Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi yönetim kurulu üyesi Nergiz Tuba Aslan ve konferanstaki Göç oturumunun konuşmacıları arasında yer alan, Midilli’de göçmen hakları üzerine faaliyet gösteren Legal Centre Lesvos’tan Ozan Mirkan Balpetek’le ÇHD’nin 50. yılı ve konferans programı için seçtikleri mottolar üzerine sohbet ettik
Hukuk alanında mücadele bayrağını yıllardır yere düşürmeden taşıyan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) 50. yılında İzmir’de “Kriz” temalı bir konferans düzenliyor. 1 ve 2 Kasım tarihlerinde İzmir Sanat Merkezi’nde düzenlenecek konferansta Ekonomik Kriz, Ekoloji, Savaş, Faşizm, Göç ve Yargı temalarında 6 farklı oturum olacak. Biz de Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi yönetim kurulu üyesi Nergiz Tuba Aslan ve konferanstaki Göç oturumunun konuşmacıları arasında yer alan, Midilli’de göçmen hakları üzerine faaliyet gösteren Legal Centre Lesvos’tan Ozan Mirkan Balpetek’le ÇHD’nin 50. yılı ve konferans programı için seçtikleri mottolar üzerine sohbet ettik.
Bir kurumun, oluşumun 50. yılına ulaşması bizim coğrafyamızda çok sık karşılaştığımız bir şey değil. Başta 12 Eylül Darbesi olmak üzere burjuva hukukunun bile sayısızca kez çiğnendiği koşullarda, tüm zorlukların ortasında Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) nasıl 50 yıl ayakta kalabildi?
Nergiz Tuba Aslan:
2024 yılında, geriye bakarak bu tarihe dair bir söz söylemek aslında çok ağır bir sorumluluk. Çağdaş Hukukçular Derneği, 1974 yılında kurulmuş ve o günden bugüne çeşitli kesintilerle ayakta kalabilmiş bir dernek. Derneğimizin toplumsal mücadelenin içinde ve yanında yürütülen çalışmalara, mücadelelere ve politik atmosfere su taşıması ayakta kalmasının da sebebi diyebiliriz.
ÇHD Halid Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Gülçin Çaylıgil gibi isimler tarafından 70’li yılların politik atmosferinde, zor zamanlarında kuruluyor. Zaman içinde değişiminin, dönüşümünün, mevcut politik atmosfere uyumunun da bu derneğin aslında toplumsal muhalefetin yanında ve içinde olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Elbette bu elli yıl derneğimiz açısından da çok güllük gülistanlık değildi. Darbe zamanı kapatmalar, doksanlarda yeniden kurulmalar, yine yakın zamanda darbe girişimi sonrasında özellikle toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçen bir KHK dönemi, bütün demokratik kitle örgütlerinin, medyanın kapatıldığı süreçler derken bunların hepsinde biz de payımıza düşeni aldık. Şu anda onursal başkanlığımızı yapan ama uzun dönem genel başkanımız olan Selçuk Kozağaçlı da dahil olmak üzere pek çok arkadaşımız ise hâlâ hapisteler.
Verdiğimiz mücadelenin bir bedeli olduğunun farkındayız ve bunun sorumluluğunu da taşıyoruz. Kurumsal olarak kapatılsak da bizler yine alanlarda, mahkemelerde, hapishanelerde ve karakollardayız ve bu iddiayı elimizden geldiğince bizden sonra gelecek kuşaklara taşımayı, devretmeyi bir sorumluluk olarak görüyoruz.
ÇHD gibi oluşumların özgün bir durumu da var. Mühendislerin veya hekimlerin meslek odalarının yanında sizinki gibi oluşumları pek yok. Olanlar da genelde kısa ömürlü veya etkisiz oluyorlar. Avukatlar bir meslek odası olarak barolara sahipken ÇHD gibi oluşumlar hangi amaçla hareket ediyor, hangi boşluğu dolduruyor?
