“TÜİK’in maden atık istatistiklerinde çarpıcı veri bir veri var: 2018 yılında 11 milyon ton olan tehlikeli atıklar, 2020 yılında 26 milyon tona yükseliyor. İki katının üstünde. 2022’de ise 23 milyon tonun üzerinde. Yani yıllık 20 milyon ton üzerinde tehlikeli atık üretiliyor bu ülkede. Altın ve gümüş madenciliğinin burada önemli bir payı var”
Polen Ekoloji Enstitüsü, Türkiye’de altın madenlerine dair bir rapor yayımladı. Raporda altın madenciliğinde uygulanan tekniklere, bu işlemlerin doğada yarattığı tahribata ve madenciliğin yarattığı toplumsal yıkıma dikkat çekildi.
Raporun PDF haline ulaşmak için tıklayınız.
Polen Ekoloji Kolektifi’nden Levent Büyükbozkırlı’yla raporun hazırlık sürecine, dikkat çeken verilere, Türkiye’de altın madenciliğinin seyrine ve yarattığı tahribatın farklı yönlerine dair konuştuk. Büyükbozkırlı, son dört yılda 123 yeni projenin gündeme geldiğini, altın madenciliğinin önümüzdeki dört yılda da katlanarak artacağına dikkat çekti.
Altın madenciliğine karşı bir kampanya hazırlığında olduklarını ifade eden Büyükbozkırlı, altın madenlerinin olduğu bölgelerdeki ekoloji örgütleriyle görüşmeye başladıklarını, henüz yolun başında olduklarını ancak kısa zamanda yol almak istediklerini belirtti.
Size tanıyarak başlayalım.
Ben Levent Büyükbozkırlı, emekli makine mühendisiyim. Aynı zamanda Polen Ekoloji Kolektifi üyesiyim. Çevre-ekoloji aktivistiyim. İklim krizi, ekolojinin hem doğa hem emek hem de diğer boyutlarıyla ilgilenmeye, bu konularda faaliyette bulunmaya çalışıyorum.
Yakın zaman Polen Ekoloji altın madenciliğine dair bir rapor yayımladı. Bu raporu hazırlamaya iten neydi?
Aslında bu düşünce öncelikle altın madenlerin genel bir bilançosunu, bir dökümünü çıkaralım düşüncesiyle başladı. 22 tane aktif altın madeni işletmesi var Türkiye’de. Son dönemde ÇED süreci devam eden kaç madenin olduğuna, ilerleyen süreçte kaç tane maden işletmesinin daha ekleneceğini ortaya çıkarmak istedik. Böyle bir merak bizde neden oluştu? Çünkü altının piyasadaki değeri devamlı artıyor. Diğer taraftan da hükümetin madenleri çoğaltmaya yönelik çok agresif bir politikası var.
Ocak 2020’den Nisan 2024’e kadarki süreçteki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın e-ÇED duyurularını taradık. Yaklaşık 4,5 yıllık bir sürece tekabül ediyor. Aslında basit bir tarama bu. Bu taramadan bir tablo oluşturduk. Dikkatimizi çeken veriler oldu. Ortaya çıkan tablo beklediğimizin de ötesindeydi. Yoğun bir saldırının olduğu görünüyordu. Bu verileri bir rapora çevirip kamuoyunu bilgilendirmek istedik. Buradan bir kampanya da üretmeyi, sadece mevcut madenlerin kapatılmasını değil, açılmak istenen madenlerin de açılmasına engel olmayı hedefleyecek bir kampanya hedefledik.
Hangi veriler dikkatinizi çekti?
22 altın madeni işletmesi var şu an. Ocak 2020’den 2024 Mayıs başına kadar ÇED süreci devam eden 123 proje gördük. Bayağı yüksek bir rakam. Bu kadar yüksek bir rakam beklemiyorduk açıkçası.
Sınıflandırmalar yapıp grafikler hazırladık. Raporda ayrıca bunları bölge bazında, il bazında, hatta ilçe bazında verilerle paylaştık. Sınıflandırma ve grafiklerle daha basit ve kolay anlaşılır hale getirmeyi hedefledik.
Bu 123 projeden sadece bir tanesine ÇED olumsuz verildiği dikkatimizi çekti. 36 tanesine ise “ÇED gerekli değildir” kararı veriliyor. Bu da oldukça dikkat çekici. Neye göre “ÇED gerekli değildir” deniyor? Proje tanıtım dosyalarına bakarak. Aslında büyük oranda kopyala-yapıştır metinler. Bürolar tarafından hazırlanıyor ve içleri neredeyse tamamen boşaltılmış.
