“Yerel seçim sürecindeki çalışmalarda bizim açımızdan aslolan bu süreçte halkın talep ve şartlarının ne ölçüde belirleyici olduğu. Bu çerçevede az önce de belirttiğimiz üzere, yerel seçimlere etkin katılmanın tek koşulu herhangi bir adayı işaret etmek değil. Kamusal haklarımızın peşindeyiz. Bu konuda halkın taleplerini ortaya koyarak, halkı bu talepler ekseninde örgütlüyoruz”
Yerel seçime sayılı günler kala Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk’le konuştuk. Merttürk yerel seçim sürecinde programlardan ziyade adaylara odaklanan bir politik atmosfer oluştuğunu, bunun da düzen siyasetinin rant kavgasının belirleyici gerilimi oluşturmasından kaynaklandığını belirtti. Bu düzlemde halkın geniş kesimlerinin çıkarlarına odaklanan bir tarafın olmadığının altını çizen Merttürk, bu tablonun oluşmasında sosyalistlerin bıraktığı boşluğa da değiniyor.
Merttürk, her süreç gibi seçim sürecinde de kendileri için esas olanın halkın örgütlü gücünün ve hareket kapasitesinin ne ölçüde gelişebileceği olduğunun altını çizerken bu seçimde herhangi bir belediye başkan adayına işaret etmediklerini, ancak farklı yerlerdeki hak mücadelelerinin içinde olduklarını belirtti.
Yerel seçime giderken içinde bulunduğumuz politik atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Halkın ana gündemi yoksulluk, hayat pahalılığı, güvencesizlik. Her gün artan enflasyon, alım gücümüzün düşmesi, TL’nin değer kaybetmesi ile emeğimizin daha fazla sömürüldüğü, ücretlerimizin eridiği bir güne gözümüzü açıyoruz. Yoksulluk seçim mitinglerinin de ana gündemi. Sefalet koşullarına itilan emeklilerin maaşlarında bir iyileştirme beklentisi vardı ancak Erdoğan emeklilere “müjde” veremedi. Sermayeye söz veren iktidar, seçim öncesi olmasına ve oy kaybı riski yaratmasına rağmen emeğe karşı tavizsiz bir tutum sergiliyor. Halk yoksullukla boğuşurken sermaye yerel seçim sonrası derinleşeceği belli olan saldırı programını güçlendirme çabasında.
Faşizmin yönetiminde en temel haklarımız gasp edilirken, bu duruma itiraz edenler ağır şiddete maruz kalıyor. Asansör katliamı sonrası Türkiye’nin bütün illerinde “yaşamak istiyoruz” diyerek eyleme geçen üniversite öğrencilerine yönelik sistematik baskı, Özak Tekstil işçilerine yönelik müdahaleler, son olarak BİRTEK-SEN’e kesilen para cezası ile şiddet biçimleri çeşitleniyor. Faşizm size “Seçimlere girmeyin” ya da “Üst perdeden konuşmayın” demiyor, “Hakkınızı aramayın, hayatın akışına müdahale etmeyin, halkı harekete geçirmeyin” diyor.
Şeriat tartışmaları ile medeni kanunda değişiklik tartışmaları aynı döneme denk geldi. Cumhurbaşkanının şeriat övdüğü bir ülke gerçeğine adım adım örgütlendi gericilik. ÇEDES protokolü ile okullarda gericilik vites arttırdı. Seçim sonrası süreçte rejimin gericilik ve baskı mekanizmalarına ilişkin ihtiyaçları doğrultusunda bir Anayasa değişikliği planı, gündemde tutuluyor.
Henüz yerel seçimler dahi yapılmadan yükseltilen kayyum tehdidi, sınır ötesi operasyonların genişleyeceği söylemi yerel seçimler sonrasında iktidarın emeğe yönelik saldırı programına eşlik edecek baskı siyasetinin unsuru olarak açığa çıkıyor. Halklara topyekûn bir savaş ilanı var.
