Karakurt “ideoloji” ile “eylem” ilişkisini kopartarak rastlantısallığı temel alıyor. Daha kötüsü ise “ideolojisiz politika” anlayışını kendi anlayışı olarak değil Devrimci Yol’un anlayışı olarak sunuyor. Siyasal varlığının temelinde “iktidarı almak” olan Devrimci Yol’u “aşağıdan komünizm” temsilcisi olarak sunuyor
“DEVRİMCİ YOL HAREKETİ” KİTABI (1): YAZAR YANILIYOR
Karakurt, Dev-Genç’in saha çalışmalarından hareketle yayımladığı rapor ve değerlendirmeler üzerinden Dev-Genç’in kitle çalışmalarını bir “kaldıraç” olarak gördüğü, “iktidarı yıpratmayı” hedeflediği ince düşünülmüş yöntemler üstünde durduğunu belirtiyor. Bu yazılardan birisi İleri’nin 3. sayısında (1970 Haziran) yayımlanan “Proleter Devrimci Mücadelemiz ve Politik Ajitasyon Üzerine” yazısıdır. Alıntılar yaptıktan sonra Karakurt kendi değerlendirmelerini yapmaktadır.
Karakurt, Harun Karadeniz’den yaptığı alıntıyla ilk köy mitinginin tütün konusunda ve Harun Karadenizler tarafından yapıldığını ifade etmektedir.
Ve konseptin ilginç yanı, bu faaliyet raporunda/konseptinde devrimin nasıl olacağı, hangi yöntemlerle gerçekleştirileceği gibi konulardan tek kelimeyle bile bahsedilmemesidir. Bu haliyle, hangi yöntemlerle iktidar olunacağından (parlamenter, silahlı mücadele, darbe vb.) tamamıyla bağımsız işleyen/işleyecek bir konsept karakteri taşır. Dev-Genç içinde birbirinden çok farklı devrim modellerini savunan kesimlerin bu aynı konsept doğrultusunda faaliyet gösterebilmiş olmaları da bunun kanıtı olarak alınabilir. (s. 50)
Dev-Genç’in halk hareketi karakteri almaya başladığı ve bu durumu konseptleştirdiği, 1970 yılında yayımlanan raporlarla tasvir edildiği belirtilmektedir. 1970 yılının 17-18 Ekim tarihlerinde yapılan V. Dev-Genç kongresinde Merkez Yönetim Kurulu’nda ağırlığı Mahir Çayan-Yusuf Küpeli-Münir Ramazan Aktolga öncülüğündeki grup kazanmıştır. Ancak sözü edilen raporların yayımlandığı, daha önceki dönemlerde Atilla Sarp başkanlığında, içinde daha sonra THKP-C içinde yer alacak devrimcilerin de bulunduğu (Oktay Etiman ve İrfan Uçar) MDD çizgisinde (Aydınlık Sosyalist Dergi) bir yönetim bulunmaktadır. Dev-Genç’in köy çalışmaları kampanyası bu yönetimin görev başında olduğu 1970 Mayıs-Ekim döneminde yoğunlaştırılmış, İstanbul’da ise işçi bölgelerinde çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar raporlaştırılarak 1970 Kasım ayındaki İleri dergisinde yayımlanmıştır. Bu çalışmalar o güne kadar pek yapılmamış yaygınlıkta ve güzel çalışmalar olmakla birlikte o bölgelerde kalıcı bir siyasal örgütün çalışmaları değildir.
