“Doğa savunucularının büyük bir kısmı kentlerde yaşarken çevre direnişlerinin kırda, köylerde gerçekleşmesinin ortaya çıkardığı kopukluk gibi görünen durum aslında meseleye yeni bir çerçeve gerektiğini gösteriyor: Doğa savunusunun küçük köylülüğün tasfiyesi karşısında kendi sınıfsal konumundan ortaya koyacağı talepler ve mücadele tarzının buna göre şekillenmesi, bu eksikliklerin giderilmesi için bağların çeşitlendirilmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor”
Polen Ekoloji Enstitüsü Eş Sözcüsü Onur Yılmaz’la altın madenciliği ve madenlere karşı direniş dinamikleri üzerine konuştuk. Polen Ekoloji 17 Haziran’da Türkiye’deki altın madenciliğine dair yayımladığı raporda altın madenciliğinde uygulanan tekniklere, bu işlemlerin doğada yarattığı tahribata ve madenciliğin yarattığı toplumsal yıkıma dikkat çekmişti.
Yılmaz, hem dünya genelinde hem Türkiye’de altına yönelimin politik ve iktisadi gerekçelerine dikkat çekerken, Türkiye’de bunun bir devlet ve sermaye politikası haline dönüşme seyrine de ışık tutuyor. 2008 krizinin süren etkilerinden sıyrılmanın bir yolu olarak doğanın sunduğu “ücretsiz” hediyelere yönelmenin her yerde yaygınlaştığını ifade eden Yılmaz, bu projelerin artacağına, çelişkilerin daha açık, çatışmaların daha sert olacağını ifade etti.
Yılmaz, doğa savunuculuğunda bugün yeni bir politik çerçeve ihtiyacı olduğuna da dikkat çekiyor. Doğa savunusunun küçük köylülüğün tasfiyesi karşısında kendi sınıfsal konumundan ortaya koyacağı talepler ve mücadele tarzının buna göre şekillenmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
Son raporunuzda Türkiye’deki altın madeni projelerindeki artışa dikkat çekiyorsunuz. Bu alanda ne yaşanıyor?
Konuyla ilgilenenler ve raporu okuyanlar için tekrar olacak ama yine de belirtelim. 2001’de faaliyete geçen İzmir-Bergama’daki Ovacık ilk altın madeninin ardından 2019’a kadar 15 ilde toplam 17 altın madeni bulunuyordu. Ardından 5 maden daha açıldı ve sayı 22 oldu.
Aslında 2016’daki OHAL ile başlayan ve 2018’deki sistem değişikliğiyle hızlanan, normalleştirilmeye çalışılan Anayasasızlık ve yasaların keyfi uygulanışının bu alandaki yansımasını görüyoruz. İllerin tüm yüzölçümlerinin yüzde 70-80’lere varan oranda maden sahası ilan edilmesi; arazilerin, ormanların koruma düzeylerinin, statülerinin tek imzayla değiştirilmesi; acele kamulaştırmalarla şirketlere tahsisler; vergiden muafiyetler ve yeni kalkınma planında madenciliğin kamu yararı sektör ilan edilmesi gibi adımlara bakıldığında hızlanan bir süreç söz konusu. Raporda 2020 başından 2024 Nisanı’na kadar ÇED sürecinin farklı aşamalarında 123 proje vardı ve bunlara geçen 3-4 ay içinde yenileri eklenerek 130’u aştı. Bazıları mahkeme kararlarıyla ya da ilgili kurumların ret kararlarıyla şimdilik durduruldu ama şirketler için bu duraksamalar yatırım planlamalarına dahil ettikleri gecikmeler olarak görülüyor.
Bakıldığında pek çok yeni kentin hedefte olduğu, bunların birçoğunda yerel çevre örgütlenmelerinin ya da genel olarak halk örgütlülüğünün zayıf olduğu görülüyor. Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kontrolündeki Varlık Fonu’na devredilen Koza Madencilik’in projelerin büyük kısmından sorumlu olduğu görülüyor. Önceki direnişlerden halk örgütlenmeleri ne kadar ders çıkardıysa sermaye güçleri de o kadar ders çıkardı. Artık bu tür projeleri çok kapsamlı bir halkla ilişkiler kampanyasıyla birlikte başlatıyorlar, yerellerdeki siyaset-sermaye patronaj ağlarında yerlerini alıyorlar.
Devletin bir şekilde direnişi bastıracağını, zemini kendine uygun hale getireceğini biliyor. Artık birçok direnişte şirket yetkilileriyle kolluk arasındaki emir-komuta zinciri gibi ilişkiler de görünür halde. Dahası Hopa’daki gibi paramiliter çetevari örgütlenmelerin de bu süreçlerde taşeron şirket ağlarında yer aldığını görmüş olduk. Hopa’dan önce de ÇED süreçlerinin devam ettiği, örneğin Eskişehir Alpagut ya da Çanakkale-Balıkesir hattındaki mücadelelerde halkın olan biteni çok net gördüğünü biliyoruz. Ellerinden gelen direnişi göstermekle birlikte bu saldırı dalgasının durdurulması için geniş bir cephe örülmesi ihtiyacını da hissediyorlar.