Bu projelerin çok büyük bir bölümü -hem mevcut işletmeler hem yeni projeler-, açık ocak, yığın liç madenciliği yapmak üzere. Yani yer altı kapalı ocak, çok az sayda var. Bu neden böyle? Maliyet. Tamamen ekonomik gerekçeler.
Eski Amerikan kovboy filmlerinde Kaliforniya’ya giderler, eleklerle veya civayla altın ararlar. Öyle konsantrasyonu yüksek damarlar artık pek bulunmuyor. Konsantrasyonu, ya da tenörü, düşük madenler olduğu için maliyet hesabı daha çok öne çıkıyor. Açık ocak madenciliği pek hassas bir proses değil. Altın kaybı da yaşanıyor ama maliyeti oldukça düşürüyor.
Ama bunun bedeli olarak çok geniş miktarda toprak alanları yok ediliyor. İliç’te de gündeme gelmişti. Diğer taraftan siyanür liçli atık tepeleri oluşturuyorsunuz, ki bu toprağın içerisindeki ağır metalleri de aktif hale getiriyor. Yani toprak hem ağır metallerle hem siyanürle zehirleniyor. Artık ona toprak da denemez, yani toprak olma vasfını da zaten yitiriyor. Pasa dedikleri tehlikeli atık türüne giriyor. Ve burada çözeltideki siyanür, hidrojenle birleşip hidrojen siyanür gazı oluşturuyor. Bu gaz ilk önce çalışan işçileri, emekçileri zehirliyor. Ardından çevrede yaşayan tüm insanları, uçan kuşları ve diğer canlı türlerini -tabii ki onlar da ihmal etmemek lazım- zehirliyor. Yani açıkça bir yıkıma yol açıyorsunuz burada. Ve siz böyle bir yıkımda projelerin bir kısmına “ÇED gerekli değil” diyebiliyorsunuz.
Çevre Bakanlığı’nın bunu açıklaması gerek. Nasıl oluyor da bu tür projelere ÇED gerekli değil kararı veriyorlar. Her ne kadar ÇED’ler formaliteye indirgenmiş olsa da göstermelik de olsa bir ÇED süreci işletilmiyor.
Dikkatimizi çeken bir diğer konu ise Koza Altın İşletmeleri’nin buradaki rolü. Akın İpek’e aitti. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sürecinde kayyum ataması yapıldı ve TMSF’ye devredildi. Yönetim kurulu da halen atanmış değil. Böyle şaibelerle ilerleyen ve hakkında terör soruşturması yürütülen bir kurum. SPK kanununa aykırılıktan hakkında soruşturma da sürüyor. Kendi faaliyet raporlarından bu bilgiyi. Bu 123 projenin 49’u bu şirkete ait. Onu harita da ayrıca gösterdik. Yani neredeyse yarıya yakını diyebiliriz. Bu 49 projeyi biraz incelediğimiz zaman bunlardan hiçbirine ÇED olumsuz kararı verilmediğini görüyoruz. 14 projesine ise “ÇED gerekli değildir” kararı verilmiş. Mevcut 22 altın madeni işletmesinin de 5’i Koza Altın’a ait. Yani çok fazla projesi var Koza’nın. bu dört buçuk yıla sığdırdıkları ve çok da hızlı ilerlediklerini görüyoruz. Bunun da bir mercek altına alınması lazım.
Konsantrasyonu yüksek cevherlerin artık kalmadığını söylediniz ama bir yandan da altın madenciliği konusunda bir artıştan söz ediyorsunuz. Verim düşmüşse maden sayısının da düşmesi gerekmez miydi? Bu artışın sebebi ne? Yeni maden keşifleri mi var?
Raporda da bundan bahsediyoruz. Altının kullanımına dönük kısa tarihçe verdik. Altın tarih boyunca, hepimizin malumu 20. yüzyıla kadar diyelim yaklaşık olarak, hep değişim aracı olarak, yani para olarak ve bir yatırım aracı olarak olarak kullanıldı. 20. yüzyılda meşhur Bretton Woods anlaşması var. Altının bir onsu 35 dolara sabitleniyor. 1944’te devreye girdi Bretton Woods. 1971’de devreden çıkıyor. ABD bunu feshediyor.
1971’den bu yana, altının değeri dolar bazında 65 kat arttı. Bugün onsu 2000 doları geçmiş durumda. Bu tarihin neoliberal politikaların başlangıcıyla da çakışıyor. Bu elbette tesadüf değil.
