“Karadeniz’de bir vadide çalışma yaparken, 30’lu yaşlarda bir delikanlı aradı. Bana diyor ki, hocam biz bu hükümetin yaptığına karşı çıkarsak günaha girer miyiz? Dedim ki, karşı çıkmazsan günaha girersin. Dogmalara mahkum edilmişlik var burada. Ama oradan çıkıyor artık insanlar”
Metalürji yüksek mühendisi Cemalettin Küçük’le Türkiye’de maden projeleri ve bu projelere karşı gelişen halk muhalefetine dair konuştuk. Küçük, maden projelerinin daha sık gündeme gelmesinin iki sebebi olduğunu söylüyor. İlk olarak yasal zeminin yıllar içinde uygun hale getirilmesiyle birlikte proje sayısındaki artışa dikkat çekiyor. İkinci olarak da gelişen toplumsal bilincin görünür olmasına.
Küçük, Muğla’dan Kuzey Ege’ye, Kütahya’dan Sivas’a, Ordu’dan Trabzon yaylalarına ve Artvin’in dağlarına kadar geniş bir alandaki proje ve direniş örneklerine değindi. Kanun ve yönetmeliklerdeki değişiklikler nedeniyle hukuki süreçlerin daha zor olduğunun altını çizen Küçük, fiili mücadelelerin önemine dikkat çekiyor.
Sizi tanıyarak başlayalım.
Ben Cemalettin Küçük. Metalürji yüksek mühendisiyim. Uzun yıllar Türk Mühendisi Mimar Odaları Birliği’nde yönetim kurulu üyeliği ve aynı zamanda bağlı olan Metalürji Ve Malzeme Mühendisi Odası’nda yönetim kurulu başkanlığı yaptım. Emekliyim artık. Ama uzun yıllar, mesleğimin başından bugüne kadar mesleğimizi ve toplumu ilgilendiren konularla ilgili çalışmalar yaptım. Devam da ediyorum.
Son dönemde maden projelerini ve bunlara yönelik itirazlar daha sık gündeme gelmeye başladı. Bu durumu nasıl açıklarsınız?
Hem projelerin sayısında artış söz konusu hem de toplumsal bilinç yükselmesi.
Toplumsal bilinç görünür oldu artık. Bir maden faaliyetinin o bölgeye nasıl bir zarar vereceğini, 30 sene önce anlatmaya çalışıyorduk. Dünyadan örnekler vermeye çalışıyorduk. Türkiye’nin bir yerini öteki yerine örnek vermeye çalışıyorduk. Bugün artık bir örnek vermeye gerek yok. Herkesin yanı başında bir tane var, görüyor. Yani şimdi Karadeniz’de bugünlerde her vadide bir hareketlilik var ama her vadide sondaj da var. Her vadide, yaylada kadın, ineğinin otlayacağı yerde bir sondaj olduğunu, daha önce su içtiği dereden su akmadığını, bulandığını, yerin altının üstüne getirildiğini görüyor. Şimdi bu koşullar içerisinde tabii ki burada bir refleks olacaktır, buna bir tepki olacaktır.
Yine aynı şekilde Çanakkale’ye de gidersen benzer bir durum var. Tabii mevsimsel olarak da bu önemli. Yazın herkes neredeyse dağların her tarafına ulaşabiliyor. Mesela İda Dağları’nda havadan geçerken durumun vahameti görülüyor. Karadan gittiğinizde zaten dibinden geçiyorsunuz, görüyorsunuz.
Başka bir şey daha var. Büyük kentlerdeki ekonomik zorlukların kendini dayatmış olması, özellikle kiralardaki zorlukların, geçim sıkıntısı insanları toprağa dönüşe zorluyor. Dönmek isteyen insanlar açısından da bir farkındalık oluştu tabii.
Maden projeleri sayısında artıştan bahsediyorsunuz. Bu açıdan sizce bir politika değişikliği mi var?
Yok. Bir politika değişikliği yok. Sadece daha önce alınmış olan politik kararlar bugün hayat buluyor. Bunun tabii altyapıları yıllardır hazırlanıyor.
