“Gençlik hareketinin örgütlenmesi sorunu, aktüel hareketin dışında çözülemez. Bu nedenle de gençlik hareketinde ölü, yaşayanı yakalayamaz.” Ve evet, biz öldük arkadaşlar
2001 Nisan’ının ilk günlerinde Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde bahar havasının tadını çıkarttığımız bir akşamüstüydü. Ecevit hükümeti dönemindeki büyük ekonomik kriz yüzünden 11 Nisan’da Tandoğan’da yaklaşık 80 bin kişinin katılacağı ve kelimenin gerçek anlamıyla taş üstünde taş bırakılmayacağı esnaf mitinginden birkaç gün önceydi. Kampüste öğrenciler öbek öbek çimlerde oturuyordu. Önce bir uğultu duyduk, sonrasında Cemal Gürsel Caddesi boyunca binlerce kişinin sloganlarla yürüdüğünü gördük. Kiminin üzerinde iş önlüğü, kiminin ayağında terlik ve dillerinde de Ecevit’i hedef alan biraz hakaretamiz sloganlarla Ankara Siteler Esnafı Kızılay’a doğru yürüyordu.
O günlerde esnaf eylemleri ülkenin farklı noktalarında sıklıkla yaşanıyordu. Sitelerden Kurtuluş’a kadar yürümelerine izin verilen esnafı polis kampüsün biraz ilerisinde, Kurtuluş Kavşağı’nda panzerler ve tazyikli su ile saldırarak durdurdu. Saldırı nedeniyle geriye yönelen eylemci esnafa bir anda kampüsün kapıları açıldı. Kampüs girişinde şimdikinin aksine turnike ya da benzer bir şey bulunmuyordu. Tek yavaşlatıcı unsur olan araç bariyerini ise kim kaldırdı, öğrenciler mi, güvenlik mi bilmiyorum. Birden tamamı erkeklerden oluşan yüzlerce esnaf, çırak kampüsün içine girdi. Kampüse yönelmede kapıda onları destekleyen, sahip çıkan öğrencilerin de payı vardı. Bu öfkeli misafir grubunun sesi üzerine o anda kampüste olan özellikle muhalif öğrenciler ve hatta aralarında kimi hocalarımızın da bulunduğu kampüs çalışanları anında kalabalığa katıldı. Kampüs önünden geçerken atılan “Sidikli Ecevit” sloganının yerini kampus içinde örgütlü öğrenci hareketinin “çabasıyla” “IMF’ciler, emperyalistler, işbirlikçiler 6. Filo’yu unutmayın” sloganları almıştı. Polis kampüse giremiyordu. Bizler ise mutluyduk. Yönetiminden (ne kadar gönüllü veya haberdardılar bilmiyorum) öğrencisine, hocasından kapıdaki güvenliğine herkes “halkımıza” sahip çıkmıştı. Üniversite ve halk buluşması denince benim anladığım turistik geziden çok biraz böyle bir buluşma. Üstelik Siteler esnafı ağırlıkla sağcı, İslamcı bir profile sahipti. Anlayacağınız, halka kapıların açılmasının biraz da hangi koşullarda, kimin inisiyatifinde olduğu önemli.
İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nün rektörlüğün aldığı ani bir karar ile “kültür ve tarih ziyaretine açılması” ve ardından gelişen kitlesel öğrenci eylemleri üniversite kapısını ve üniversitenin kime ait olduğu sorusunu gündeme getirdi. Öğrencilerin bu karara yönelik tepkilerinin odağında “güvenlikçi” kaygılar olması, kampüsün halka açılmasını “halk karşısında steril ve seçkinci” bir anlayışla istemediğine dair eleştiriler sıkça anımsatıldı. Öyle ya, yıllarca “Ferman devletin üniversiteler bizimdir” demiştik. Buradaki “biz” kimdi de şimdi üniversite kapılarının halka açılmasına karşı çıkılıyordu.