Öte yandan raporlarda devrimin nasıl olacağından söz edilmemesinden ve Dev-Genç’te birbirinden farklı devrim modellerini savunan kesimlerin aynı konsept doğrultusunda faaliyet gösterebilmiş olmalarından hareketle bu konseptin hangi yöntemlerle iktidar olunacağından “tamamıyla bağımsız işleyen/işleyecek bir konsept karakteri taşı”dığı sonucunu çıkartmak yanlıştır. Ağırlıklı çalışma alanı olarak kırsal alanların seçilmesi MDD’cilik yaklaşımının bir yansımasıdır. Söz konusu yaz çalışmalarında İstanbul bölgesindeki Dev-Gençliler işçi bölgelerine gitmiş olmakla birlikte genel olarak köylere gidilerek köylülere dönük faaliyetler ve eylemler gerçekleştirilmiştir. Derginin diğer yazılarında, içinde bulunulan mücadele “anti-emperyalist, anti-feodal” olarak tanımlanmaktadır (örn. “Yönetimi Eleştirme ve T.D.G.F. Merkez Yürütme Kurulunun Cevapları” başlıklı yazı). Yani devrimin yol ve yöntemine ilişkin yaklaşım, gidilecek yerlerin ve gündemlerin belirlenmesinde içkindir.
Dev-Genç, FKF’nin dönüşüm geçirmiş bir devamıdır ve bir kitle örgütüdür. Homojen bir siyasal örgüt olmadığından dolayı onun içinde farklı anlayışların birlikte olması doğaldır. Sonradan THKO’yu ve THKP-C’yi oluşturacak olan ekipler, PDA’cılar, Doktorcular, Mihriciler, cuntacılar, başka bazı öbekler (örn. Basın Yayın Komünü) Dev-Genç içinde yer almaktadır. Söz konusu dönemde TİP’in de hem işçiler hem köylüler içinde çalışmaları elbette ki vardır. Ancak Dev-Genç’in çalışmaları MDD perspektifi çerçevesinde yapılmıştır.
Öte yandan Harun Karadeniz ve arkadaşlarıyla Dev-Genç’in faaliyetleri arasında kurulan bağ da yanlıştır.
Harun Karadeniz’in önce TİP’e, daha sonra TKP’ye yakın durduğu göz önüne alındığında, bu partilerin Dev-Genç içinden çıkmış silahlı örgütlerin “iktidarı ele geçirme yöntemleri”ni hiçbir şekilde onaylamamalarına rağmen aktardığımız konsept çerçevesinde düşünebildikleri, hareket edebildikleri görülmektedir. Aynı şey Söke mitingindeki rolleri itibarıyla Doğu Perinçek çevresi için de söylenebilir. Bu nedenle “Dev-Genç konsepti”ni devrim modellerinden bağımsız bir kitleselleşme, siyasal aktörleşme/siyasal grup yaratma konsepti olarak ele almak için yeterli dayanaklara sahip olduğumuz görülüyor. (s. 50)
1969 yılında TİP’liler FKF ve Dev-Genç’ten tasfiye edilmişlerdir. Yani söz konusu dönemde Dev-Gençliler aynı zamanda TİP’in içinde olmasına rağmen parlamenter yolla iktidara gelmeyi hedefleyenler genel olarak Dev-Genç’in dışındadır. Harun Karadeniz ve arkadaşlarının faaliyetleri esas olarak FKF döneminde olmuştur. Harun Karadeniz 1969’dan itibaren gençlik hareketinden uzaklaşmıştır. TKP’ye yakınlaşmış olduğu 1975’te ise Dev-Genç’i darbecilikle ve gençlik hareketi olmaktan çıkmakla, mücadeleye zarar vermekle, düzenin oyununa gelmekle vb. ağır şekilde itham etmektedir (Karadeniz, 1995)[1]. Karakurt’un Harun Karadeniz’den yaptığı alıntılarla Dev-Genç’i “ideolojisiz” bir hareket olarak değerlendirme çabası da dayanaksızdır.