Tam da bu noktada emekliler, üniversite öğrenciler, ücret artışı ve güvence isteyen işçiler, kadınlar Türkiye’nin dört bir yanında yaşam kavgasını büyütüyor. İBB’deki enerji işçileri, Agrobay işçilerinin eylemleri, emeklilerin Türkiye geneline yayılan eylemleri devam ediyor. 8 Mart eylemlerinin coşkusu ve kitleselliği, gericiliğe, yaşam tarzına müdahaleye, özgürlüklerin kısıtlanmasına ve haklara yönelen saldırılara iyi bir cevap oldu. Newroz meydanlarında yüzbinler eşitlik ve özgürlük talebini ifade etti.
Halkın temel gündeminin sermayenin sömürü programına karşı “yaşamda kalma” mücadelesi olduğu bir ortamda yerel seçimler ancak yakın bir tarihte ve sınırlı bir içerikle halkın gündemine girdi. Egemen sınıflar açısından yerel seçimler çok açık şekilde rantın kimin yöneteceğine karar verme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle bugüne kadar programlar değil, adaylar yoğunlukta tartışıldı. Bu tartışma düzleminde halkın geniş kesimlerinin çıkarlarına odaklanan bir taraf yok. Aslında bu tablo sosyalist hareketin yarattığı boşluktan da kaynaklanıyor.
Sosyalist hareket neyi boş bıraktı?
Saydığımız manzara karşısında sosyalistlerin hareket kabiliyetini arttırabileceği, zayıflayan kitle bağlarını kuvvetlendirebileceği ama en önemlisi kendi programını inandırıcı bir seçenek olarak ortaya koyabileceği bir aralık sunuyordu yerel seçim süreci.
Bu olanak ne kadar değerlendirildi, sosyalist hareket neyi boş bıraktı diye bakarken kimi referans noktalarımız olmalı. Seçimlerin ana aktörünün örgütlü halk güçleri olması gerektiğinin altını çizerek, halkın bağımsız çıkarlarına dayalı bir programın seçim sürecinde ne kadar örgütlendiğini kendimize ölçü alabiliriz. Bu referans noktasından baktığımızda halkın bağımsız taleplerini örgütleyen bir çizgi içerisinde halk örgütlülüklerinin büyütüldüğü bir sürecin örgütlenebildiğini söyleyemeyiz.
Bir örnekle açıklamak isterim. 6 Şubat depremleri sonrası halkta oluşan politik bilinç, halk seferberliğinin açığa çıkardığı kapasite çok önemliydi. Deprem bölgesinde yakıcı sorunların devam etmesi, rezerv alan yasası değişikliği ile katmerlenen barınma sorunu işlenebilecek büyük bir mücadeleye işaret ediyor. 6 Şubat depremleri neoliberal belediyeciliğin yıkımı olarak da yaşanırken ve başta barınma sorunu ve alınmayan tedbirler olmak üzere bölgede yaşanan sorunlar Türkiye genelinin sorunu iken tüm bu süreçte ve 6 Şubat yıldönümünde, yerel seçimlerden hemen önce, halkı ortaklaşılmış taleplerle harekete geçirecek bir seferberlik içerisinde olunabilirdi. Olunmadı. Bu sırada bizleri kimin “temsil” edeceğine dair yürütülen tartışmalar hızla devam ediyordu.
Yine Hatay Defne’de bizim de içerisinde bulunduğumuz yerel ittifak, gücünü yerel örgütlenmeden alıp program tartışmaya odaklanmıştı. Ancak “aday”, “popüler”/”seçilecek aday” tartışmasıyla ortak mücadele ilkeleri çiğnenerek bu süreç sekteye uğratıldı. Depremin ardından sosyalistlerin aldığı inisiyatifi, ortaya koyduğu dayanışma ve birlikte mücadele etme, hayatı yeniden kurma kültürünü ilerletecek çok iyi bir örnek çıkarma fırsatını sosyalistler yerel yönetime talip olma açısından kaçırdı.
Yerel yönetimler gündem olduğunda sosyalistlerin iddialarının adaylık tartışmasına sıkışmayacak çok geniş bir perspektife sahip olduğunu biliyoruz. Bu yeteneklere sahip olan sosyalistler, ne yazık ki sıkışan tartışmaları başka yöne çevirecek bir çalışma ortaya koyamadık. Halkın sorunlarını gündem yapan, bu sorunlara yerel yönetimler ölçeğinde cevap üreten ve haklar çerçevesinde bu tartışmayı yapan çalışmaları yaygınlaştırıp büyütemedik.