Türkiye’de madencilik bir çatışma süreci olarak insanların karşısına ilk defa Bergama süreciyle geldi. 89’da, 90’lı yıllarda başladı. 90’lı yılların sonuna doğru had safhaya ulaştı. 2000’li yıllarda gündem oldu ama sonrasında da her yere yayıldı.
O dönemde madencilik yasalarıyla ilgili değişiklikler gündeme geldi. Aslında madencilik yasası da demek doğru değil. Madenciliğin önünde engel olabilecek yasalar. Mesela Tabiat Ve Kültürel Varlıkları Koruma Yasası. O zaman öyle geçiyordu. Şimdi hassas bölgeler ifadesiyle değiştirdiler onu. Kıyı kenar yasalarında, su yasasında, orman yasasında, toprak yasasında, mera ve kışlakların yasalarında değişiklikler… Böyle dokuz yasayı da içeren değişiklikler gündem olmuştu. Uzun süre bunlarla uğraşıldı. Anayasa da değiştirildi, buna bağlı olarak temel kanunlar da değişti. Ve onun altında da bunun işletilmesiyle, uygulanmasıyla ilgili çeşitli yönetmelikler de değiştirildi. Bunlar bir külliyat oluşturuyor. Bırak hani bunu anlamayı, okumaya bile yetişemiyoruz.
Bu külliyatla birlikte bugün madencilik yapacak olan şirketlerin ya da şahısların önleri açıldı. Önünde herhangi bir engel kalmadı. Onun için Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir mineralden söz ediyorsanız bunun için artık çeşitli yasal değişiklikler bilimi de devre dışı bırakacak şekilde yapılmış durumda. Bundan dolaylı Türkiye’nin neredeyse her tarafı maden sahası olarak görülüyor.
Bu son aşamasıdır. Yani siz ne anlatırsanız anlatın, “Ben ruhsatımı aldım, geleceğim” diyor ve karşı çıkınca da “Yargı orada, gidersin oraya” diyor.
Bunu yıllar önce biz söylediğimizde bazı arkadaşlar “Ya bu kadar da olmaz. Olur mu öyle şey?” diye söyleniyordu. Ama bugün Gümüşhane’de köyler hariç tamamı maden sahası olmuş. Trabzon’da birkaç köy merkezleri hariç maden sahası olarak görüyorsunuz. Yine Ege bölgesi öyle, Muğla öyle.
Proje sayılarındaki artışın yanı sıra bilinç düzeyindeki yükselişe de işaret etmiştiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz? Her bölge halkı önceki deneyimlerinden yola çıkarak mı itiraz ediyor?
Bu konuda farklı yerlerde madenciliğin etkilerine dair anlatımlarımız yıllardır var zaten. Ama bunlar bazen insanlara çok soyut gelebiliyordu. Ama bugün bunların artık karşılıkları var. Yani söylediklerimiz gerçekleşiyor.
Mesela İliç meselesi Türkiye’de önemli gündemlerden bir tanesi oldu. Mesela Bergama’daki altın maden işletmesi Bakırçay Ovası diye bir ovayı bırakmamış. Eşme’deki altın madeni işletmesi Ulubey su akiferi dediğimiz, yeraltı sularını tüketmiş, o bölgeyi kirletmiş. Gümüşhane’deki altın madeni işletmeleri Harşit Çayı’nı tüketmiş boydan boya. Fatsa da yaşadı benzer bir durumu. Fatsa’da Perşembe yaylası, aynı zamanda Korgan’ın arka kısmı olup Ordu’nun yukarısı ve Tokat’ı da ilgilendiren bir bölge. Yeşilırmak dağın tepesinden menderes yaparak dolaşıyor. Bu durum, oranın bir kuş cenneti olduğunu da gösterir. Şimdi Fatsa’yı gören diyor ki, biz buraya bunu koymayız.
Karadeniz’de bu kadar maden meselesi söz konusu oldu ama ondan önce HES’ler vardı. HES’lerin orayı nasıl yıktığını, onları nasıl susuz bıraktığını, nasıl bitki çeşitliğinin ortadan kaldırdığını, nasıl çeşitli böceklere maruz kaldıklarını, bazı türlerin ortadan kalktığını gördüler.