Karakurt, “iç savaş” konusunda Dev-Genç metinleriyle Mahir Çayan’ın devrim teorisi arasında bir örtüşmenin olmadığını iddia ediyor. Bu doğrultuda, Yusuf Küpeli’nin “1965-71 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç” broşüründen alıntılarla bu iddiasını desteklemeye çalışıyor. Küpeli’den yapılan alıntının bir bölümü şöyle:
Mücadele artık demokratik ekonomik kitle gösterilerinin sınırlarını çoktan aşmış ve ilk kıvılcımları devrimci mücadelenin en geliştiği bölgelerde parlayan bir iç savaş görünümü kazanmaya başlamıştır! (Küpeli 1971, s. 79-80, vurgu benim – MSK) (S. 58)
Karakurt alıntıdan sonra devam ediyor:
Bu önermede iç savaşın çıkışı, Çayan’ın kesintisiz devrim teorisinde mümkün görmediği bir gelişim, dışladığı bir olasılık üzerinden tarif edilmektedir. İşin ilginç yanı Devrimci Yol’un iç savaş üzerine tanımlamaları da Çayan’ın devrim teorisindeki önermelerden çok Küpeli’nin metnindeki önermelerle örtüşür. Devrimci Yol 1975 sonrasında faşist saldırılar ve bunların yol açtığı savunma çabalarının bir iç savaş doğrultusunda derinleştiğini ifade eder.
Çayan’ın devrim teorisi ile Dev-Genç konseptinin kitleleri harekete geçirmenin koşulları ve araçları konusunda ciddi farklılıklar sergilemesi Dev-Genç/THKP-C geleneğinin siyasal mirasının problemli yanını oluşturur. İktidar değişikliğini getirecek siyasal gücün inşası her iki konseptte farklı dinamiklere oturtulur. Bu farklılık iç savaşa ilişkin değerlendirmelerde açıkça ortaya dökülmektedir. “Dev-Genç konsepti”nde, toplumda sorun, hoşnutsuzluk olarak can yakıcı ne varsa bütün bunların toplumun siyasal hareketlendirilmesinde araç, kaldıraç olarak kullanılması ile güçlü bir halk hareketinin ortaya çıktığı, hükümetin bunları baskı politikaları ile engelleme girişimleri ve ona bağlı komandoların saldırılar ile ortamın “bir iç savaş görünümü kazanmaya başladığı” söylenmekteydi. Ancak bu belirlemeler Çayan’ın ülkenin yapısal özelliklerinden saydığı “suni denge” tezi ile pek örtüşür ve bağdaşır görünmemektedir. Çayan’ın siyasal toplum analizinin temel kavramı suni denge tam da bu ihtimali dışlar. Zira, temel önermesi suni denge nedeniyle kitlelerin tepkilerini açığa vuramadıkları şeklindedir. Ancak suni denge öncü savaşı ile kırıldıktan sonradır ki mücadele halkın geniş şekilde katıldığı bir iç savaş (halk savaşı) görünümü alacaktır. (s. 58-59)
Ancak burada da sorun var. Kitabın bu bölümünde “Dev-Genç konsepti”nin temsilcisi olarak değerlendirilen broşürü yazan Yusuf Küpeli, eski FKF başkanı olmakla birlikte, bu yazıyı Dev-Genç adına değil, “Kurtuluş” grubu adına yazmıştır ve broşür imzasız olarak 1971 Mart ayında yayınlanmıştır. Yani bu broşür bir Dev-Genç metni değil, THKP-C metnidir.
Öte yandan Yusuf Küpeli de mevcut durumla yetinmemekte, boyunduruğun devrimcilerin aktif mücadelesiyle kırılabileceğini savunmaktadır. Yusuf Küpeli’nin broşüründen yukarıda aktarılan alıntı aşağıdaki şekilde devam etmektedir:
Devrimin zaten var olan objektif şartları tam anlamıyla oluşmuş; bütün iş, devrimcilerin kendi sübjektif güçlerini oluşturarak örgütlü biçimde en aktif mücadelenin içine girmelerine ve işçi-köylü kitlelerine emperyalizmin ve yerli köpeklerinin boyunduruğunun ancak aktif mücadele ile kırılabileceğini göstermelerine kalmıştır! (Küpeli, 1971, s. 80)
Broşürün bu bölümünde ve genelinde birçok kez kullanılan “aktif mücadele” ifadesi “silahlı eylem”i işaret eden bir ifadedir. Dolayısıyla Karakurt’un “suni denge” tezine tezat oluşturan bir ifade olarak bu yazıdaki “iç savaş” kavramını işaret etmesi eksik ve yanlıştır.