Nergiz Tuba Aslan:
Barolar, Türk Tabipleri Birliği ve TMMOB gibi meslek odaları, ilgili alanda mesleğimizi ifa ederken üyesi olmamızın zorunlu olduğu kuruluşlar. Bu meslek odaları zaman zaman toplumsal ihtiyaca karşılık verebiliyorlar. Ancak bu meslek odaları aslında binlerce üyesi olan kuruluşlar ve gündemleri, politik bakışları her dönem hızla değişebiliyor. Ancak Çağdaş Hukukçular Derneği, doksanlı yıllardan bu yana bu coğrafyada var olan İnsan Hakları Derneği gibi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi kuruluşlar ya da yeni kurulmuş olsa bile kökleri daha eskilere uzanan Özgürlük İçin Hukukçular Derneği gibi demokratik kitle örgütleri farklı ihtiyaçlara karşılık geliyorlar. Bunlar belirli bir politik bağlamda, aynı düşünceye, aynı dünya görüşüne sahip insanların bir araya gelip politika yapabildikleri ve mesleklerini de bulundukları yerden bu örgütlerde var edebildikleri oluşumlar diye özetleyebiliriz. Çağdaş Hukukçular Derneği bu anlamda belki bir çatı örgütü olabilir çünkü farklı politik aidiyetleri olan kişiler ya da herhangi bir örgütü olmasa bile dünyaya soldan bakan, meslek odalarının yetmediğini düşünen ya da başka bir söz kurmak isteyen kişilerin bir araya gelebileceği, iş üretebileceği, çalışmalar yapabileceği bir dernek oldu.
Bugün görüşmemize vesile olan, Çağdaş Hukukçular Derneği’nin ellinci yılı için düzenlediğiniz konferansa gelmek istiyorum. Ellinci yılınızda savaş, faşizm, ekoloji, yargı, ekonomik kriz ve göç başlıkları üzerinden “Kriz” temalı bir konferans düzenlemeye size iten saikler neler? Bu başlıkları nasıl seçtiniz?
Nergiz Tuba Aslan:
Aslında uzun bir hazırlık dönemi oldu. ÇHD’nin ellinci yılı için bir konferans fikri canlandıktan sonra uzun tartışmalarla bu noktaya vardık. Nihayetinde ÇHD dile kolay yarım asırdır bir şekilde ayakta kalmış ve var olabilmiş bir dernek. Biz de tek başına bir şeyler yapan ya da önüne salt hukuk mücadelesini koyan bir dernek olmadığımız için ÇHD’nin ellinci yaşını kutlarken kapitalizmin dünyada ve coğrafyamızdaki kriz yansımalarına hep birlikte bakalım istedik. Konferansı ancak altı oturuma indirebildik. Elbette birçok yakıcı gündemi bu altı oturumda konuşamayacağımızın farkındayız ama ana hatlarıyla kesen ve aslında birbirini besleyen altı konu başlığı belirledik.
Bunun temelinde tabii ki kapitalizmin dönemsel olarak bir çıkmazı olan kriz meselesi var. Bu, daha öncesinde de yaşadığımız yapısal bir mesele ama ekonomik krizde kalmıyoruz. Elbette ki bu hepimizi bireysel olarak mikro ölçekte etkilese de bunun doğal sonuçları ve aslında sebep sonuç ilişkilerini de görmek gerekiyor. Savaş başlığı böyle mesela. Dünyada ve yaşadığımız Orta Doğu coğrafyasında neler oluyor, neler yaşıyoruz ve bunları nasıl anlamlandırabiliriz? Bir diğer başlık da Ekoloji örneğin. En temel meselemiz iklim krizi ve buna özellikle küresel ölçekte emperyalist ülkelerin bakış açısı ve mikro ölçekteki şirketlerin nasıl yaklaştığı, içinde yaşadığımız dünya nasıl yok oluyor aslında hep birlikte yaşıyoruz. Diğer yandan Faşizm ekonomik krizden, savaştan, ekolojik yıkımdan, göçten beslenen ve aslında onları doğuran bir yerde duruyor. Göç ise çoğumuz gözünü kapatıp kulağını tıkasa da aslında yanı başımızda yaşanan en yakıcı mesele olarak durmaya devam ediyor ve bunu görmezden gelmemek, çok boyutlu bir şekilde tartışmak gerektiğini düşünüyoruz.