Bu artışın iktisadi ve politik gerekçeleri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Hiçbir kamu yararının olmadığı, doğaya kalıcı, çok boyutlu ve havzalara yayılan çapta zarar veren altın madenciliği ve siyanürle yapılan tüm madencilikler Türkiye’deki sermaye birikim stratejisinin önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Türkiye’deki altın madenlerinde bugüne kadar 488 ton altın üretilirken çıkarılabilir altın rezervi 1500 ton olarak hesaplanıyordu. Altın fiyatlarının 2008 sonrası dalgalı seyri ve dönemsel ucuzlaması birçok rezervin gelecek yıllardaki yatırımlar için bekletildiği bir duruma neden olmuştu. Altın fiyatları özellikle salgından ve bölgesel savaşlardan sonra “güvenilir” yatırım olarak artınca, madencilik tekniklerindeki gelişmelerle birlikte yatırımlar tekrar cazip hale geldi. Yıllık 200 ton altınlık bir iç piyasanın olduğu bir ortamda döviz kurundaki değişimler, ekonomideki dalgalanmalar yeni yatırım ve mevcut çıkarımları etkilemeye devam ediyor.
Dünya ekonomisinde 2008 krizinden beri süren durgunluktan çıkış için bir yandan ekolojik çöküşün neden olduğu salgın, sel, yangın gibi felaketler daha baskıcı ve ağır emek rejimlerini uygulamaya sokmanın fırsatı olarak değerlendirilirken ekonomik anlamda doğanın “ücretsiz” hediyelerine daha büyük çapta bir yönelim söz konusu. Burada burjuva siyasetin sağ ve sol tarafında “Yeşil Yeni Düzen” gibi bir program aslında uzlaşma alanı sağlıyor. Burjuva sol görünümlü partiler yenilenebilir enerjiye geçiş, karbonsuzlaşma, daha kısa meta zincirleri için mali-ekonomik sömürge ülkelere “iklim krizini yavaşlatma” adına dayatmalarla gidiyor. Meta zincirlerinin az karbon salımlı hale getirilmesi bir yandan yatırımlarını, yani yeni borçlanma kalemlerini getiriyor; diğer yandan nadir toprak elementleri, lityum, altın, alüminyum, bakır gibi madenlerin daha hızlı çıkarılmasını. Burjuva sağ partiler ve onların sağladığı zeminde gelişen yeni faşist hareketler ise “iklim inkârcılığı” ile kitle desteği sağlasalar da bu yeni işbölümüne kendi milliyetçi ajandalarında bir tür “ekolojik apartheid” olarak yer veriyorlar. Sonuçta AB’de yeşil dönüşümü en çok savunan yeşil partiler bugün savaş kışkırtıcılığının, mültecilere karşı ayrımcı yasa değişikliklerinin, sınır korumalarının artırılmasının ön saflarında. Yeni faşist hareketlerle bu tür bir uzlaşma söz konusu. Emperyalist tekeller için neoliberalizmin aksar göründüğü konjonktürde doğanın bu üst düzey temellükü ve eşlik eden yeşil sömürgecilik ilişkileri, kronik yoksulluğu, işsizliği, güvencesizliği küresel düzeyde yönetilebilir kılıyor.
Türkiye tüm bu küresel tablodan bağımsız değil ama elbette bu madencilik furyası özgün coğrafi, siyasi denge ve dinamiklerin etkisiyle şekilleniyor. AKP döneminde İstanbul sermayesinin karşısına çıkarılan ve AKP tabanına gelir transferinin kanallarını oluşturan yeni sermaye blokunun inşaat, enerji, madencilik üzerinden semirtildiğini biliyoruz. Tekel düzeyine ve artık uluslararası kredi kanallarına erişen, sermaye ihracı yapan bu blok için bu sektörler arası geçişler son derece hızlı ve masrafsız. Tüm yasal düzenlemeler, yerel ilişki ağları bunların denetiminde ve yönlendirmesiyle şekilleniyor. Göçmen emeğinin kâr oranlarını bu kritik ekonomik dönemeçlerde koruması gibi, tüm canlıların, ekosistemin ölümüne yol açan altın madenciliği gibi projeler de ellerinin altında hazır bulunuyor. Elbette aşırı ve hızlı yoksullaşmayla eriyen kitle tabanını özellikle kırsalda, taşrada bu tür projelere ikna etmek giderek zorlaşıyor ve kaba şiddet daha fazla devreye giriyor. Bu şiddetin artan bölgesel savaşların uzantıları olduğunu görüyoruz.
Türkiye’de önümüzdeki döneme dair bu projelerin seyri açısından ne söyleyebilirsiniz? Bu konuda mücadele yürüten doğa savunucularını ve köylüleri ne bekliyor?