Küpeli’nin broşüründe biraz ileride de şu cümleler yer almaktadır:
Devrimci mücadelenin en geliştiği bölgelerde parlayan iç savaş kıvılcımlarını, aktif mücadeleyle ülke sathına yaymak ve güç kazandıkça savaşın ağırlığını kırsal bölgelere aktarmak gerekmektedir. Mücadeleyi politikleşmiş bir askeri mücadele biçiminde yürütmek, ekonomik ve demokratik mücadelelere ikinci dereceden, bu mücadeleye yardımcı olması bakımından önem vermek gerekmektedir. Karşı-devrimin baskısına devrimci şiddetle cevap vererek, işçi ve köylü kitlelerine aktif mücadelenin gerekliliğini göstermek gerekmektedir. (Küpeli, 1971, s. 83)
Görüldüğü gibi Karakurt’un yaptığı alıntıda, devrimin kitleler tarafından siyasal düzeyde aktif olarak sahiplenildiği bir aşamadan söz edilmemekte, “ilk kıvılcımları devrimci mücadelenin en geliştiği bölgelerde parlayan bir iç savaş görünümü kazanmaya başlamış” bir durumdan söz edilmektedir. Yapılan tespit “devrimci mücadelenin en geliştiği bölgelerde ilk kıvılcımları parlayan” sınırlamalarını içermekte ve “iç savaş görünümü kazanmaya başlamış” bir durumdan söz etmektedir, bir iç savaştan değil… Yine Küpeli tarafından yazılan broşür “mücadeleyi politikleşmiş bir askeri mücadele biçiminde yürütmek” hedefini ifade etmektedir. Küpeli’nin broşüründeki ifadelerin “suni denge” tespitiyle çeliştiği iddiası yanlıştır. Böyle bir çelişkinin olduğunu kabul etsek bile ortaya çıkacak olan durum “Dev-Genç ile THKP-C’nin çeliştiği” değil, metinler belirli bir kolektifliği içermesine rağmen “THKP-C’nin kurucu öncülerinden ikisi arasında bir farklılık” olacaktır. Kaldı ki bu metinler yayınlandıktan sadece 2-3 ay sonra THKP-C kurucuları arasında gerçekten bir ayrılık ortaya çıkmıştır.
Öte yandan s. 59’dan yapılan alıntıdaki “temel önermesi suni denge nedeniyle kitlelerin tepkilerini açığa vuramadıkları şeklindedir” çıkarımı da yanlıştır. “Suni denge” çözümlemesi, kitlelerin düzene karşı hiçbir tepki göstermediklerini iddia etmez. Kitlelerin tepkilerinin ayaklanmaya dönüşmediği, düzen dışı bir hale geçemediğini ifade eder. Kesintisiz Devrim 2-3’ten aşağıdaki ifadeye bakalım:
Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük -isterse temsili görünüm içinde olsun- tarafından terörle bastırıldığı merkezi otoritenin ordusu, polisi, vs. ile “dev” gibi güçlü olarak halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin var olduğu bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır. (Çayan, 1972)
Görüldüğü gibi burada “emekçi kitlelerin tepkilerini açığa vuramamasından” değil “emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük … tarafından terörle bastırıldığı” bir durumdan söz edilmektedir. Bunu 1970 yılının Türkiye’sine uyarlarsak işçi kitlelerinin 15-16 Haziran direnişi baskılar ve sıkıyönetim ilanından sonra geri çekilmiştir. Direnişe yol açan yasa ise aylar sonra Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Direniş 16 Haziran akşamı, hedefe ulaşıldığı için değil, baskılar karşısında geri çekilmiştir. Kitlelerin ekonomik-demokratik hak mücadelelerinin olduğu ama siyasal iktidara karşı düzen dışı bir siyasi mücadeleye dönüşmediği durum söz konusudur. Devrimci öncülüğün devreye girmesi gerekmektedir.