Mesela sarı renkli bir arı vardır Karadeniz’de. Bu sarı renkli arı, fasulye, kabak, salatalık ve çeşitli sebzelerin çiçeklerinde dolaşır, yere düşen meyveleri yer. O meyvelerden beslenir. İki yıldır yok bu arı. Ve mahsul yok. Çünkü bu arıyı kokarca dedikleri bir böcekten söz ediliyor. Bu böcek geçmişte de vardı. Ama bugün böyle bir işgalci olmasının sebepleri acaba neydi? Bu böcekleri yiyen bazı kuş çeşitlerinin ortadan kalkması bu böceklerin popülasyonunu arttırdı. Bu da sarı arıların sayısını azalttı. Şimdi bütün bunları bu vatandaşlar görüyor artık.
Biz 10 yıl sonra, 20 yıl sonra çıkar bunların sonuçları diyorduk. Bunlar gerçekleşti. Gerçekleşince tabii vatandaş bir HES’in başına neler getirdiğini, suya nasıl el konulduğunu görmüş oldu. Bugün Karadeniz’de, sular içilmez halde. Kentlerde su geliyor, arıtılıyor, klorlanıyor veriliyor. Öyle ya da böyle, klor kokusu da olsa içilebilir ve kullanılabilir durumda. Ama köylerde su yok, bitti. Eskiden Köy Hizmetleri’nin yapmış olduğu, Yol-Su-Elektrik diye adlandırılan altyapıların hiçbiri yok. Pınarlar kurudu, var olanlar kirlendi. Bir kısmına da Sular İdaresi el koydu. Ben oradaydım, 10 gün yağmur yağan bir yerde su yok.
Bu tabii Karadeniz için böyle ama Muğla için nasıl? Çok bilinmez ama Muğla Karadeniz’den sonra en çok yağmur alan ilimiz. Ama Muğla bugün susuz. Muğla’nın susuzluğunun sebebi acaba yazın oraya o kadar nüfusun gitmesi mi yoksa madencilik faaliyetlerinin, termik santrallerin, mermer ocaklarının açılması ve yer altı sularının ticareleştirilmesini. İnsan kullanımı, termik santral kullanımı kadar artırmaz. Bunu tabii, Bodrum’u, Turgutreis’i tatil yeri haline getirelim, villalar yapalım, binalar yapalım diye demiyorum. Onlar da susuzluğu yaratır. Ama temel meseleyi doğru yerden kavramak gerekiyor ve Muğlalı da bunun farkında.
Su ile ilgili bir diğer mesele de Kuzey Ege’de. Yani İzmir’den Çanakkale’ye kadar olan bölgelerde genellikle deniz suyu soğuktur. Ege’de sular ısındı dediğimiz zaman aklımıza Yunanistan’la olan dalaş gelir. Ege’de hakikaten sular ısındı. Ama Ege’de sular ısınmasının sebebi ne? İzmir’den alalım, hemen arkasında Sipil Dağı’dan başlayarak Dikili ve arkasından Kaz Dağlarına kadar uzanan bölgede dağların her yeri delik deşik edilmiş. Hem kar hem yağmuru toplayıp denize bakan gözeler vardı. Artık yok. Su akiferlerini, yani yeraltı suları darmaduman edilmiş. Bunlar bitince Ege’de sular ısındı fiziki olarak. Bunu artık insanlar görebiliyor ve fark edebiliyor.
Adana tarafına giderken Bolkar Dağlarında, Toroslarda, Sivas’ın Kangal’ında, Divriği’nde, Yıldızeli’nde, Malatya Hekimhan’da, Yozgat’ın ilçelerinde, Eskişehir’de benzer hikayeler var hep. Bolu bugün hedefte. Artık insanlar bunu görüp anlıyor. Bu konuda bir farkındalık gelişiyor.
İliç bir dönüm noktası, milat oldu. Neden? Dokuz işçinin o akan malzemenin altında kalması toplumu sarstı. Belki dokuz can, orada olmamış olsa bu yıkım bu denli görülmezdi.
