Bu mücadele ya adalet arayan bir mağduriyet ve yenilgi üzerine inşa edilecek ya da hak yaratan, ruhsat alanlarını iptal ettiren, bölge genelindeki maden faaliyetlerini sonlandıracak meşru bir mücadelenin üzerinde kurulacak. Halkın tercihinin şu an için ikincisinden yana olduğu anlaşılmaktadır. Zaten bu artık bir tercih değil, yaşanan son yargısal pratiklerle bir zorunluluk haline gelmiştir
Şimdi o ormanda, geceleyin çetin rüzgarlar gürgen kabuklarının arasına taze yakılmış bir ağıtı doldurur.
Bir ağacın köklerinden sökülmemesi için verilen mücadelede en fazla ne kadar bedel ödenebilir?
En fazla ne kadar ödenirse o kadarını ödedi Cankurtaran. Bir ölü, iki yaralı, üç tutuklu, belki dahası…
Fakat bunca bedel, ormanın ismine nazire yaparcasına binlerce canın selameti için ödendi. Can kurtarmak adına, bölgenin ormanlarına, vadilerine, yaylalarına gözünü dikmiş bir çeteye böylesi başkaldırarak bedel ödemek de yine Karadeniz’in asi çocuklarına yaraşırdı.
Her ne kadar başlarken tüm bu bedellerin ağaçların sökülmemesi uğruna ödendiği ifade edilse de, çevre mücadelelerinin klişesi haline gelen cümle tekrarlanırsa, meselenin üç beş ağaç olmadığı ortadadır. Bizler açısından mesele doğanın ve tüm canlıların yaşam alanlarının savunulmasıdır.
Peki ya onlar açısından?
Özellikle 2019 yılından bu yana maden sahası olarak ruhsatlandırılan yaşam alanlarımızı göz önünde bulundurursak, onlar için de meselenin üç beş ağaç olmadığı aşikar. Onlar için mesele borsada işlem görecek nikel, kobalt, altın, gümüş, özetle kompleks cevher madenidir.
Artık onlar için Gümüşhane’nin yüzde 93’ü Artvin’in yüzde 71’i, Trabzon’un yüzde 77’si, Ordu’nun yüzde 74’ü işlenebilecek madenlerden ibarettir. Şehirlerin kültürü, ormanların habitatı, vadilerin florası, yaylaların faunası yoktur, yalnızca yüzdeleri vardır.
Başlarken bu yazının maksadı her ne kadar bölgenin derdini anlatabilmek adına bunca karmaşanın içerisinde yumuşak bir sohbeti mümkün kılmak olsa da, onlar için bölgenin anlamına sıra geldiğinde aniden ortaya çıkan veriler ve yüzdelerle yazının özgülendiği muhtevayı kaybettiğini söyleyebiliriz.
Ancak esas mesele de budur. Yazıdaki bu keskin geçiş, kaynağını onlarla bizim aramızdaki keskin farktan almaktadır. Çünkü bu meselenin ortası, yumuşak geçişi, uzlaşısı kalmamıştır.
Cankurtarandaki katliama sebep olan şey de bu keskin ayrılıktır. Şirketlerin en geniş ihtiyaçlarına göre çizilen maden sahaları Karadeniz’de şiddetli bir maden şirketleri saldırısının yolunu açtığından olsa gerek, Cankurtaran Geçidi’nde de uzun süredir maden çıkarmaya yönelik proje çalışmaları bölge halkının yakasını bırakmamıştır.
Meselenin iddia edildiği gibi mesire alanı projesi olmadığı, aslında uzun süredir gündemde olan maden arama işleme faaliyetleri için mesire alanı projesinin bir kılıf olarak kullanıldığı çokça ifade edildi, kanıtlandı, ne yazık ki yalanlanmadı.
Bölge halkı Cerattepe sürecinden deneyimli. Yenilgiyle ustalaşmış bir deneyim de olsa, üç yıldır başlarına getirilmek istenen felaketten haberdarlar. Üstelik sadece Cerattepe’deki maden faaliyeti nedeniyle değil, aynı zamanda Karadeniz genelinde yürütülen maden faaliyetleri neticesinde su kaynaklarının kuruduğu, kurutulmayanın da zehirlendiği, kanser vakalarında ciddi artışların meydana geldiği, şehirlerin birer açık hava şantiyesine dönüştürülerek bölge halkının göçe zorlandığı genel bir sürece de yakından şahit oldular.
İşte tüm bu sürece itiraz etmek için, bölgenin nikelden, kobalttan, bakırdan, altından ibaret olmadığını, toprağımıza suyumuza, ormanlarımıza ve vadilerimize sahip çıktığımızı ve adına şirket dedikleri çetelerin bölgeyi yağmalamalarına izin vermeyeceğimizi tüm memlekete bir kez daha hatırlatmak için Cankurtaran ağır bir bedel ödedi.
Şirketlerin ihtiyacına göre neredeyse her yıl yeniden şekillenen mevzuat, sadece halkı yağma projelerine tanık edecek, en iyi ihtimalle bir hukuk süjesi olarak itirazcı olmalarına olanak sağlayacak teknik bir adalet arama usulünün kaynağı haline getirilmiştir.
Mevzuat, dolayısıyla hukuksal düzen başka da hiçbir işe yaramamaktadır. Hiçbir işe yaramadığı, şirket adıyla teşekkül eden kimi suç şebekelerinin cezasızlıkla ödüllendirilen sabıka kaydından anlaşılmaktadır.