Devrimci Yol mirasının her şeyden önce “tabu yıkıcı” özelliğini vurgulamak gerekir. Bir toplumsal hareketin toplumda ortaya çıkmış bir bölünmenin (antagonizma) ürünü olduğu çok eskiye dayanan bir düşüncedir. Marx ve Engels kapitalist toplumda bu bölünmenin toplumun kuruluş ilkelerinden/ilişkilerinden kaynaklandığını ileri sürerler. Eşitlik prensibine dayalı olarak kurulan kapitalist toplum, işgücünün değişim değeriyle kullanım değeri arasındaki farktan dolayı sömürü üreten bir karakter taşır. …
Ne var ki, somut konjonktürlerde ortaya çıkan yarılma ve bölünmeler fundemental düzeyde tespit edilen bu temel bölünme ile örtüşmemiş, işçi sınıfı kimi durumda atıl, ilgisiz kalmış kimi durumda ise egemen sınıfları desteklemiştir. Hareketlendiği durumların çoğunda da devrimci bir dönüşüme yönelmemiştir. … (s. 554-555)
Aslında Devrimci Yol da esas itibariyle bu anlayıştan vareste değildir. Ancak saldırılar başladığında diğer bütün sol gruplardan farklı bir yola başvurur ve bütün gücüyle saldırılara karşı koymaya, can derdi konusunda kendileri de dahil mağdurlara yaşam alanları yaratmaya yönelir. Faaliyet konseptini bu yerel yaşam alanlarının yaratılması, genişletilmesi, sağlamlaştırılması üzerine oturtur. Oturmuş alışkanlıktan farklı olarak, bu çatışmanın öznesini de, işçi sınıfı olarak değil, saldırılara maruz kalanlar olarak tespit eder. Çatışma ve gelişme bunların can güvenliği talepleri ve kendilerini savunma azimlerinden beslenir. Bu şekilde onları örgütler, onlardan büyük bir grup yaratmaya çalışırken, Oğuzhan Müftüoğlu’nun ifadesiyle, “bunun üzerinden kendini de örgütler”. (s. 555)
Özetle, grubun yani siyasal gücün dayanağı, işçi sınıfı değil, konjonktürel yarılmaların hareketlendirdiği mağdurlar/dışlananlardır. … Marks devrimin öznesini kapitalizmin temel sömürü ilişkisine dayandırırken Devrimci Yol özneyi konjonktürel dışlanmaya dayandırır. (s. 556)
Devrimci Yol’u Marksizm’den uzaklaştırmaya dönük bir bölüm. Devrimci Yol’a atfedilen “tabu yıkıcı”lık ise işçi sınıfının yerine “mağdurlar/dışlananlar” kategorisini koyması. İşçi sınıfının ve sınıf temelli olarak üretilen “halk kesimleri” vb. yerine “mağdurlar/dışlananlar” şeklinde bir özne tanımlanmaya çalışıyor. Devrimci Yol “halk savaşı” üzerinden “demokratik halk devrimi” hedefleyen ve buradan kesintisiz olarak sosyalizme geçmeyi amaçlayan bir ideolojik hattadır. Türkiye’deki anti-faşist mücadeleyi de sınıf ilişki ve çelişkileri üzerinden çözümleyerek ele almış ve buna göre konumlanmıştır. Anti-faşist mücadele ve bu mücadelenin o dönemdeki güncel seviyesi olan “iç savaşa doğru derinleşen süreç” ülkenin yeni sömürgecilik ilişkileriyle emperyalizme bağımlı bir ülke olması, hakim sınıf ittifakının oligarşi, oligarşi içinde hakim sınıfın tekelci burjuvazi olması, bu sınıflar ittifakının halk kitlelerini baskı ve zorun esas olduğu bir yönetim biçimiyle yönetmeye çalışması ancak halk kitlelerinin ileri kesimlerinin bu baskı ve zora teslim olmaması sonucunda ortaya çıkmıştır.[2]
Sınıflar mücadelesi, bazen açık şekilde işçi-işveren-devlet çatışması olarak görünürken bazen de değişik görünümler altında yaşanır. Komünist Manifesto’da “şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” ibaresi de bu durumu yansıtır. Tarihsel olaylara yüzeysel olarak bakıldığında imparatorlar, komutanlar, liderler, devletler, dinler, ırklar arası çatışmalar görünür. Ancak uzun dönemde hangi devletin/ordunun neden kazanıp neden kaybettiğine, hangi toplumların güç kazanıp hangilerinin kaybettiğine ve bütün bunların köküne bakınca üretim biçimi, üretim ilişkileri, sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi görülür.