Elbette ki bir hukuk örgütü olarak Yargıyı da konuşmamız gerekir diye düşündük. Toplumsal bir hatta herkesi davet ederek hep birlikte düşünelim, tartışalım, buradan çıkış yolları ne olabilir üzerine birlikte kafa yoralım istedik. Bunların hepsinin bugünden yarına değişecek meseleler olmadıklarını biliyoruz ama büyük resmi görüp küçük ölçeklerdeki mücadele hatlarımızı derinleştirmek, birbiriyle ilişkilendirmek iyi olur diye düşündük.
Kapitalist ekonominin tekrarlayan krizleri işçi sınıfının tüm kesimlerini elbette etkiliyor ancak ben kapsamı biraz daraltmak istiyorum. Avukatlar; işsizlik, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları derken bu “kriz”i nasıl deneyimlemek zorunda kalıyorlar?
Nergiz Tuba Aslan:
Avukatlar da herkes kadar etkileniyor. Sistem içindeki işçi avukatları, stajyer avukatları ve bunların yoğun çalışma koşullarında sömürülmelerini, düşük ücretleri, angaryaları görmek gerekiyor. Zaman zaman ekonomik nedenlerle, borç nedeniyle, yalnızlık, çaresizlik nedeniyle intihar eden avukatları haberlerde görüyoruz. Hukuk sisteminde özellikle ülkemizde tekelleşmeye doğru kaçınılmaz bir şekilde gidildiği için bir avukatın kendi ofisini açıp küçük esnaf gibi daha etik bir yerden mesleğini sürdürmesi artık çok zor. İşçileşmeniz ya da tekelleşmeniz gerekiyor.
Son yıllarda çok sayıda hukuk fakültesinin açılması ve eğitim kalitesinin düştüğü gerekçesiyle bu yıl itibariyle avukatlık sınavı gündeme geldi. Biz buna başından beri karşı çıkıp bir mücadele yürütüyoruz. Avukatlık sınavı ile birlikte artık dört yıllık hukuk fakültesi mezunları bir merkezi sınava girecekler. Bu sınavın kim tarafından, ne şekilde, nasıl değerlendirileceği ise meçhul. Tamamen belirsizliklerle başlayan bu süreçte, bu sınavı geçemeyen, hukuk fakültesini bitirmiş, çok yüksek bir yüzdenin bir kâtip, bir ofis çalışanı gibi çalışacağı bir sektör yaratılması planlanıyor. Bu, az önce söylediğim şirketleşmeleri, tekelleşmeleri de aslında ağır bir şekilde besleyecek. O yüzden de evet herkes kadar avukatlar da yoksulluğu dibine kadar yaşıyorlar.
Ozan Mirkan Balpetek:
Dünyadaki eğilimle Türkiye’dekini karşılaştırmak iyi olabilir. Türkiye’de yaşanan avukatlığın kıymetinin değişkenliği aslında Avrupa veya bütün kuzey küredeki ülkelere içkin bir mesele; hukukun üstünlüğü askıya alındıkça veya ortadan kalktıkça, güçlünün hukukuna doğru kayan bir eğilim var. Yani toplumsal mücadelelerde yer alan, toplumsal faydayı, insan haklarını savunan avukatlar yerine şirketlerin, devletin, savcıların, polis memurlarının veya nereden ekmek gelecekse diye oluşmuş öbeklerin avukatlığı daha yoğun.