Aslında yıkım sadece o malzemenin akması değil. Akmadan önce de büyük yıkımlar var orada. Dokuz kişinin canına mal oldu ama ondan önce birçok insanın sağlığını yitirmesine, birçok hayvanın sağlığını yitirmesine sebep oldu. Asırlar sürecek büyük bir kirliliğe, kimyasal, ağır metal kirliliğine sebebiyet vermiştir.
Türkiye’de 2000 yılından bu yana 488 ton, hadi 500 ton diyelim, altın üretilmiş ve bu beyan usulüyle yurt dışına gitmiş. Bunun Merkez Bankası kasasına girdiği yalanını söyleyen milletvekilleri bile çıktı. Ama hadi bu da doğru olsun. 400-500 ton altını koyup da bunun karşılığında para basılsa, basılacak para İliç’te ortaya çıkan yıkımın onda birini bile ortadan kaldırmaz. Niçin kaldırmaz? Bir defa büyük bir coğrafya kirletilmiş uzun yıllar. Su kaynaklarının merkezi kirletilmiş. Yeniden temizleme olanağı çok sıkıntılı. Esas sorunlar ise yıllar sonra ortaya çıkacak. Bizim en önemli su kaynağımız, Fırat suyu. Bırak toplumdan para almayı, su üstünden ticaret yapmayı, Fırat’tan biz her yerde sulama yapacağız, tarımsal faaliyet yürüteceğiz, değil mi?. Nasıl yapacaksın? Kirli. Alamıyorsun. Peki ne yapacaksın o zaman? Başka yerde de su yok. Arıtman gerekir. Bu arıtmanın bedelini hesap ettiler mi hiç? Gelecekteki kirliliği bak saymadık. Yani arıtmanın bedelini hesap ettiler mi?
1980’li yıllarda tekstil sektörü aynı bu şekilde oldu. Trakya olduğu gibi tekstil merkezi ilan edildi. Denetimsiz, farkına varılmadan, bilerek, göz yumularak bütün yeraltı suları çekildi, oraya verildi. Yani bir taraftan çektiler kuyudan suyu, bir taraftan oraya verdiler. Boyaydı, tekstil malzemesiydi, kimyasaldı… Bugün biz Trakya’da temiz suyumuz kalmadı ve bugün Çorlu’da halk akan nehirden korunmak istiyor Bunu kapatın, kaldırın diyor. Dere kaldırılır mı? Herkes dere ister ama iş bu noktaya geldi.
Ama tabii madencilik faaliyetinde kullanılan su, miktar açısından ne tekstile benzer, ne inşaata benzer, ne tarıma benzer, ne kullanma suyuna benzer. Hiçbirine benzemez. Yani bir saniyede birkaç bin metre küp su alıyorsunuz. Kullandı, kirletti ya da kullanmadan attı. Bir maden şirketi, yanı başındaki kasabanın belki de ömrü billah kullanmadığı suyu bir senede kullanıyor.
Bugün insanların en büyük meselesi su sorunudur. İçme suyundan ziyade tarımsal faaliyetlerde kullanılan suyun da sorun olduğunun, hayvanlarıyla bir arada yaşamı sürdürebileceği alanın ticarileştiğinin ve yoksun vaziyete düştüğünün farkında insanlar.
Bu zamana kadar da çeşitli mücadeleler verildi aslında. Bilincin oluşmasında bu mücadelelerin katkısı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Farkındalık var ama her yerde bilince çıkmamış tabii bu farkındalık. Fark ediyor bir aksaklığın olduğunu ama hâlâ siyasal pozisyonu baskın gelebiliyor. Mesela ben Karadeniz’de bir vadide çalışma yaparken, genç bir çocuk, 30’lu yaşlarda delikanlı, çoluk çocuk sahibi biri aradı. Bana diyor ki, “Hocam biz bu hükümetin yaptığına karşı çıkarsak günaha girer miyiz?” Dedim ki, karşı çıkmazsan günaha girersin. Çünkü burada bir yıkım var. Mesele şu, yani öyle bir hale getirilmiş ki toplum, bu hükümetin yaptığı muhakkak doğrudur gibi bir algı var.