Baştan söyleyeyim, bu yazının amacı öğrencilerin talepleri ve mücadelesini eleştirmek veya onaylamak değil. Amaç “hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa” dizelerini bir kez daha anımsatmak. Doğru sorulardan ilki de bence şu olmalı. Kavgamızın bu meşhur sloganındaki “biz” kimdi? Bu biz, üniversitenin bilgi ve bilim üreten bileşenleriydi, asli unsurlarıydı. Bu bileşen öğrencisi, öğretim elemanı, çalışanı, emekçisi ile halkın içinden çıkmış çok sınıflı çok katmanlı bir toplamdı. Bu toplam, sermaye işbirliği ile yeniden sömürgeleştirilen, polis ve faşist çete saldırıları marifetiyle zapturapt altına alınmak istenen üniversite tahayyülüne karşı mücadelede ortaklaşıyordu.
Bugün ana çelişki ve aktörler yerli yerinde duruyor olabilir ama ne üniversite aynı üniversite ne “biz” aynı biz ne de “halk” aynı halk. Üniversitenin bugününü 24 yıl önce kaleme alınan şu satırlar özetliyor:
Metalaştırıcı saldırı üniversitesizleştirerek başlamaktadır. Direniş ise üniversitelileştirerek başlar. Metalaştırma stratejisi yoluyla üniversitenin, eğitimin, bilimin ve gençliğin niteliği değiştirilmektedir. Metalaştırılan her şey gibi üniversiteli yaşamın tamamında yabancılaşma ve yozlaşma yaşamaktadır. Yabancılaşma üniversitenin üretimi olan bilgi ve eğitim süreçleri üzerindeki denetimin ortadan kalkması ve toplumsal sorunlar karşısındaki duyarsızlığı ise bu haliyle metalaştırmaya karşı direnişin mücadele konularından biri olarak görülmelidir. Ancak görülmesi gereken nokta meta üretiminin bir parçası olmaktan kurtulamayan üniversitenin tüm potansiyelinin insanlığın kurtuluşunun hizmetine sunulamayacağı ve özgürleşemeyeceğidir. Üniversiteli potansiyel kendi kimliğini de devrimci eylem çerçevesinde kazanacaktır. (Özgürlük ve Sosyalizm Mücadelesinde Devrimci Gençlik Sayı:2 Ocak 2000, Orta sayfa yazısı: Üniversiteler Bizimdir)
Bugün üniversite-sermaye işbirliği süreci neredeyse tamamlandı, her kente açılan donanımı, kadroları eksik üniversiteler ve ticarethane vasfındaki özel üniversiteler ile üniversitenin bilimsel niteliği aşındı, toplumsal niteliği tartışma konusu oldu.
Üniversite bileşeni olan “biz” ise ayrı bir dönüşüm yaşadı. İhraçlar, kadrolaşma politikaları, kayyum yoluyla atanan rektörler, güvencesizleştirilen üniversite emekçileri ve öğretim elemanları ve elbette ulaşımdan barınmaya temel yaşamsal haklarına dahi erişemeyen öğrenciler…
Neoliberal rejimin temel motiflerinden birisi olan kurumların bölünüp parçalanması ve AKP’nin alametifarikası olan her türlü toplumsal kurumu kuşatarak mas etme stratejisi, üniversite bileşenlerinin birliğini sarsmış görünüyor. Üniversite bileşenlerinin ortak hareketinin oluşma ihtimali yok denecek kadar azalmış durumda.
Gelelim kapıların önünde açıldığı “halk” faslına. Halkımızda durumlar ne peki? Rektörlüğün kapılarını açtığı kampüs çok uzun süredir içerdekiler için bir yarı açık hapishane iken dışarıdakiler içinse iktidarın yaşam tarzı ekseninde saflaştırdığı, birbirine her bakımdan bilenmiş muhafazakâr ve seküler taraflardan oluşuyor. Ve bu kutuplaştırılmış “halkımız” kendisine benzemeyen hiçbir şeyden haz etmiyor. Unutmayın köpek beslemenin bile Erdoğan tarafından anlaşılmaz bir tutum olarak bu kutuplaşmayı derinleştirmek için kullanıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Varın üniversitede kırıntıları kalmış üniversiter yaşamın yaratacağı olası tartışmaları siz düşünün.