Bir diğer konu da bu avukatlık sınavı meselesi. Avrupa’daki pek çok ülkede zaten var olan bir şey avukatlık sınavı ve yine bu şekilde elitizme aslında hizmet ediyor. Almanya’daki formatında mesela o kadar dar bir avukat grubunu kapsıyor ki, sınavın geçişi oranı yüzde elli beş. Sınavdan geçmek için tek bir hakkınız var. Kalırsanız bütün avukatlık eğitimini yakmış oluyorsunuz. Bu sınava geçen avukatlar da elitist pozisyonlarını korumak için bu sınavın kaldırılmamasından yana oluyorlar çoğunlukla. Öğrenciler ne kadar eylem yapsalar da var olan sistem bunun kalkmamasından yana. Yani haliyle böyle bir filtreleme sisteminden gerçekten nasıl insan hakları, evrensel hukuk, hukukun üstünlüğü gibi kavramları savunacak insanları bulacaksınız veya bunlarla beraber bir toplumsal mücadele savunusu götüreceksiniz. Avrupa’nın politik hukuk sistemini takip eden bir ülke olarak Türkiye’deki de bunu biraz arkasından izleyen bir model aslında.
Nergiz Tuba Aslan:
Nasıl ki hapishane modelleri, ceza infaz modelleri gibi meseleler aktarılıyorsa bunlar da aslında aktarılıyorlar. Ülkeler bu modelleri kendi iç dinamiklerini uyarlayarak bir şekilde hayata geçiriyorlar. Hukuk alanında da meslek odaları varken neden ÇHD gibi oluşumlara ihtiyaç var sorusuna da buradan bakmak gerekiyor. Ne yazık ki Türkiye Barolar Birliği ve neredeyse baroların tamamı bu avukatlık sınavı sisteminin gelmesini destekledi. Çünkü yine bu sistemde birileri daha fazla para kazanacak ve bu sistemi besleyecek, angarya yürütecek işçilere, kölelere, çalışanlara ihtiyaç var. Nerede durduğunuza bağlı olarak sınıfsal olarak çıkarınız neredeyse onu desteklersiniz. O yüzden de meslek odaları da bu sınavda tam da Ozan’ın vurgu yaptığı elitizm diye tarif edebileceğimiz yeri seçtiler ve sınıfsal olarak da orada durdular. Öğrenciler, hukuk fakülteleri, stajyer avukatlar ve ÇHD elinden geleni yaptı, destek verdi, mücadele etti ama inanılmaz bir biçimde yalnız bırakıldığımızın altını çizmek gerekir.
Türkiye’nin dört bir yanı ekolojik talan altındayken ekoloji mücadelesi zorlu olduğu kadar da meşru bir mücadele zemini yaratıyor. Bu zemin hukukun krizlerinin, hukukun uygulanma biçiminin krizlerinin de gözler önüne serildiği alanlardan biri. Hukukun sınırlarının, anayasanın büyük şirketler lehine çiğnendiği koşullarda ekoloji mücadelesi açısından hukuk nerede duruyor? ÇHD buralarda nasıl konumlanmaya çalışıyor?
Nergiz Tuba Aslan:
Her ne kadar bir hukuk örgütü olsak da hukukun, yargının neye hizmet ettiğini görmek ve ona göre davranmak gerektiğini düşünüyorum. Büyük ölçekte tarif edeceğim şey, elbette küçük ölçekte yapılanları küçümsemek olarak algılanmasın. Her alanda her türlü hukuksal mücadeleyi yürütmek gerektiğine inanıyoruz. Ama ekoloji mücadelesinin başka bir boyutunu atlarsak ve meseleyi salt hukuk mücadelesine hapsedersek sonuçlarını aslında yakın dönemde yaşadığımız gibi görürüz. Yani yargı dediğimiz mekanizmayı, hukuk dediğimiz mekanizmayı bir üst yapı kurumu olarak düşünürsek, dönemsel olarak sistemin ihtiyaçlarına karşı hızla şekillendiğini görürüz. Yani elbette ki hukukun üstünlüğü gibi, evrensel hukuk kuralları gibi büyük büyük kavramlarımız var. Büyük büyük uluslararası sözleşmelerimiz kanunlarımız, yönetmeliklerimiz var. Ama bir ihtiyaç doğduğunda bunların hepsinin göz ardı edilebildiğini, yargının göz göre göre sistemin ihtiyacına göre kararlar verebildiğini görebiliyoruz. Ya da “hukuka inanan yargıçlar” olsa bile ve bu kişiler doğru kararlar verse bile kararı uygulamayan, yok sayan bir yürütme görüyoruz.