Burada bir yanlışlık var, ben bunu görüyorum ama buna karşı çıkarsam acaba günaha girer miyim diye korkuyor. Dogmalara mahkum edilmişlik var burada. Ama oradan artık çıkıyor insanlar. Ne diyor? Kandırıyorsunuz bizi diyor. Kandırdınız yeter. Ve burada sonuç itibariyle, o da diyor ki, sen bunu diyordun ama bak burada biz susuz kaldık, yok edildik, doğa yıkıldı, tahrip edildi. Bunları görür hale geldiler artık. Bu farkındalık, bilince çıkma noktasına geldi bu mücadelelerde.
Nasıl mücadeleler yürütülüyor peki?
Farklı türde mücadeleler yürütülüyor. Dernek kurup projeleri mahkemelere, yargıya taşıyanlar da var.
Biz bu işlere ilk giriştiğimizde önce direniş gösteriliyordu. Sonra ÇED raporu geliyordu. ÇED raporuna dava açıyordunuz. Ama ÇED raporları o dönemlerde yine ciddiyetle ele alınıyordu. Ve ÇED raporunda eksiklik tespit ettiğinizde, yani bu bölgede bu yapılmaz denildiğinde yapılmıyordu.
O zaman ÇED sürecinin en önemli özelliklerinden biri halkın görüşünün alınmasıydı. Halk yok dediği için ÇED süreci sonlanıyordu. Bu sefer onu halkın katılımı toplantısına çevirdiler. Halk, toplantıyı yaptırmayınca yine sonlanıyordu ÇED süreci. Halkın katılımı da olmayınca şimdi halkın bilgilendirmesine çevirdiler. Şimdi halk bilgi almak istemedi deyip bir prosedürle bunları geçiştiriyorlar artık.
Şimdi bu alandan mücadele yürütmek isteyen de var. Siz o zaman buraya dava açtığınızda bugün bunlar ortadan kaldırılmış. ÇED’in yerine yeni ÇED başvurusuyla geliyor. Ya da ÇED gerekli değildir diyor. Ya da size duyurmadan bir işlem yapılıyor. O kadar süreci var ki yetişmeniz mümkün değil.
Uşak’la Kütahya’nın arasında Banaz ilçesiyle Gediz ilçesi arasında Murat Dağı vardı. Dünyada sayılı su havzalarından bir tanesi. 5600 sayfa ÇED raporu koymuşlardı oraya ilk geldiği zaman. 5600 sayfa ÇED raporunu astını siz. Bizim Ayşe teyze, Fadime teyze ya da Hasan amca bundan haberdar olacak, bunu okuyacak, bir ay içinde de buna itiraz edecek. 5600 sayfa, insaf yahu. Otursam ben ne kadar zamanda okuyacağım? Okuyacağım, bir de anlayıp itiraz edeceğim. Ben edemem. Hasan amca nasıl edecek, Ayşe teyze nasıl edecek?
Bu işler hukuksal açıdan tıkanır hale geldi. Elbette ki bu süreç yürüyecek. İkili yürümesi lazım bu işin.
İkinci kısmı da şu. “Kardeşim biz bu işin farkında vardık. Bize ÇED raporu, yasa, yönetmelik hikayesiyle gelme, biz anlamayız. Burası bizim su kaynağımızdır, buraya gelme” diyenler var. Mesela Araklı. Erikli Yaylası’ndaki kadın öyle diyor, gelme diyor. Bura bizim atalarımızdan kalma, geleceğe taşıyacağımız topraktır diyor. Yaylanın bulunduğu Madur Dağı’nın diğer yakasında sondaj yapmışlar daha önce. Sondajın onlara zarar verdiğini gördüler. Artık gidin diyor. Biz bunu gördük diyor.
Mesela milletvekili gelip diyor ki, buraya ÇED gelsin bakalım. O da diyor ki, ÇED’le falan gelme. Geldin mi zaten sen süreci başlatmış olursun. Kepçe sokuyorsun. Ben onun davasını yürütene kadar proje ilerliyor. Geçtik ÇED sürecini, ihale bile etme diyorlar. Ve yaptırmadılar Trabzon’daki ihaleleri. Niye? “Sen burayı maden sahası ilan etme. Burada ne varsa var. Altın var, gümüş var, bakır var. Bunun bize bir faydası yok. Burada en değerli üstünde yaşayacağımız toprak. Sen bunu bana gelip anlatma.”