Ortada farklı aşamalarda olan 100’ün üzerinde altın madeni projesi var. Raporda haritalandırdığımız bu projelerin bazılarının hiçbir çevre örgütü veya platformunun olmadığı il-ilçelerde olduğunu gördük. Buralarda ne güçlü sendikal faaliyetler var ne de güçlü muhalif meslek odaları. Böyle olunca halkın savunmasız olduğu düşünülse de topraklarına bağlılık mutlaka kendiliğinden bir direnç yaratıyor. Burada ayrıca giderek halkın şu ya da bu düzen partisinden bir beklentisinin kalmadığı, neyi koruyacaksa kendi gücüne dayanarak bunu yapabileceği bilinci de önceki dönemlere göre daha yaygın. Yani halkta belli düzeyde olan antifaşist hafıza ve antikapitalist eğilimler daha üst düzeyde örgütlenmeyi bekliyor.
Geçtiğimiz günlerde Ordu’da 7 maden projesinin ÇED sürecinin iptali ya da durdurulması kararı verildi. Cerattepe’deki süreç nihayet sonuçlandı ve Cengiz bir şekilde kovuldu. Alpagut’ta maden projesi bilgilendirme toplantısı köylerden geniş katılımla büyük bir itiraza sahne oldu. Arhavi’de halk Vaminon hareketi adıyla bir direniş örgütleme sürecinde. Hasandin’de altın değil ama başka bir maden için işleyen sürece halk yaylada kitlsesel bir mitingle karşı çıktı, bu civar köy ve ilçelerdeki projelere karşı halka cesaret verdi. Daha pek çok yerde bu tür irili ufaklı direnişlerin artacağı bir sürece giriyoruz. Halk yaşanan süreci bizzat anında deneyimliyor, Soma’dan, Kazdağları’ndan, İliç’ten başına neler gelebileceğini çok daha net görüyor. Yani maden projelerinin artmasına eşlik eden bir duyarlılık artışı da var. Devlet-halk çelişkisinin, şirket-devlet işbirliğinin çok daha açık olacağı, çarpışmaların daha sert olacağı bir süreç bekliyor.
Doğa savunucularına yönelik baskının artması bir yıldırma politikası olarak önümüze gelecektir. Toplumsal mücadele güçlerinin toparlanmaya çalıştığı bir dönemde bu süreçlerin yeni yılgınlıklara dönüşmemesi için meselenin artık yaşamın kendisiyle ilgili olduğu, buna uygun bir düşünüş tarzı ve örgütlenme esnekliğinin gerektiği görülüyor. Yani şu: Köylüler, doğa savunucuları ya da bu mücadelede kim aktif yer alıyorsa sürecin iniş çıkışlarına, kişisel düzenlerinin altüst oluşlarına, durumda ani kırılmalara hazır olmalı.
Sizce bu mücadelelerin en büyük eksiği ne? Önümüzdeki süreçte bu eksiği gidermek adına nasıl bir yol izlenmeli?
Türkiye’de ekoloji hareketinin mevcut gücü böyle bir dalgayı püskürtmeye yeterli düzeyde değil ama önemli bir tecrübe birikmiş durumda. Bu tecrübeyi bahsettiğim halkın kendiliğinden direnciyle birleştirmeli ve uzun vadeli bir mücadele stratejisi ortaya koymalıyız. Doğa savunucularının büyük bir kısmı kentlerde yaşarken çevre direnişlerinin kırda, köylerde gerçekleşmesinin ortaya çıkardığı kopukluk gibi görünen durum aslında meseleye yeni bir çerçeve gerektiğini gösteriyor: Doğa savunusunun küçük köylülüğün tasfiyesi karşısında kendi sınıfsal konumundan ortaya koyacağı talepler ve mücadele tarzının buna göre şekillenmesi, bu eksikliklerin giderilmesi için bağların çeşitlendirilmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor.
Mücadelenin tüm araç ve biçimlerine açık fiili meşru bir direnişin örülmesi için doğru bir birleşik mücadele hattının kurulması elzem. Hareketin başını çekenlerin bu geniş görüş açısına sahip olması gerekiyor.
Ayrıca zorlu ekonomik koşullar mücadele yürütenlerin hayatını idame ettirmesini de giderek zorlar hale getiriyor, güçlü örgütlerin olmadığı koşullarda hareketin içinde yer alan öncü isimlerin bu durumları tüm hareketin nesnel bir engeline dönüşüyor.
En büyük eksiğe gelince, kişisel görüşüm, günümüzdeki küresel ekolojik çöküşün yaratacağı toplumsal sarsıntılara uygun bir ideolojik hazırlık, silkinme, bir seferberlik halinin yaratılamamış olması ve günübirlik krizlerin büyük felaketler olarak yaşanılmaya, bizi ana hapsetmeye devam etmesi. Altın madenciliğine, ekstraktivist politikalara karşı mücadelenin güçlenmesi böyle bir uyarılmayı sağlayacak bilgileri, görünümleri hareketin önüne getiriyor. Bu mücadeleyi bu kadar önemsememizin nedenlerinden biri de bu.