Bütün bunları niye söyledim? Altın 70’li yıllardan beri, yani son 40-50 yıldır, spekülaif bir yatırım aracına dönüştü. COVID, Ukrayna savaşı gibi küresel veya jeopolitik belirsizlikler de altının fiyatını yukarı fırlatıyor. artık yetmişli yıllardan beri yani son kırk elli yıldır tamamen bir ayrı borsaları olan işte borsalarda fiyatları kote edilen spekülasyon üzerine çok ilerleyen tamamen bir spekülasyon yatırım aracı haline gelmiş durumda. Tamamen spekül edilerek fiyatları artırılıyor, değeri artırılıyor ve Gerek küresel olarak işte covid olsun, Ukrayna savaşı olsun, bu tür jeopolitik belirsizlikler diyelim. Veya küresel belirsizlikler, ekonomik belirsizlikler de altının fiyatı devamlı yukarı fırlıyor.
Türkiye gibi enflasyonun yüksek olduğu ülkeleri düşünelim. TL’ye güvenemiyorsunuz, yatırım aracı olarak ne alacaksınız? İnsanların aklına ilk gelen yatırım aracı yine altın oluyor. Bu eğilim de altının fiyatını artıran faktör oluyor.
Şimdi buradan sorunuza geleyim. Eskiden kazanç getirmeyeceği düşünülen tenörü düşük altın madenleri, bu fiyat yükselişleriyle birlikte kazançlı hale geldi. Çünkü altın bayağı değerlendi. Tenörü düşük olmasına rağmen, maden işletmelerinin açılmasının esas sebebi bu.
Bu küresel bağlamıydı. Türkiye üzerinden bakarsak da karşımıza 12. Kalkınma Planı çıkıyor. 12. Kalkınma Planı’nda 2022’den 2028’e kadar maden ihracatının iki misli artırılması planlanıyor. Bayağı dramatik bir artış planı bu. Diğer madenlere baktığınızda işte nadir elementler var, yenilenebilir enerji var. Yenilenebilir enerjide de aslında altının sınırlı da olsa bir kullanımı var.
Yine 12. Kalkınma Planı’nda madenciliğin kamu yararına faaliyet statüsüne geçirileceği belirtiliyor. Yani mevzuat maden şirketleri açısından kolaylaştırılacak. Bütün bunlar çok açık bir şekilde dile getiriliyor.
Tabii bunların arkasında Türkiye’nin bulunduğu büyük ekonomik kriz var. Tüm doğal varlıkları meta olarak görme ve en kısa zamanda onları çıkarıp maksimum düzeyde paraya çevirme dürtüsü var.
Önümüzdeki yıllarda madencilik faaliyetine daha da hız verileceği öngörülüyor yani.
Tabii. Bu söylediğim 123 projenin dağılımı şöyle. 2020 yılında 9 ÇED süreci var. 2021’de 18, 2022’de 25, 2023’te 55’e fırlıyor. Bu tabii aslında kaba bir gösterge. Yani kimi başladı, kimi bitti, kimi ÇED süreci devam ediyor ama genel bir fikir veriyor aslında. 2024’ün ilk 4 ayında da 16. Tabii bu sayılar içinde ÇED süreci henüz başlamamış projeler yok. Bir yandan onlar da devam ediyor, onlar da buna eklenecek. Bu rakamı onlar da artıracak.
Diğer taraftan çevre mücadelesi veren arkadaşlardan hep şöyle duyumlar alıyoruz. Diyorlar ki, ÇED sürecinde altın madeni olarak görünmüyor. Kompleks maden arama olarak görünüyor. Yani birden fazla madenin birlikte çıkarılması anlamında. Krom arayacağını söylemiş örneğin. Ardından altın aramaya başlıyorlar. Altın aramaya çeviriyorlar daha sonra ruhsatlarını. Altında işin içine siyanür girdiği için ruhsat süreci daha çetrefilli. O yüzden böyle yapıyorlar. Ruhsatı aldıktan sonra altına çeviriyorlar.
Yani ivmeli bir süreçten bahsediyoruz.
Yeni maden ocağı işletmeleri için yapılan başvuruların yanı sıra mevcut işletmelerin kapasite artışı başvuruları da oluyor. Kapasite artışlarının etkisi hakkında ne söyleyebiliriz? Yeni bir maden ocağı açılması kadar etkili midir?
