Botton’a göre; kendimizde gördüklerimizi, onda görmemeyi umarak aşık oluruz. Yani, korkaklıklarımızı, zayıflığımızı, tembelliğimizi, sahtekarlığımızı, verdiğimiz ödünleri ve aşırı aptallıklarımızı
Sonunda benliğimi yeniden keşfettim, yeni alışkanlıklar edindim ve Chloe’siz bir kimliğe büründüm. O kadar uzun süredir biz olmuştum ki, Ben’e dönmekiçin kendimi baştan yaratmak durumunda kaldım. Chloe ile biriktirdiğimiz yüzlerce çağrışımın silinip gitmesi uzun sürdü. Kanepemin üzerinde onun sabahlığıyla yatmasına değil de bir arkadaşın kitap okumasına ya da paltomun durmasına alışmam için ayların geçmesi gerekti. Gittiğimiz her yere yeniden gitmem, konuştuğumuz her şeyi yeniden düşünmem, her şarkıyı yeniden dinlemem, yaptığım her şeyi yeniden yapmam gerekiyordu ki içinde yaşadığım anı yakalayabileyim ve çağrışımları yok edeyim. Ama sonunda unuttum.
59 yaşındaki değerli bir dostum “bay X” kendisinden 2,5 yaş büyük sevgilisinden bahsederken onun kollarının altındaki ve gerdanındaki kırışıklıklar, yüzündeki çizgiler, gözünün altındaki torbalar için “o kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam” demişti. Değerli dostum için sevgilisi her açıdan dünyanın en güzel kadını idi. Sevdiğimiz kişiyi güzel/yakışıklı olduğu için mi severiz ya da sevdiğimiz için mi güzel/yakışıklı buluruz? Karşımızdaki kişiye yüce anlamlar yüklemek içimizdeki boşluğun ve ihtiyacımızın bir yansıması mı yoksa bütünün diğer parçasını bulduğumuzu hissettiğimizde mi bu yüce duygular uyanıyor içimizde. Aşık olma arzusu aşık olunan kişiden önce mi geliyor?
Alain de Botton, “Aşk Üzerine” adlı kitabında bu çetrefil ve kadim meseleye ait soruları merkeze alarak, seyahatte tanışan iki aşığın öyküleri etrafında aşk konusundaki düşüncelerini aktarıyor. Botton’a göre; kendimizde gördüklerimizi, onda görmemeyi umarak aşık oluruz. Yani, korkaklıklarımızı, zayıflığımızı, tembelliğimizi, sahtekarlığımızı, verdiğimiz ödünleri ve aşırı aptallıklarımızı. Kendimizde göremediğimiz mükemmelliği buluruz ötekinde.
İnsanın bir başkası tarafından sevildiğinin farkına varması sevindirici olabileceği gibi birden korkutabilir de. Neden sevildiğinden emin olmayınca, ne yapıp da sevgiyi hak ettiğini anlayamayınca, hak etmediği bir şeye sahip olmuş gibi hissediyor kendini. Botton’ın bu düşüncesine 16. yüzyıl filozofu Spinoza güzel bir karşılık veriyor: Spinoza’ya göre; sevgi nedensiz olmalı. Yani karşımızdaki kişiyi hiçbir nedene bağlı kalmaksızın seversek eğer bu gerçek sevgi kabul edilebilir. Karşı tarafın şu veya bu güzel özelliklerinden dolayı onu seviyorsam bu sevgi değildir. Bu durum karşı tarafta ancak bir gurur vesilesi oluşturur.
Kitabın altıncı bölümünün başlığını “Marksizm” olarak koyan Botton, burada Marksistlerin aşk anlayışı diye tabir ettiği birtakım argumanlar öne sürer. Marx’ın kendisini üyeliğe kabul edecek kulübe girmeye tenezzül etmediği sözlerinden (Marx böyle bir şey mi demiş?) yola çıkarak bunu aşka uyarlar. Karşı tarafın beni sevmesini isteyip, sevdiği zaman da sinirlenme durumu. Bunun nedeninin de belli bir sevginin özünde kendimizden, kendi zaaflarımızdan kaçmak için bizden daha güçlü, daha güzel olana sığınmayı istemekten kaynaklandığını söyler. Botton’a göre, Marksistler kendi benliklerini küçümserler ki her türlü yakınlaşmanın onları bir şarlatana dönüştüreceğini sanırlar. Karşılıksız bir aşkın kurbanı bir gün aşkına karşılık bulacağı hayaliyle yaşarken Marksistin bilinçaltında düşlerin düşler aleminde kalması gerektiği düşüncesi yatar. Kitabın isimsiz erkeği, 16 yaşında iken Marksist olarak nitelediği bir kıza aşık olduğundan bahseder ve kızın dilinden şu anekdotu aktarır: “Bir erkek beni dokuzda arayacağını söyleyip dokuzda ararsa telefona bakmam bile demişti bana. Ne yani bu kadar sabırsız olacak ne var. Beni bekleten erkekleri severim ben, saat dokuz buçuk olduğunda hala aramamışsa ayaklarına kapanabilirim.” Marksistin çığlığını ise şöyle özetler: “Bana karşı gel seni seveyim, zamanında arama seni öpeyim, benimle sevişme sana tapınayım.” Botton’a göre batı düşüncesinde aşkın yalnızca karşılıksız kalabilecek Marksist bir alıştırma olduğu, zaten karşılık görmeyerek beslendiğini ileri süren karamsar bir gelenek vardır. Bu düşünceye göre aşk varılacak bir nokta değil, o noktaya giden yolun kendisidir ve aşığın hedefine ulaşması, yani sevdiğini elde etmesi aşkı küllendirir.