Yani bunu bu insanların tamamı görmüş oldu.
Şimdi bu durumu Cemalettin Karadeniz’de çok dolaştı da bu işi çözdü ya da şu örgüt girdi, mücadeleyi başlattı diye yorumlamak doğru değil. Bizim sorumluluklarımız vardır. Gideceğiz, anlatacağız, bilgilendireceğiz. Yani bugün Arhavi’nin ayakta olmasının sebebi ben değilim. Ya da Araklı’da insanların ayakta olmasının sebebi ben değilim. O zaten ayağa kalkmak için bana geldi. Evet katalizörler vardır. Ama temel mesele yerelde bu sorunu yaşayanların ortaya çıkmasıdır.
Mesela bir slogan ürettiler: “Nasıl olmayacaksa öyle olmayacak.” Bir köyün yaşlı muhtarından çıktı bu slogan. Arkasından dediler ki, madem onlar delik açtılar doğaya, biz de her deliğe bir tane ağaç dikeceğiz. Bu eylemleri onlar yaratıyor. Bizim aklımıza çok kolay bunlar gelmez. O çünkü orada yaşıyor.
Biz bunun bilimsel, teknik yani ortaya çıkabilecek detaylı verilerini her ne kadar ortaya koysak da ama temel mesele bu farkındalığın olması ve yürümesinden kaynaklı olarak bir bilincin kendiliğinden gelişmesi değil. pratik olarak yaşamasından kaynaklı mücadele artmıştır.
Sizce bu mücadelelerin zayıf kaldığı yerler nereler?
İki yoldan mücadele edilmesi gerektiğini ifade etmiştim. Bunun kavranmadığı yerler oluyor. İki bölüme ayrılmaz mücadele. Şimdi biri çıkıyor hukuki süreç yürüteceğiz diyor. Hukuk tek başına yargısal süreçler değildir. Hukuk yaşamın kendisidir. Biz yargısal süreçleri yürütürken yani dava açtık, bilirkişi istedik, tespit istedik… Onun dışında bildiğimiz konuda bir direnişi örgütleyebilmek ve o direnişte en demokratik haklarımızı kullanabilmek de mücadelenin bir parçasıdır.
Burada en büyük eksikliklerden bir tanesi, sivil toplum oluşumları. Ne demek sivil toplum oluşumu? Dernek kuruyoruz, bir kişiye yetki veriyoruz, bir avukat tutuluyor, yargısal süreç yürüyorsa tamam, bitti. Olmaz öyle. O bir taraftan yürürken, biz demokratik kitle örgütü olma sürecimizi yürüteceğiz. İçerisinde sürekli bu konuları tartışılır, aksaklıklar ortaya konur, o aksaklıklar içinde direniş şekillendirilir. Bu yapılabilirse, ortak karar mekanizmaları kurulabilirse başarılır.
Ben çok karşılaşıyorum, dernek kurulmuş, bir tane başkan seçilmiş. “Başkan yapsın.” “Başkana da çok yük düşüyor.” Hayır ona düşmüyor ki yük. Bütün burada oturanlara yük düşüyor. O sözcü, temsilci sadece, dile getiriyor.
Sorularım bu kadar. Sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Pek çok yerde karşılaştığım bir durum var. Erkekler kadınların önüne geçmeye çalışıyor. Bu çok büyük sorun. Mesela diyelim ki bir eylem yapılacak. Bir bakıyorsun erkekler hemen pankartları tutuyor, böyle en öne çıkıyorlar. Kadınlar gözükmüyor. Ama esas orada mücadeleyi yürüten kadınlar.
Çünkü toprakla hâlâ kadınlar haşır neşir. Yani daha çok kadınların. Akşam tencerede ne kaynayacağını onlar biliyorlar. Özellikle kırsal bölgede yaşayan yerlerde kimse pazara da gitmez. Tarlada ne var diye bakarlar. Onun için kadınlar tabii bu konuda daha dirençli, daha bilinçli. Bu artık görünür oldu.
Söyleşi: Tankut Serttaş