Bu 123 projenin hepsi yeni proje değil. Bunların içerisinde kapasite artışları da var. Neden aldık bunları? Çünkü bir nevi o projeye eklenen şeyler bunlar aslında. Yani ilk başta belli bir proje alanınız var. Bir de çok geniş bir ruhsat alanınız var aslında. Bunlar tabii 25 hektarın altında kalıyorlar. ÇED sürecini kolaylaştırmak adına düşük düzeyde madencilik yaptıklarını söylüyorlar. Daha sonra yavaş yavaş kapasite artırımları yapıyorlar.
Mesela İliç’te olmuştu bu. Yanılmıyorsam üçüncü kez kapasite artış yaptılar. Bu 123 proje içinde İliç’in iki tane kapasite artırımı da var. Onları da ayrı bir süreç olarak değerlendiriyoruz.
Aslında en başta böyle bir gizli niyetle başlıyor işletmeler. En başta büyük proje alanı için onay almaktansa kapasite artırımları almaları çok daha kolay. Azar azar kapasite artırımları yaparak genişletiyorlar.
Burada bence kritik olan başta verilen ruhsat alanı ki onların da bayağı geniş alanları olduğu dikkatimizi çekiyor. ÇED dosyasına bakınca hektarlarca ruhsat alanı var ama ufacık bir proje alanı görünüyor. Oradan başlıyorlar. Ve tabii bu yatırımları yaptıktan sonra da artık ayrılmak istemiyorlar. Gidebildikleri yere kadar gitme çabasındalar, engellenene kadar veya olabildiği kadar o alanı kullanma çabasındalar. Dolayısıyla kapasite artırımları hiç aslında küçümsenecek bir şey değil. Yani en az bir yeni proje kadar dikkate alınmalı ve mücadele edilmelidir bence.
Bir kampanya hazırlığından bahsetmiştiniz. Bu konuda nasıl bir hazırlığınız?
Bu rapor hazırlanmadan önce de ekolojist arkadaşlar arasında bir kampanya yapmaya dair fikir vardı. Bu çok yeni bir şey değil aslında. Fikir Polen Ekoloji’den çıktı ama geniş bir tartışma zemini var.
Neden böyle bir kampanya ihtiyacı görüldü? Oldukça geniş bir saldırı var bu alanda. Zaten 22 maden ciddi bir yıkım yaratırken buna yeni işletmelerin eklenmesi, sadece sondaj yapımı bile bu tahribatı oldukça artırıyor.
Bunun ekosisteme, ormanlara, sulara ciddi zararları var. Madencilik faaliyetinin sonrasındaki olanları da vurgulamak lazım. Çünkü tehlikeli atıklarla dolu devasa çukurlar ve tepeler oluşturuyorlar. Bunları bir nevi bırakıp gidiyorlar yani. Doğru düzgün bir rehabilitasyon söz konusu değil. Bu konuda araştırma yapan jeologlar da aynı şeyi söylüyorlar. Zaten ormancı hocaların da söylediği gibi, bu alanların gerçek anlamda rehabilite edilmesi, önceki ekosisteme benzer bir ekosistem oluşması kesinlikle mümkün değil. Yani birkaç ağaç dikmek, bunlar gülünç şeyler.
Tehlikeli atıkların yönetimi çok önemli. TÜİK’in maden atık istatistiklerinde çarpıcı veri bir veri var: 2018 yılında 11 milyon ton olan tehlikeli atıklar, 2020 yılında 26 milyon tona yükseliyor. İki katının üstünde. 2022’de ise 23 milyon tonun üzerinde. Yani yıllık 20 milyon ton üzerinde tehlikeli atık üretiliyor bu ülkede. Altın ve gümüş madenciliğinin burada önemli bir payı var.
Bütün bu hedefleri gündeme getiren bir kampanya oluşturma önerisiyle yola çıktık. Altın madenleri kapatılsın kampanyası. Kampanyanın bileşenlerinin sağlam olmasına ve örgütsel yapıya önem veriyoruz. 20’nin üzerindeki aktif altın madeninin bulunduğu bölgelerde mücadele veren çevre örgütleriyle görüşmeler yapmaya başladık. İlk adımımız bu oldu. Yani kampanyanın ilk özneleri, ilk bileşenleri bunlar olacak. Kampanya kapsamında eylemler de sosyal medya çalışmaları da dayanışma da ele alınacak.
Şu ana kadar olmayan bir şey bu aslında. Altın madeni özelinde veya madencilik özelinde çevre örgütlerinin bir araya gelip bir mücadele platformu oluşturdukları vaki değil.