Bu yüzden de sokak ayağı, toplumsal muhalefet ayağı zayıfladığı ölçüde ya da hukuka çok fazla bel bağladığımız noktada bunun kazanımlarla sonuçlanmadığını ne yazık ki çok deneyimledik. Elbette ki davaları açmak, buralardan olumlu kararlar çıkarmak, suç işleyenler hakkında suç duyuruları yapmak çok kıymetli. Teşhir anlamında bile kıymetli. Bunları yapmak, tarihe not düşmek gerekiyor ama ağacına sarılan Ayşe teyze olmadıkça hukuk mücadelesiyle kazanılabilecek bir şey değil bu. İkisinin birbiriyle iç içe, birbirini besleyen bir yerde olması gerekir. Çünkü öznesiz yürütülecek bir hukuk mücadelesiyle sonuç alınamayacağı çok net ortada.
İfade etmek için doğru ifade savaş mı bilmiyorum ama işgal, yıkım, imha sözcüklerinin zihnimizden çıkmadığı coğrafyamızda hukuk nasıl bir işlev görüyor? Her ne olursa olsun adalet arayışından vazgeçmemek bilinciyle hafıza, hukuk ve mücadeleyi kesiştirmek nasıl mümkün?
Düzenleyeceğimiz Savaş başlıklı oturumda savaşın sebepleri, nasıl ve nereden doğduğu ve büyük ölçekte dünyada ve Orta Doğu’da neler yaşandığını görmek ve konuşmak istedik. Evet en nihayetinde bir savaş var ama savaşın insanlar, hayvanlar ve doğa üzerinde yarattığı etki çok derin ve bu etkilerin birkaç yılda geçmediğini de biliyoruz. Ve içinde yaşadığımız coğrafya, bu anlamda çok fazla acıyı hafızasında taşıyor. Bunun için hafıza çok kıymetli. Yürütülen hukuksal mücadelelerin elbette çok bir karşılığının olmadığının farkındayız. Yani uluslararası ceza mahkemesinde yürüyen bir davanın, örneğin İsrail’i durdurmayacağını ya da ABD’nin ondan desteğini çekmeyeceğinin farkındayız. Ama bunların hepsi tarihe kayıt düşmek anlamına da geliyor. Ülkemizde yaşanan köy yakmalar, zorunlu göçler, mübadeleler ve bunların yarattıkları acı aslında kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bunları görmezsek, bunları not etmezsek, tarihe kayıt düşmezsek hafızamızı kaybetmiş oluruz. O anlamda belki salt hukuk olarak değil ama kayıt altına almak, bir yerlere not düşmek bundan sonra kuşaklar için de bizim tarihsel görevimiz ve borcumuz diye bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Ozan Mirkan Balpetek:
Ben de halkların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdeki borçtan, Güney Afrika’nın Filistin’de yaşananları Uluslararası Adalet Divanı’na taşımasından söz etmek istiyorum. Güney Afrika’da bugün nelerin yaşandığı, Apartheid’ın gerçekten bitip bitmediği bambaşka bir tartışma ama oradaki avukatların yola düşüp bu iddianameyi hazırlayıp bu savunmayı uluslararası kamuoyunun karşısında yapmaları aslında tam Nergiz’in söylediği şeye, tarihe bir not düşmeye denk geliyor. Bunun insan vicdanında ve toplumsal ilişkilenmede müthiş bir moral veren ve ileriye gitmeye dair inancı tazeleyen, yalnız olmadığımızı hatırlatan bambaşka anlamları var bence. Yani ezilenlerin arasında kurulan “hukuk” hatırlatıldığı, tarihe düşüldüğü her yerde bizi “başka bir mücadele hattında insanlar neyi, nasıl yapmışlardı ve nasıl sonuçlara varmışlardı?” bilgisiyle geleceğe hazırlıyor.