Devrimler tarihi de devrimlerin sınıf ilişkilerinin sadece doğrudan değil, dolaylı yansımalarını da içererek gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Devrim bazen bir diktatörün çürümüş, kişisel yönetimine karşı halk kitlelerinin harekete geçmesiyle, bazen işgalciyle yapılan işbirliğine karşı, bazen “barış” talebiyle meydana gelebilmektedir. Örneğin Paris Komünü, işgalciye karşı direniş sürecinde ortaya çıkmıştır. Küba ve Nikaragua devrimleri Batista ve Somoza diktatörlüklerine karşı geniş birlikler kurarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla 1970’lerin Türkiye’sinde faşizme karşı mücadelenin ön planda olması ve halk kitlelerinin bu temelde örgütlenmeye çalışılması, sınıf bakışının yerine sınıflar dışı bir “mağdurlar/dışlananlar” kategorisinin konulması değildir.
Kitlesel halk hareketi konusunda söylediklerimiz komünizm konusunda yaşanan sıkıntı için de geçerlidir. Türkiye solunda komünizm hep “devlet komünizmi” olarak tasavvur edilmiştir. Devrimci Yol’un devraldığı teorik mirasın kurucusu Mahir Çayan’a göre devrim, “halkın devrimci girişimiyle aşağıdan yukarı mevcut devlet cihazının parçalanarak politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla yukarıdan aşağıya daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesi”dir. Hakim gelenekte komünizm, devlet eliyle yukarıdan aşağı inşa edilecek yeni bir toplum düzenidir. Bu gelenekten ayrıldığına dair açık ifadelere rastlanmasa da, Devrimci Yol’un inşa ettiği ‘komünal oluşumlar’ ve bunların anlamına ilişkin teorik değerlendirmelerde bir “aşağıdan komünizm” fikrinin ilk defa ortaya atıldığını görüyoruz. Metinlerde bu komünal oluşumların amaçlanan yeni/komünist toplumun “nüveleri” olarak görülmesi gerektiği, komünist toplumun, bu nüvelerin (aşağıdan komünizm’lerin) toplum düzeyinde yaygınlaşması ve hakim hale gelmesiyle ortaya çıkacağı açıkça ifade edilir. (s. 559-260)
Karakurt burada Devrimci Yol metinlerini çarpıtıyor, kendi bakışını Devrimci Yol’da varmış gibi yansıtıyor. Devrimci Yol’da, siyasal iktidar alınmadan, “nüvelerin toplum düzeyinde yaygınlaşması ve hakim hale gelmesiyle komünist toplumun ortaya çıkacağı” doğrultusunda bir beklenti yoktur. Devrimci Yol siyasal iktidar meselesini yok sayan ütopyacı bir oluşum değildir; Marksist, Leninist, Türkiye’yi ve siyaseti Mahir Çayan’ın kılavuzluğunda değerlendiren bir siyasal yapıdır. Eksiği, yanlışı vardır ama 1982’ye kadar Devrimci Yol çevrelerinde, yukarıdaki gibi ifadeleri açıkça savunan bir kesim yoktur. Devrimci Yol, mevcut sosyalist ülkelerdeki yozlaşmayı, bürokratikleşmeyi görmüş ve bu konuda, Türkiye’deki mücadele şartlarından da çıkan önermeler geliştirmiştir. Bu önermelerin, absürtleştirilmesi ise 1982 sonrasında gerçekleşmiştir.
Karakurt, “sivil komünizm” iddiasıyla neoliberal sisteme karşı, yardımseverlik ve kooperatifleşmeyi önermektedir.