Hal böyle olunca, faşistler arasında, sağ liberal seçenekler arsında tercih yapmak zorunlulukmuş gibi sadece aday tartışmasına sıkışan bir sürecin içinde kendimizi bulduk. Biz bu sürecin sürükleyicisi olamayınca, bu popüler ama içi boş tartışmaların sürüklediği biçim baskın oldu.
Üstelik adaylar sosyalistlerin, feministlerin programlarından devşirdikleri kimi talepleri kendilerine göre şekillendirerek popüler birer seçim kampanyasına çevirebildiler. Ankara’da sosyal yardım alan kadınların, 30 yaş sınırı ile HPV aşısına ücretsiz ulaşması yönündeki vaadin uygulamaya geçmesi gibi.
Bu tablo yıllardır AKP karşıtlarının birliğini sağlama üzerine kurulan, örgütlülüğe değil adaya, adayın popülerliğine odaklanan muhalefet çizgisinin de sonucu olarak şekilleniyor. Türkiye halkları, deyim yerindeyse önüne konulan adayların “hangisinin daha gerici hangisinin daha faşist ya da hangisinin daha rantçı” olduğuna göre seçim tutumu almaya zorlanıyor. Ancak elbette başka bir yerel yönetim anlayışının örgütlenmesi de çok mümkün. Yerle seçimlere günler kala hâlâ mümkün diyorum çünkü seçimler sonrası halkın yerel yönetimlerden taleplerinin örgütleneceği süreç devam ediyor olacak. Seçim sonrasında da aynı ölçülerle hareket ediyor olacağız.
Herhangi bir adaya işaret etmediniz. Peki bu süreçte ne yaptınız?
Yerel seçim sürecindeki çalışmalarda bizim açımızdan aslolan bu süreçte halkın talep ve şartlarının ne ölçüde belirleyici olduğu. Halkın örgütlü gücünün ve hareket kapasitesinin ne ölçüde geliştiği. Bu çerçevede az önce de belirttiğimiz üzere, yerel seçimlere etkin katılmanın tek koşulu herhangi bir adayı işaret etmek değil. Belediye seçimleri açısından Defne ve Hopa başta olmak üzere ortak aday fikirlerinin tartışıldığı yerler de oldu. Ancak iki yerde de kendi özgün sebeplerinden dolayı “adaylı” bir seçim çalışması yapmadık.
Halkevleri olarak yerel yönetim sürecine ilişkin yaklaşımımızın ana çerçevesini 4-5 Kasım’da Hatay’da yaptığımız çalıştayda belirledik. İllerde yerel yönetimlere ilişkin çalışmalarımız devam ederken ocak ayında Türkiye yerel yönetimler toplantımızda da yerel seçimlere ilişkin temel tutumumuzu belirginleştirdik. Hak mücadelelerinin yeni dönemini örgütlemek ve sermayeye karşı yaşam savunusunda örgütlenmelerimizi büyütmek yerel seçim sürecinden önce örgütlemeye başladığımız bir çizgi idi. Yerel yönetim sürecinde de bu çizginin gereği olarak öncelikle neoliberal belediyeciliğin yağma, talan ve yıkım politikalarını teşhir ettik, ediyoruz. “Bu kentte emeğim var, haklarım var” diyerek tüm değerlerin üretimindeki emeğimizi görünür kılmaya çalışıyoruz. Emeğim var, haklarım var bir slogan olmanın ötesinde siyasette, temsilde, yerel yönetimlerde çarpıtılan bir gerçeği düze çevirmeye yönelik. Kentler emeğimizle var oluyor. Sadaka, yardım belediyeciliği değil, haklarımızı istiyoruz.
Çalışmamızın ikinci boyutu neoliberal belediyeciliğin, sermaye saldırılarının karşısında bizden çalınanları geri almak, hak mücadelelerini yükseltmek oluşturuyor. Barınmadan, ulaşıma, eğitimden sağlığa, afet tedbirlerinin alınmasına haklarımız olmazsa olmaz şartlarımız çerçevesinde bir mücadeleyi büyütmeyi hedefledik. Halkın şartlarını tüm illerde yaygınlaştırıyoruz. Somut örgütlenmeler illere göre farklılık gösterebiliyor. Antalya, İstanbul ve Hatay’da barınma talepleri farklı içeriklerle ön plana çıkıyor. Ulaşım hakkı, tüm belediye emekçilerine güvenceli çalışma hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliğini esas alan yerel yönetimler, kreş hakkı gibi talepler örgütlü olduğumuz illerin özgünlüğüne göre örgütleniyor.