Sahte projelerle şaibeli ilişki ağlarını örtmeye çalışmak,
Faaliyete geçen projelerde onlarca çevre suçu işleyerek insanları uzun vadede ölüme mahkum etmek,
Daha önceleri ”Çocuklarınızı istihdam edeceğiz işte” diyerek projelere karşı çıkmasını engelleyebildikleri yöre sakinlerinin, aynı çocuklarını iş sağlığı ve güvenliği kurallarını ihlal edip katletmek,
Kendilerine itiraz edenleri tehdit etmek,
İşten attırmak,
Son örnekte olduğu gibi öldürmek,
Öldürülenin hakkını arayanı tutuklatmak, gözaltına aldırmak
gibi kabarık bir sicil ve sabıkaya sahip bu şirketler bütün bu suçları işlemeden önce askıya proje asarak ”Tepkiniz varsa gelin itiraz edin”, ”Halkın bilgilendirilmesi toplantısı (daha önceleri adı halkın katılımı olan, halk katılmayınca bilgilendirilme toplantısı adını alan yasal süreç) yapalım sözünüzü söyleyin” diyerek tüm bu suçlarını ve projelerini önceden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Bunu Cankurtaran’da yaşananlarla bir kez daha hep beraber deneyimlemiş olduk. Bölgedeki faaliyetlerinde hukuk düzenini tanımayan, 1985 yılından bu yana tıpkı topraklarımız gibi delik deşik ettikleri Maden Kanunu, Orman Kanunu ve ÇED süreçleri gibi yasal zorunluluklar için eninde sonunda hiç olmasa daha rahat edecekleri bir düzen tasavvur eden şirketler, iş kendilerine ve faaliyetlerine yönelik tepkilere gelince ivedilikle hukuk düzenini çağırmaktadırlar.
Oysa daha önce de bölgede defalarca ifade edildiği gibi, bırakalım Karadeniz’de maden aramayı ve çıkartmayı, bunu gündeme getirmenin, tartışmaya açmanın dahi hiçbir meşruluğu bulunmamaktadır. Bölge halkı da bu bilince sahip olduklarından artık projelerin askıya asılmasını beklememekte, maden aranmasına karşı nöbetler tutarak mücadelenin cephesini erkenden ön alıcı bir biçimde kurmaktadır.
İşte bu sebeplerle Cankurtaran sakinleri de sadece meydana gelen katliam ile değil, en başından itibaren projenin varlığı nedeniyle meşru olmadığını defalarca ifade etmiş seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Projenin tartışıldığı andan itibaren bildiğimiz bir hak mücadelesi köyde güçlü bir şekilde örgütlenmiştir.
Bu mücadele ya adalet arayan bir mağduriyet ve yenilgi üzerine inşa edilecek ya da hak yaratan, ruhsat alanlarını iptal ettiren, bölge genelindeki maden faaliyetlerini sonlandıracak meşru bir mücadelenin üzerinde kurulacak.
Halkın tercihinin şu an için ikincisinden yana olduğu anlaşılmaktadır. Zaten bu artık bir tercih değil, yaşanan son yargısal pratiklerle bir zorunluluk haline gelmiştir.
Zira Reşit Kibar’ın ölümü ardından cinayetin asıl sorumlularının serbest bırakılması, cenazede ağıt yakan ve sürece tepki gösterenlerin tutuklanması, cinayet dosyasında alınan gizlilik kararı göstermektedir ki, hukukun keskin kılıcı yalnızca bizim boynumuzda sallanmaktadır.
Bu nedenle artık bölge halkı mevcut hukuk düzeni üzerinden çözüm üretilemeyeceğini, meşru taleplerinin yine meşru bir yöntemle hayata geçirilebileceğini düşünerek yaşam nöbeti başlatmıştır. Hukuk düzeni içinde boğuldukları ve mağdur edildikleri bir sürecin bir parçası değil, hukuk yaratan bir mücadelenin öznesi olmayı tercih etmişlerdir.
Ancak bu mücadelenin yalnızca bölge ile sınırlı kalmaması gerektiği tüm memleketteki yaşam alanlarımız için birlikte ve birbirini gözeten birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiği yönünde çağrılar nöbetlerde yinelenmektedir.
Tüm Türkiye’ye bir çağrı vardır bu mücadelede, bir bölgenin, bir toplumun bir coğrafyanın yok edilmemesi için adeta “can çıkar maden çıkmaz” diyerek hak ararken öldürülen, yaralanan, tutsak edilen insanların yaşama olan inancı ve umuduna sahip çıkma çağrısı.
”Bir ağaç kesilirse benim selamı okursunuz” diyen Reşit’in selasını değil, selamını memlekette talan etmek istedikleri tüm ormanlara, vadilere, yaylalara taşıma çağrısı. Bu çağrı önceleri yas evinde bir ağıt olarak yakılmış, hapishanede fısıltılı bir ezgiyle bezenmiş, meydanlarda ise coşkun bir kavganın sloganına dönüşüvermiştir.
Reşit’in mücadelesini sürekli kılmak, vadilerimizi, ormanlarımızı, yaylalarımızı tüm bu saldırılara karşı savunmak ve tek bir ağacı dahi kestirmemek için yaşam nöbetimizden selamlar.
* Haktan Özkan, Halkevleri Hukuk Sekreteri ve Reşit Kibar dosyası avukatı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.