Faşizm geçmişte kalmış bir ideoloji ve hareket olmaktan ziyade her gün kendisini farklı şekillerde yeniden üretiyor. Öyle ki bugün dünyada çok yerde siyasal iktidarları tarif edebilmek için post-faşizm, neo-faşizm, aşırı sağ gibi ifadeler tercih ediliyor. Sizce hukukun farklı biçimlerde bertaraf edildiği bugünlerde faşizme karşı mücadelede hukuk bir araç olabilir mi?
Nergiz Tuba Aslan:
Adli mekanizma süreçlerini düşündüğümüzde, faşizm hukukun içine de nüfuz etmiş durumda. Yargının bir Kürt’e karşı olan refleksi ile örneğin Balıkesirli bir kişiye refleksi çok farklı. Bunun altında faşizm yatıyor. Ya da göç alanında yaşadığımız, yargının da teşne olduğu, aparat olarak kullanıldığı, her türlü açılan davayı otomatik reddettiği sürece göre şekillendiği bir mekanizmada böyle. Yargıyı, hukuku başka bir soyut, temiz, steril bir yere koyabilmemiz mümkün değil. Faşizm yargının da içinde, her şeyin içinde. Yani komşumuz Ahmet’in de aklında ya da işte alışveriş yaptığımız marketin de içine kadar sızabilen bir şey ve bu çok tehlikeli. Sistem her türlü aracıyla bunu empoze ediyor, bir araç olarak kullanıyor ve adına ne derseniz deyin, kökü Brecht’in dediği yerden baktığımızda tam da mottumuzda bahsettiğimiz şey yani ezilenlere, ezilen halklara karşı kullanılan bir yöntem, bir ideoloji aslında. Adı değişse de sonuçları hep çok ağırdı ve dünya ölçeğindeki yükselen faşizm dalgasını göz önünde bulundurursak mücadele yöntemlerini geliştiremezsek çok daha ağır bir yere doğru gidiyor.
Ozan Mirkan Balpetek:
Faşizmin kendini tariflediği 1920’ler ve 1930’larda kendisini meşru kılmak için kullandığı bir ayak da hukuktu. Yani bugün baktığımız yerden Nazi hukukçusu Carl Schmitt hukuk tarihine dair çok önemli şeyler söylüyordu. Egemenliğin, hukukta istisnaları belirleyenlere ve uygulayabilenlere ait olduğunu söylemesi ait olduğu ideolojinin izdüşümü. Faşizm bir taraftan sadece negatif bir olgu da değil, aynı zamanda hem kendini yeniden üretiyor hem de sürekli olarak meşruiyet kavgası götüren, tıpkı bizim kavgamız gibi hukuki tabanı, sağlık tabanı, yargı tabanı, yürütme tabanı, bütün tabanlarda meşru olarak yönetme arzusu ve yönetme arzusunun nasıl pratikte hâkim kılabileceğini anlatan bir olgu. Belki o yüzden bugün neredeyse bütün dünyada hâkim bir ideolojiye dönüşüyor. Ne kadar gerçekçi olup olmadığı bir tartışma ama Arjantin’den birkaç güne seçimin olacağı Amerika’ya, Avrupa’ya her yerde pratik olarak solun veya “muhalefetin” söyleyemediği şeyleri net olarak söylüyorlar ve buradan bir meşruiyet kazanıyorlar.
Nergiz Tuba Aslan:
Bir ek yapmak gerekirse, Faşizm oturumunda kavramlar üzerine de konuşmak istiyoruz. Aynı zamanda tüm bu oturumlar birbirini besleyen yerden, birbiriyle bağlantılı oturumlar olduğu için örneğin Yargı oturumunda da Nazi hukuku ile günümüz hukukunu karşılaştıran bir sunum olacak. Hukukun bu anlamda araçsallaştırılması ve aslında bunun her dönemde uygulanabilirliği üzerinden de çarpıcı sunumlar olacak.