Yaşadığımız kentlerde güvenle yaşamak istiyoruz. Rezerv alan başta olmak üzere kentlerimizi ranta ve yağmaya açan ne kadar proje varsa seçim sonrası uygulayıcıları kim olursa olsun karşısında bizi bulacaklar. Deprem gibi yaşanabilecek felaketlerin katliama dönmesinde rant politikalarının esas olduğunu biliyoruz. Bu yüzden güvenli kentlerde yaşamak için yerel yönetimlere düşen sorumlulukları hatırlatıyoruz. Bir yandan da yaşamda kalmak için kendi örgütlülüklerimizi kuruyoruz. Afet müdahale eğitimleri yürüttüğümüz muhtarlık çalışmalarının da Halkevi şube çalışmalarımızın da gündemi.
Yani kısacası kamusal haklarımızın peşindeyiz. Bu konuda halkın taleplerini ortaya koyarak, halkı bu talepler ekseninde örgütlüyoruz. Seçim öncesi sayılı günde de pazarlara, sokaklarda, meydanlarda halkın sözünü, sesini büyütmeye devam edeceğiz.
Tutum belgenizde yerel yönetimleri bir “kavga alanı” olarak gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Kavga alanı olarak görmekten kastınız ne?
Yerel yönetimleri sınıf mücadelesinin temel bir kavga alanı olarak görüyoruz. Kapitalist uygarlığın ve neoliberal belediyeciliğin yarattığı yıkım 6 Şubat depremleriyle karşımızda dururken kavgaya davet yeniden inşa iradesine işaret ediyor. Yerel yönetimleri ancak emek ile sermayenin temel çatışma düzlemi olarak tarif ettiğimizde halka inandırıcı bir mücadele programı sunabiliriz. Çünkü neoliberal belediyecilik finansman sistemi ve şiddet aygıtlarıyla bu kadar kökleşmişken sosyalistlerin basitçe temsile indirgenmiş ve kimin temsil edeceğine daraltılmış bir yerel yönetim tartışması halka inandırıcı gelmiyor. Mesele basitçe bir temsil sorunu ve seçimleri almak olmadığını halk da biliyor.
6 Şubat depremlerini deneyimlemiş, içinde barınamadığı, seyahat edemediği kentlerde yoksullukla boğuşan, tıpkı merkezi iktidar gibi yerelde de ancak belediyenin taşeron işçisi olabilmiş, var olan haklarına, mülklerine her an el konulabileceğini bilen halk köklü sorunlarının çözümü konusunda sosyalistlerden bir beklenti içinde olmama nedeni sosyalistlerin çağrılarının inandırıcılık sınırına takılıyor olması. Bu nedenle çağrımız gerçek bir kavgaya olmalı. Neyi değiştireceğimize ve nasıl değiştireceğimize dair gerçekçi, inandırıcı bir başlangıç noktası sunmalı. O başlangıç noktası bugün şirketleşmiş belediyelerin güvencesiz işçilerinin, örneğin İBB enerji işçilerinin güvence ve insanca yaşayacak ücret için yürüttüğü mücadele, özel sektör öğretmenlerinin ücretsiz ulaşım hakkı için yürüttüğü mücadele, kentsel ranta karşı ve doğa yağmasına karşı İstanbul’dan Hatay’a Türkiye genelinde yürüyen mücadele, barınma hakkı, kira sorunu karşısında sosyal konut talebinde. Halk bu mücadeleler içerisinde, sermaye ve sermaye iktidarı karşısında özneleşiyor. O nedenle bu kavgaya işaret ediyoruz. Bir kavganın, bir mücadelenin taleplerine, demokrasisine, temsiline odaklanmadıkça kolayca halkın pasifize edildiği bir seçim tartışmasının parçası olabiliyoruz. Düzen içi muhalefet sermaye programını daha iyi yürütmeye aday olurken popülist reel sol içerikten yoksun ve adayların ön plana çıktığı bir çizgide hedefi basitçe “mevzi kazanmak” olarak belirleyebiliyor.