Bahsettiğim 123 projenin olduğu 36 ildeki projelerin olduğu yerlerdeki, ki bunları da araştırmaya başladık, çevre örgütleriyle, buralardaki güçlü olan örgütlerle bir araya gelip bunları da kampanya süreci içerisine katacağız.
Ama bunlarla sınırlı kalmamalı. Çünkü az önce dediğim gibi çok farklı boyutları var bu mücadelenin. Sadece hukuksal boyut, eylemler veya sosyal medya çalışmaları eksik kalır. Bunlara ek olarak bir emek boyutunun olması lazım. Emek sömürüsünü, iş cinayetlerini, iklim krizinin artırdığı riskleri, bütün bunları dikkate alan bir emek boyutu olmalı. Dolayısıyla sendikaların da bunun içerisinde yer almaları önemli. Emek mücadelesi veren demokrasi örgütlerinin yer almaları önemli.
Halk sağlığı boyutu önemli. Maden sahasının içerisindeki havadan, sudan, topraktan numuneler alınması, civarda yaşayanların sağlık sorunlar, erken ölümler, bütün bunlara dönük halk sağlığı çalışmaları yapılması, bu verilerin paylaşılması, kampanyanın halk sağlığı ayağını oluşturacak.
Ekonomik boyutu önemli. “Kamu yararına”, “yeşil madencilik” gibi safsataların çürütülmesi, bu kavramların gerçek yüzünün gösterilmesi gerekir. Bu noktada yani ekolojist iktisatçıların bize destek vermesi ve bunların karşı söyleminin üretilmesine katkı sunmasının oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Gerçek refaha, halkın gerçek ekonomik çıkarlarına, dış sallaştırılan maliyetlere, kamuya yıkılan ekolojik maliyetlere, sosyal maliyetlere dikkat çekilmesi gerekiyor.
Sosyal boyut da yine önemli. Maden bölgelerinde sosyolojik çalışmalar, anketler yapılması gerekiyor. Cinsiyet ayrımcılığı, proleterleşme, insanların geçimliklerini kaybetmesi, kültürel bilgi kayıpları gibi sosyal boyuta dair tahribatın ortaya konması gerekiyor.
Ve son olarak da uluslararası örgütlenme boyutu. Bu da diğerleri kadar önemli. Elektrikli arabalar, güneş santralleri, rüzgar santralleri gibi son dönemde yaygınlaşan teknolojilerle birlikte mineral madenciliği ivmelendi. Dolayısıyla başta Güney Afrika, Afrika Doğu Asya ülkeleri olmak üzere oralardaki mücadele eden örgütlerle dayanışma içerisinde olmak, onlarla paneller, sempozyumlar düzenlemek, emek-doğa sömürüsündeki küresel ölçekte kamuoyu oluşturmaya çalışmak çok önemli.
Bu sürece elbette tipik meslek odası mantığıyla yaklaşmamak gerek. “Ben bilgiyi üretirim, raporu yayınlarım, ilgili kesimlere iletirim” mantığıyla yaklaşamayız. Bilginin sahada örgütlenmesine bu kişilerin de destek vermesi gerekir.
Meslek odalarına, akademisyenlere, tüm demokratik kurumlara, sendikalara, feminist harekete ihtiyacımız var. Bunların kurumsal olarak aktif olmalarına ihtiyacımız var. Ve bunların da kampanya sürecinde katılımıyla birlikte kalıcı, etkin bir platform, altın madenleriyle mücadele platformu oluşturulması gerekiyor. Yani kampanyadan kastımız belirli süreli bir faaliyet değil. Kalıcı bir platform oluşturmak, devamlı bilgi üretmek, sahada bu bilgiyi örgütlemek, farklı boyutları olan bir mücadeleyi kalıcı bir platformda yaşar hale getirmek. Henüz yolun başındayız. Ama kısa zamanda yol almayı umuyoruz.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bir konuyu atladım. Onu vurgulamak isterim. Bahsi geçen 123 proje içinde “ÇED gerekli değildir” kararı verilenlerin çevre mücadelelerinin en zayıf olduğu yerlerde yoğunlaştığı dikkatimizi çekti. Niğde’de 5 proje var, tamamına “ÇED gerekli değildir” kararı çıkmış. Gümüşhane’de 23 proje var, 8’ine “ÇED gerekli değildir” kararı çıkmış. Sivas’ta 6 projenin 4’üne “ÇED gerekli değildir” kararı çıkmış.
Kampanya kapsamında bu bölgelerdeki mücadeleleri güçlendirmeyi hedeflememiz gerekiyor.
Sendika.Org (Tankut Serttaş)