İlk görüşte aşk ise mümkün değildir kahramanımıza göre. Aşık olmak, insanın atlayacağı suyun ne kadar derin olduğunun bilincinde olmasıyla başlar. İki insan kendi geçmişleri ve siyaset, sanat, bilim ve yemek üzerine düşüncelerini paylaştıktan sonra ancak birbirlerini sevmeye hazır hale gelirler. Bu yakınlık, karşılıklı anlayış temeline oturur. Böylesi olgun ilişkilerde, kişi eşini gerçekten tanıdığı zaman serpilip büyümeye başlar aşk.
Güzellik mi aşkı doğurur, aşk mı güzelliği? Chloe’ye güzel için mi aşıktım? yoksa Chloe ona aşık olduğum için mi güzeldi? diye düşünür isimsiz erkek. Güzellik, kimsenin kimseyi ikna edebileceği bir konu değil, Aşama aşama göstererek, sonunda tartışılmaz bir sonuca varılabilecek matematiksel bir formül olmaktan çok uzak. Aşığı, Chloe’ye platonik bir perspektiften bakan birinin özellikle çirkin bulabileceği hatların kendisini cezbettiğini söyler. Hatta, yüzünün başkalarının pek fark etmeyeceği tuhaf hatlarına ilgi duyduğu için böbürlendiğini ekler. Söz gelimi, iki ön dişi arasındaki boşluğu, idealden uzak bir defo olarak değil, diş mükemmelliğinin özgün, sevilesi bir yeni yorumu olarak görür.
Her aşk öyküsünün üzerinde nasıl biteceğine dair bilinmez ve en az o kadar korkunç bir düşünce bulutu gezinir. En sağlıklı dinç olduğumuz bir sırada ölümümüzü düşlemek gibi bir şeydir bu, ama bir aşkın sonuyla bir yaşamın sonu arasındaki fark, en azından ikincisinde nasılsa ölümden sonra bir şey hissetmeyeceğimizin yatıştırıcı bilincidir. Aşığın böyle bir bilinci yoktur. Bir ilişkinin sonunun aşkının sonu olmayacağını bilir o ve bundan sonra yaşamının da süreceği nerdeyse kesindir.
İsimsiz erkek ile Chloe’nin aşkı bir sürü uyarı sinyallerinden sonra Chloe’nin ihanetiyle son bulur ve ondan sonra her acılı aşk öyküsünün trajedisi yaşanır. Dünyayı ve yaşamı anlamsız bulmak, her şeyin onu hatırlatması, anıların ezici ve iç acıtıcı yükü, derin sızı (Timur Selçuk’un şarkısındaki gibi) intihar düşünceleri, Stoacı kaçışlar vb. En büyük ilaç olan zamanın katkısı ve çok büyük anlamlar yüklenen Chloe’nin kişiliğinin yeniden yorumlanması, ilişkinin içindeyken görülemeyen veya görmezden gelinen gerçeklerin bilince çıkması. Karşı tarafın (Chloe’nin) düşünceden, incelikten ve sevgiden yoksunluğu konusundaki yargılar, değerlendirmeler.
Hayat öyle garip ki; yazının başında aktardığım anekdotta üç gün içinde yeni bir gelişme oldu. Değerli ve saf dostum, sırılsıklam aşık olduğu, uğruna canını verecek kadar sevdiğini söylediği sevgilisinin büyük bir ihanetini (ikili oyun, cinsel sadakatsizlik, yalanlar vb.), psikolojik şiddetini ve de kayıtsız/utanmaz tavrını gördü ve söz konusu kişiyi hayatından sonsuza kadar çıkardı. Sonsuz aşk bazen sonsuz uğurlamaya dönüşebiliyor. Aşk işte! Ama her şeye rağmen, Sisyphus’un kayasını tekrar tekrar zirveye çıkarmaya devam; bıkmadan, usanmadan, daha büyük coşku, enerji ve tecrübeyle.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.