Seçimden sonra Türkiye’deki politik atmosferde nasıl bir değişim öngörüyorsunuz?
İlk soruyu yanıtlarken kısmen bir çerçeve açığa çıkmıştı. Seçim sonuçları ne olursa olsun sermaye yoksullaştırma programını derinleşerek devam ettirme kararlılığında. Asgari ücrete yeniden zam yok, emeklilere iyileştirme yok, halka sefaleti dayatan, sermayeye yüksek karları güvence altına alan politikalara devam.
Halkın, emeğin örgütlü gücü bu yıkım programı dışında bir alternatif üretebilmiş değil. Yerel seçim sonucunda açığa çıkacak tablo bu durumu değiştirecek bir sonuç yaratmayacak. Örneğin AKP’den kopan yoksul emekçilerin Yeniden Refaha yönelmesi, Millet İttifakı içinde, elbette sosyalistlerce de değerlendirilmesi gereken, kimi oy kaymaları, İstanbul’un AKP’ye geçmesi veya CHP’de kalması, CHP’de kalması durumunda İmamoğlu’nun şimdiden CHP’yi de aşan bir siyasi figür olarak parlatılmaya devam edilmesi vs. temel sermaye politikalarını ve ona eşlik edecek baskı politikalarını değiştirecek nitelikte değil.
Sermayenin emeğe yönelik saldırısı toplumsal hareketlerin baskılanması, halkın iradesinin teslim alınmasına yönelik hamlelerle devam edecek. Örneğin yerel yönetimleri kazanmak da yetmiyor. Kayyum tehdidi devam ediyor. İktidarın demokrasisi Kürt illerinde kaybettiği belediyelerin hepsine değil de bir kısmına, hemen değil de bir süre sonra kayyum atanabileceği sınırında kalıyor. Sınır ötesi operasyonların 40 kilometre derinliğine kadar genişletileceğine dair hedefi sadece Kürt halkına yönelik savaşın unsuru olarak görmemek lazım. Kobanê davasında Nisan ayında karar açıklanacak. Yargının iktidara muhalif herkesin karşısında aktif bir aygıt olacağını şimdiden biliyoruz. Hatta Can Atalay davasında Yargıtay AYM krizi üzerine Anayasa değişikliği de dahil olmak üzere iktidar yargısının güvence altına alınması bekleniyor.
Bu tabloda bize düşen görev mücadeleyi büyütürken bu saldırılara karşı durabilecek örgütlülükler kurmak.
Seçim sonuçlarına bağlı olarak özellikle AKP iktidarına tepki duyan halk kesimlerinde bir motivasyon veya moral kaybı elbette oluşabilir. Ancak burada da ana mesele konuyu moral alana daraltmadan temel kavgaya ve örgütlü gücümüzü büyütmeye odaklamak. Son seçim yenilgisinden sonra “bu en önemli seçim” “seçimle değişecek” fikri eskisi gibi itibar görmedi. Çünkü özellikle en geniş anlamıyla muhalifler tek başına sandığın bir şey kazandırmadığını gördü. Halk yenilgilerden geçebilir, yıkımlar yaşayabilir, bu koşullarda bakacağı şey neye tutunacağıdır.
6 Şubat depremlerini düşünelim. Bir katliam karşısındaki büyük toplumsal seferberlik yaşamı devam edilebilir kıldı.
Bu tabloda bize düşen Türkiye’nin dört bir yanda filizlenen, yerel yönetim sürecinde halkın şartlarına dönüşen, ranta, yağmaya, yıkıma karşı kentlerimize, yaşamlarımıza sahip çıkıyoruz iradesini büyütmek. Gerici, ırkçı, faşist saldırılar karşısında direnenlerin faşizme karşı ortak mücadelesini büyütmek.
Özetle seçim sonrası oluşacak tablo çok belirsiz değil. Sermaye çok yönlü saldırısını sürdürmeye hazır. Bize düşen örgütlülüklerimizi ve kavgayı büyütmek.