Türkiye’de ise özellikle Fatsa, “komün” olarak önemli bir iz bırakmış, sonraki yıllarda benzer uygulamalar solda bir siyaset konsepti olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. (Ovacık, Tunceli) Köylerde gerçekleştirilen “imece komünleri” de bu mirasın unsurları içindedirler. Bunlar da “sivil komünizm” uygulamalarıdırlar. Ne var ki, Devrimci Yolcular bugün bile “sivil komünizm” terimine pek sıcak bakmadıkları gibi, uygulama politolojik ve sosyolojik yönleriyle araştırılmış da değildir. Oysa, “sivil komünizm” hem neoliberalizme ciddi alternatifler ortaya koyabilecek hem de demokrasi ile uyumlu bir komünizm anlayışı geliştirebilecek potansiyeller taşır. (s. 562)
… son 10 yılda tanık olduğumuz ‘askıda ekmek’, ‘askıda yemek’, “askıda fatura’ ve en son seçim vesilesiyle duyduğumuz ‘askıda otobüs bileti’ gibi uygulamalar, sosyal dayanışmanın farklı biçimler altında ve anonim karakterde yaşamaya devam ettiğini gösteriyor. Bu tarz her uygulamayı ‘sivil komünizm’e basit, güncel düzeyde birer örnek olarak görmek gerekir. Ve toplumsal dayanışma, başka türlü çözülemeyen sorunlar karşısında, en basit haliyle bu tür uygulamalar üzerinden canlandırılmaktadır. (s. 563)
Buradaki “askıda …” şeklindeki örnekler olsa olsa yardımseverlik faaliyetleridir. “Yardımseverlik” ilişkisine sivil komünizm demek de doğru olmaz. Bunlar, insanlarda başka insanlarla dayanışma duygusunun ölmediğini gösterebilirler ama daha fazlasını kesinlikle değil.
Karakurt’un neoliberal sistemin parçası olarak emeği ucuzlatma ve güvencesizleştirme sürecinin parçası olan “kiralık işçilik” konusundaki önerisi ise işçilerin “işgücü kooperatifleri” kurarak kendi işgüçlerini kendilerinin satmasıyla sınırlıdır (s. 565).
Klasik komünizm projeleri temelde işçilerin fabrikaların (üretim araçlarının) da sahibi yapılmasına, bu şekilde işgüçlerini satmak zorunda olmaktan kurtulmalarına dayanıyordu. Ne var ki işçilerin üretim araçları üzerindeki bu ortak mülkiyeti devlet/kamu mülkiyeti olarak tasavvur edilebildi. Buradan da ‘devlet eliyle komünizm’, bürokratik devlet ve birçok komünistin ifadesiyle bürokratik iktidar, yeni bir sınıf sömürüsü ortaya çıktı. Çalışanların işgücü kooperatifleri eliyle kendi işgüçlerini satmalarının bir topyekün kurtuluş içermese de komünist idealler, özellikle de demokrasi ile uyumlu bir komünizm açısından önemli ufuk açacağı açıktır. (s. 565-566)
“Kutuplara giden bir gemide ters yönde yürürsem ekvatora yaklaşırım” der gibi bir öneri. Kooperatifler dayanışma, emekçilerin gelirini nispeten artırma ve tüketici kimliğiyle de giderlerini kısmen azaltma olanağı sunsa da niteliksel bir değişiklik yapamazlar. Kooperatiflerin kendileri de düzenin yasalarına tabidir. Sistemin canını acıttıkları noktada yasalarla ve ekonomik önlemlerle (kredi vermeme, vergi yükü yükleme, haksız rekabet cezaları vb.) etkinlikleri sınırlanır ve bu türden girişimlere karşı da siyasi mücadele gerekir.
Bürokratik komünizmlerin alternatifi olarak, kapitalizmi ve kapitalizmin neoliberal dönemini bile sorgulamadan, bunları değiştirmeye çalışmadan kooperatifler yoluyla “demokrasi ile uyumlu bir komünizm” ufku oluşturmak olarak tarif ediliyor. Tamamıyla ütopik ve geçersiz öneriler.