Türkiye toplumsal muhalefeti, sol-sosyalist hareketi bir yenilgi yaşadı. Bu yenilgi ve AKP’nin ağır baskı ve saldırıları karşısında uzun süredir daha dipten, daha mütevazı biçimlerde ve çoğu durumda adeta varlık mücadelesi vererek varlığını koruyan üniversite gençlik hareketi bir süredir farklı kentlerde farklı biçimlerde uç veriyor. Yakın zamanda ölümcül hale gelen yurtlarda yükselen isyanlar, Cebeci Kampüsü’nde faşistler karşısında sergilenen cüretli duruş ve direngen tutum şimdi de Beyazıt’ta bir direniş olarak kendini gösteriyor. Bunca ağır saldırı ve baskı karşısında cüretli bir varoluş sergileyen öğrencilerin yaptığı, bizim bu yenilgimizin üzerlerine yüklediği ağırlıklardan da silkinmeleri için bir fırsat bence.
Taleplerin dile getiriliş biçimi toplumsal kutuplaşmanın argümanları ile ifade edilse bile öfkeleri hızla üniversite bileşenlerini yok sayarak tepeden inme şekilde karar alınmasına yöneldi. Kararı alan rektörün “kayyum rektör” denilerek gayrimeşruluğunu teşhir etmeleri ve üniversitenin halka açılmasının fiziksel olarak kapıların açılmasıyla değil, halk yararına bilim anlayışı ile mümkün olduğuna dikkat çeken konuşmalar da yükseliyor direniş meydanından. Unutmayalım ki 90’lı yıllarda harçlara karşı başlayan mücadele zamanla “parasız eğitim parasız sağlık” mücadelesine genişlemiş ve toplumsallaşmıştı. Bunda öğrenci gençliğin harçlar yoluyla kendilerine dayatılan müşterileşmiş öğrencilik anlayışına, yani bir ilişki biçimine başkaldırısının da payı vardı. Öğrenci mücadelesinin birikimi her politik süreci doğru yola taşıyacak kadar güçlü.
Sosyal medyada aynı siyasi çizgiden geldiğim birçok ismin Beyazıt’taki direnişe yönelik eleştirilerini okudum, geçmişteki kendi mücadelemize, sloganlarımıza atıflarını gördüm. Onları okurken aklıma şu satırlar geldi:
Her şeyden önce gençlik hareketi doğası gereği sürekli yenilenen bir örgütsel temele sahiptir. Gençlik hareketinin örgütlenmesi sorunu, aktüel hareketin dışında çözülemez. Bu nedenle de gençlik hareketinde “ölü, yaşayanı yakalayamaz” yani gençlik mücadelesinin eski biçimleri yeni mücadele dönemlerinde etkili olamaz. (Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Gençlik Sayı:20 Haziran 96, Orta Sayfa: Gençlik ve Toplumsal Muhalefet)
Zamanında denildiği gibi, “ölü, yaşayanı yakalayamaz” ve evet biz öldük arkadaşlar! Bırakalım yaşayanlar kendi mücadeleleri içinde kendi özneleşme süreçlerini, dahası toplumsallaşma süreçlerini tamamlasın. Doğru politik tutum, etkili ve sonuç alıcı eylem çizgisi görüldüğü üzere Türkiye muhalefetinin genelinde yok. Haliyle bizde olmayanı başkasına, yani henüz yeni filizlenenlere veremeyiz.
Son söz de yine Devrimci Gençlik’in olsun:
Gençliğin devrimi, duyarlılığın devrimidir, hiçbir özgürlüğün kendi dışında kalmasına, hiçbir otoritenin kendisini, ülkesini ve halkını teslim almasına izin vermeyen devrimdir. Gençlik maruz kaldığı özel bir haksızlıkta ister aile, ister okul, isterse piyasa olsun bu haksızlıkların büyük çoğunluğunun düzeltilmesinde değil, sadece onu yaşamın dışına atan mutlak haksızlıkta kendisini gerçek anlamda tanıyabilir. (Özgürlük ve Sosyalizm Mücadelesinde Devrimci Gençlik, Sayı:9, Ocak 2002, Orta Sayfa: Gençliğin Militan kitlesel Hareketi Üzerine)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.