Göçmenlerin yaşamları üzerine kurulu sözler, yürütülen siyasetler ulus devletler ve AB’nin sınırlar hukuku üzerinden işliyor ve bu da hem göçmenler hem de bu alanda mücadele verenler açısından ciddi zorluklar yaratıyor. Bu zorluklar karşısında sınır aşırı mücadelede hukuk nasıl bir işleve sahip olabilir?
Ozan Mirkan Balpetek:
Mücadele dendiğinde birden fazla aygıtımız var ve hukuk bunlardan bir tanesi. Tek başına bir mücadele aracı değil. Ortak gelecek tahayyülümüz var. Yaşadığımız coğrafyanın (ve elbette tüm dünyanın) barış içerisinde, eşit yurttaşların olduğu, toplumsal cinsiyet eşitliğinin var olduğu bir coğrafya olmasını istiyoruz. Ama neredeyse bütün politik oluşumların gündeminde göç en son sırada yer alıyor. Ama şurası bir gerçek ki ortak geleceğin en büyük belirleyici aktörlerinden bir tanesi göçmenler olacak. O yüzden hep şöyle bir kaygıyı gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Acaba bu bizi otomatikman göçmenlerin var olmadığı bir ortak gelecek tahayyülüne mi götürüyor? Çünkü eğer öyleyse yandık, var olan cumhuriyeti daha kapsayıcı bir yönetim biçimiyle yeniden inşa etmek mi istiyoruz, yoksa yine dışlayıcı bir şekilde yeniden mi düzenlemek istiyoruz?
Sınır aşırı mücadele kavramının altını çizerken iki şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir, ortak gelecek tahayyülümüzde ne kadar bir arada yaşamı savunuyorsak, orada göçmenlerin çok başat bir rolünün olduğunu belirtmemiz gerekiyor. İki de, hukuk ve hukuksuzluk alanına çok sıkışan bir alan göç. Sağlık hizmeti, eğitim hizmeti gibi temel hizmetlere insanların erişiminin belirlenmesi de hukukla başlıyor. Haliyle en başta insanların, düzensiz göçmen mi, ekonomik göçmen mi, politik göçmen mi olup olmadıklarını belirten kavramları komple yeniden inşa edecek ve bizim ortak geleceğimizin tırnak içinde hukukunu anlatabilecek bir söze yine sınır aşırı bir mücadelede ihtiyacımız var.
Beri yandan yine elbette ki kurumlar arası ilişki belki bunun önemli bir önemli bir ayağı olacak. ÇHD, Legal Centre Lesvos ve çatı örgütümüz ELDH (European Association of Lawyers for Democracy & World Human Rights) ile halihazırda kurmaya çalıştığımız hat buna tekabül ediyor. Örnek vermek gerekirse Barış Büyüksu davasında iki senedir Barış’ın ailesi ile birlikte Türkiye’de ÇHD, Yunanistan’da Legal Centre Lesvos olarak bir dava götürmeye, hukuk yolu bulmaya çalışıyoruz. Bulmaya çalışıyoruzu vurgulayarak söylüyorum. Çünkü öyle bir yol yok. İşte böyle kurumların veya politik aktörlerin ilişkilenmesine ihtiyaç en çok burada beliriyor.
Nergiz Tuba Aslan:
Evet, göç alanında hukuk yok, hukuksal yol da yok bunun farkındayız. Ama her şeye rağmen biz hukuksal mücadele yürütmeye çalışıyoruz. Bunun da aslında ikili bir tarafı var. Birincisi yine toplumsal, tarihsel hafızayı unutmamak gerekiyor. İkincisi de yürüttüğünüz hukuksal sürecin sonunda ne çıkarsa çıksın bu mücadeleyi yürüten özneler için, örneğin Barış Büyüksu davasında çocuğunu işkence sonucunda kaybetmiş bir ailenin adalet arayışı için kıymeti oluyor. Barış Büyüksu’yu hiç görmemiş olsa bile aslında onlarla birlikte, onlarla yan yana mücadele yürüten insanların varlığını bilmek çok kıymetli bir dayanışma.