Karakurt’un kitaptaki tezlerinin birçoğu yıllardan beri başka mecralarda ifade edilmektedir. Taner Akçam ve “sivil toplumcular 1983’ten itibaren benzer düşünceleri “kopuş” şeklinde teorize etmiş, örgüt-hareket ikiliği üzerinden “örgüt” ihtiyacını gereksiz kılmaya çalışmıştır. Karakurt’un tezlerinin benzerleri Birikim vb. cenahta sıklıkla ifade edilmiştir. Bunların çoğuna kimse cevap bile vermeye gerek duymamıştır. Ancak ben Karakurt’un kitabına cevap verme gereği duydum çünkü “içeriden” olan ve çok sayıda yanlışlarla dolu tezler olarak değerlendirdim.
Karakurt “ideoloji” ile “eylem” ilişkisini kopartarak rastlantısallığı temel alıyor. Daha kötüsü ise “ideolojisiz politika” anlayışını kendi anlayışı olarak değil Devrimci Yol’un anlayışı olarak sunuyor. Siyasal varlığının temelinde “iktidarı almak” olan Devrimci Yol’u “aşağıdan komünizm” temsilcisi olarak sunuyor. Karakurt “Devrimci Yol aşağıdan komünizmi savunmalıydı” deme hakkına sahiptir ve böyle deseydi önemsenmezdi. Ancak “Devrimci Yol aşağıdan komünizmin temsilcisiydi” denildiğinde, bunun yazıldığı gibi olmadığını hatırlatmak bir görev haline gelmektedir.
[1] Harun Karadeniz’in sosyalizm mücadelesine ve, özellikle 1965-68 döneminde, devrimci gençlik mücadelesine önemli katkıları olmuştur. Karadeniz gençlik hareketinden işçi sınıfına yönelen ve sınıf örgütlenmesi için çaba gösteren bir sosyalisttir. Faşizmin baskılarıyla karşılaşmış ve kanser tedavisi egemenler tarafından engellenerek hastalığının ilerleyerek ölümüne yol açılmıştır. Harun Karadeniz’e sevgi ve saygı duyarız. Ancak bu durum onun yanlış görüşlerini eleştirmeyi engellemez.
[2] Karakurt’un yaklaşımında, kitap boyunca görülen bir başka sorun da, Türkiye’deki 1970’lerdeki çatışma ortamını Devrimci Yol ile sınırlı olarak ele alması. Böyle olunca her şey Devrimci Yol’un var olduğu, yer aldığı çatışmalarla açıklanmaya çalışılıyor. Oysa Devrimci Yol, 1980’e gelindiğinde Türkiye sosyalist hareketinin yegane gücü değildir. Devrimci Yol’un siyasetinin merkezine aldığı çatışmaların dışındaki mücadele alanlarını merkeze alarak güçlenen, değişik alanlarda Devrimci Yol’dan daha güçlü olan farklı sosyalist gruplar vardır. Örneğin TKP (bu alandaki örgütlülüğü sendika bürokrasisine dayansa, reformist olsa bile) işçiler ve sendikalar içinde Devrimci Yol’dan daha yaygın ve etkili bir örgütlenmeye sahiptir. Kürt halkı arasında Devrimci Yol’dan çok daha fazla örgütlü olan gruplar vardır. Türkiye’nin değişik şehir ve bölgelerinde Devrimci Yol’dan daha etkili gruplar vardır. TMMOB, Töb-Der, Tüm-Der gibi örgütlerde diğer gruplar da etkilidir. Devrimci Yol ülkedeki en büyük sosyalist grup olsa da yaygınlık, değişik alanlarda kitlesellik vb. ile hemen arkasından TKP, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu gibi gruplar gelmektedir. Bu gruplar ise bir yandan değişik düzeylerde anti-faşist mücadeleyi temel alırken öbür yandan doğrudan işyeri temelli sınıfsal örgütlenmelere de yönelmeye çalışan gruplardır ve bunların da toplumda bir karşılığı vardır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.