci bir kimliğe neden ihtiyaç duydunuz?
Şimdi o aslında ekstra bir kimlik değil. İkisi ayrı. Mesleki örgütlülüğümüzle ilgili, mesleki sorunlarımızla ilgili, insan sağlığıyla ilgili sorunları konuşmak, çözmek için tabip odalarına üye olmuştuk. Bir de yine aslında insan sağlığını ilgilendiren -çünkü insan sağlığı sadece bedensel ve ruhsal değil, çevresel, sosyal, ekonomik unsur da içine giriyor- çevre sağlığının da önemli olduğunu ve çevre bilincinin de oluşturulması gerektiğini öğrendik. Yani okuduğumuz kitapları, gördüğümüz yanlışları, gezdiğimiz ülkelerdeki gördüğümüz şeyleri, o deneyimlerimizi buradaki halkla paylaşmak…
Burada biz 2002 ya da 2003’tü, GDO’yu anlatmak için dev mısırlar getirdik, dev domatesler getirdik, şişirdik, gösterdik halka. Baz istasyonu çıktı, baz istasyonlarıyla ilgili bilgilendirdik. Benim daha önce AIDS Savaşım Derneği Başkanlığı’m var 15 yıl. O kimliğim de vardı. Çünkü bir hastalık var ve bu hastalığa kamu yetmiyor, önemsemiyor da. Sizin sivil toplum kuruluşu olarak o çatı altında, o zırhın içinde bunu anlatmanız gerekiyor. Siz devlet memuru olarak bunları rahat rahat anlatamıyorsunuz. Çevrede de böyle, TTB’de de böyle. Ben burada devlet memuruyken bunları açık açık anlatamıyorum. Ama ben TTB kimliğimle tüm eksiklikleri anlatırım ve biz bu yüzden illegal örgütmüşüz gibi lanse ediliriz. Biz gerçekleri söylediğimiz için bu şekilde lanse ediliriz. Bizim kimseden bir çekincemiz yok. Biz her ortamda gerçekleri söyleriz. Bugün “Siz niye bu katliama karşı çıkmıyorsunuz?” diye, İsrail Tabipler Birliği’ne kızıyoruz değil mi? Ben oradaki tabipler birliğine kızmışken, kendi ülkemdeki yapılan yanlışlıkları, vahşeti, buradaki halk sağlığını, insan sağlığını ayaklar altına almayı da yüreklice, korkusuzca mesleğimden, etiğimden gelen bir sesle seslendirmem gerekir.
Söyleşi: Zişan Gür