Diğer yandan mottomuzu seçerken Somalili bir şairin (Warsan Shire) şiirinden alıntı yaptık. Özellikle faşizmle, ırkçılıkla beslenen yabancı düşmanlığı diye tarif edeceğimiz şeyde bütün ülkelerdeki ezberler çok hızlı kurulabiliyor. Ama aslında dünyada sınırların olmadığını, sınırları insanların çizdiğini, gümrüklerin, pasaportların insan eliyle yaratıldığını belirtmek gerekiyor. Biz bu kalıplar içinde yaşamaya çalışıyoruz. Kimse evini, yurdunu terk etmez durduk yerde derken bu meselenin sebeplerine bakalım, insanlar neden yerlerini, yurtlarını terk edip başka bir ülkeye gitmeye çalışıyor ve bunu sonuçları ne, neler yaşıyorlar konuşalım istedik.
İşçi göçmenler meselesi de bu tartışmaya dahil elbette. Yani göçmenler her yerdeler ve biz görmediğimiz, yanımızdan geçse bile bakmadığımız insanlarla iç içe yaşıyoruz. China Miéville’in Şehir ve Şehir kitabına atıf yaparak söyleyecek olursam bizler göçmenler ve yerleşikler olarak aynı mekânda yaşayıp, aynı şehirde yaşayıp birbirini görmeyen insanlarız. Ama bu yarın bizim de göçmen olmayacağımız anlamına gelmiyor. O yüzden de meseleye büyük ölçekte bakıp dayanışma ağlarımızı, ilişkilerimizi nasıl kuracağımızın, özellikle de enternasyonel düzeyde neler yapabileceğimizin yollarını bulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu oturumda esas olarak bunları konuşmak istiyoruz.
Yargıda yaşanan tüm süreçlere karşı ÇHD olarak hangi mücadele hattını ve yöntemlerini benimsiyorsunuz? Bu mücadele hattında farklı oluşumlarla ortaklıklar kurabilmenin yollarını önünüze hedef olarak koyuyor musunuz?
Nergiz Tuba Aslan:
Yargı oturumunda içinde bulunduğumuz yargının mevcut pozisyonu, konumu, çürüme dediğimiz şey yakın zamanda yaşanan bir şey miydi yoksa yargı her dönem böyle miydi buna bakmak istiyoruz. Bir de tabii politik alanda yürütülmesi gereken bir mücadeleyi siyasal iktidarın nasıl yargıya hapsettiğini konuşmak istiyoruz. Daha önce de söylemiştim ama bunun aslında Türkiye’ye özgü bir şey olmadığını, Nazi hukuku döneminde yargının nasıl aslında gündelik hayata ve bütün kurumlarına, kanunlarına, genelgelerine yansıyan bir şekilde faşizme hizmet ettiğini konuşmak istiyoruz. Daha büyük ölçekte, aslında meseleye hukukçu olmayanlarla, gelecek tüm katılımcılarla birlikte bakmak istiyoruz.
Hukuk denen kurum nedir, neye hizmet eder bunu konuşmadan da aslında pratikteki karşılığını ve mücadele hatlarını görebilmek çok da doğru, çok da sağlıklı yerlere varmayacak diye düşünüyorum ben. Yine elbette bizler hukukçular olarak yürüttüğümüz her toplumsal mücadele hattında, yanında yer aldığımız her oluşumda, her durumda hukuku bir araç olarak kullanmayı tercih ediyoruz. Bu araç kısa vadede sonuç alınabilir bir araç olabilir. Ya da uzun vadede bir mücadele hattını benimseyen bir araç olabilir. Hiçbir şey olmasa bile sürecin teşhirine yarayabilir. Hukuka böyle bakarsak eğer bunun önemli ve kıymetli bir mücadele aracı olduğunu görmek gerekir. Elbette her alanda, en ufak bir başvuru dilekçesinden büyük ölçekte bir kampanyaya varana kadar elimizden ne gelirse hukuku bir araç olarak kullanmayı tercih ediyoruz ve bunu bir yöntem olarak benimsiyoruz.
Söyleşi: Diyar Saraçoğlu