Siyonizm’in uyguladığı sömürgecilik yerli halkı emek yoluyla sömürmeyi amaçlayan tipte bir sömürgecilik değildir. Avustralya ve Kuzey Amerika’da rastladığımız türden bir sömürge yerleşim girişimidir. Bu nedenle kademeli olarak yerli nüfusu Yahudi yerleşimcilerle değiştirmeyi bir hedef olarak önüne koydu
Tarihin en büyük felaketlerinden biri olan İsrail devletinin kuruluşunu, yalnızca Arapların beceriksizliği ve Batı emperyalizminin Yahudilere verdiği destekle açıklamak eksik bir yaklaşım olur. Bu devletin ortaya çıkışının bunlar kadar önem taşıyan bir diğer dinamiği Siyonist oluşumdur. Çağın dışında kalmış değerlere yaslanıp dünyanın en büyük emperyalistleriyle işbirliği yaparak halkının kaderini belirlemeye çalışan ilkel Arap milliyetçiliğinin aksine, Yahudi milliyetçiliğinin temsiliyetini yapan Siyonizm, ideolojik olarak modern Batı milliyetçiliğine dayanıyordu ve iyi örgütlenmiş kurumsal bir yapıya sahipti. İsmini Yahudi teolojisine göre tanrının meskeni olan Kudüs yakınlarındaki kayalık bölgeden alan bu hareketin, olağan üstü dirayetli ve akıllı çabaları olmasaydı İsrail devleti kurulamazdı. Siyonizm muhtemelen iradeci toplum anlayışının en kayda değer biçimlerinden biridir. Yarım yüzyıl içinde irade yoluyla bir ulus, bir dil, bir devlet yaratmaya kelimenin tam anlamıyla neredeyse sıfırdan başladı.
Kurucusu asimile olmuş burjuva bir aileden gelen Budapeşte doğumlu, eğitimini Viyana’da yapmış, Theodor Herzl olarak kabul edilir. İlk gençlik yıllarında Alman milliyetçiliğinin etkisi altında olan Herzl daha sonra Yahudi milliyetçiliğine yöneldi. Bundan dolayı Herzl’in geliştirdiği Yahudi milliyetçiliği tıpkı Alman milliyetçiliği gibi kan bağına dayanır. Siyonist hareketi Herzl’e başlatmak tarihi gerçeklere çok uygun olmaz. Herzl, Siyonist ideolojiyi inşa ederken kendisinden önceki Doğu Avrupa kökenli Yahudi aydınların çalışmalarından yararlandı. Siyonizm’in öncüleri sayılacak bu aydınlar, dini dogmaları bir kenara iterek Yahudi sorununa çağın baskın eğilimi burjuva milliyetçiliğinden esinlenen çözümler geliştirdiler. “Geleceğin biçimlendirilmesine yönelik modellerinde, kutsal kitaptan değil kadim çağların Yahudi tarihinden yararlandılar.”[1]
Proto Siyonistlerin izinden giden Herzl’e göre, Yahudi sorunu zaman zaman farklı biçimler alsa da özünde politik bir sorundur; çözümü de bir Yahudi devleti inşa edip diasporada yaşayan Yahudileri, bu devlet sınırları içinde bir araya getirmektir. Ona göre Batı Avrupa’da Fransız Devrimi’nden sonra Yahudilere verilen eşit yurttaşlık hakkı, sorunu gidermede yeterli olmadı. Yahudi nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı Doğu Avrupa’da ise, eşit vatandaşlık verilmediği gibi yer yer kitlesel katliamlara uğruyorlardı. Tarihsel olarak Siyonist hareketi ateşleyen şey, anti-Semitizm ve Yahudilerin katlandığı baskılardı. Siyonizm, Yahudiler tarafından yüzyıllardır kabul edilen Yahudi tanımını, yeni bir Yahudi tanımı sunarak değiştirdi. Vatandaşı oldukları ya da yaşadıkları ülkenin halkıyla bütünleşmelerine engel olmayan bir dinin taraftarlarını, Yahudi ulusuna dönüştürdü. Bugün çok sık ‘kutsal’ kitaplardan alıntı yapan İsrail yöneticilerinin aksine ilk Siyonistler laik ve dinden uzak bir yaklaşıma sahipti. Herzl’e göre: “Bazen bu renklere bürünse de Yahudi sorunu ne bir ekonomik ne de dinsel bir sorundur. Bu bir ulusal sorundur ve çözümü için her şeyden önce onu bir dünya sorunu haline getirip büyük güçlerin önüne koymak gerekir.”[2]
Siyonizm’in ulus temelli Yahudi tanımına ilk ve şiddetli tepki doğal olarak Yahudi din adamları ve kurumlarından geldi. İster Polonya ve Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerinde çok güçlü olan Hasidikler, isterse ultra Ortodoks Yahudiler, Yahudi toplumunun bir ulus olarak tanımlanıp laikleştirilmesine karşı çıktılar. Yahudi teolojisine kökten bağlı olan bu kişi ve yapılar Siyonizm’i tanrının işine karışan bir deccal, Herzl’i de sahte bir Mesih olarak görüyorlardı. Devamcıları bugün de İsrail devletine karşı çıkan bu akımlara göre bir İsrail devletinin kuruluşu, Yahudi dini metinlerde yer aldığı gibi tanrının lütfuyla Mesih geldiğinde kurulacaktır. Dolayısıyla bu Yahudi akımlar Siyonizm’e laik ve seküler görüşlerinden dolayı değil, tanrıları Yehova’nın işine karıştığı için olumsuz bakıyorlardı.
Siyonist düşüncenin kökenine dair birden fazla düşünce vardır. Bazılarına göre 1880’lerin başında Rusya’da ortaya çıkan Hibbat Zion (Siyon sevdası) siyasi Siyonizm’in başlangıcı sayılır. Fakat Herzl’e kadar örgütlülükten ve somut bir politik amaçtan yoksun olan Siyonizm, onun aracılığıyla örgütlü, önüne bir Yahudi devleti kurmayı hedef olarak koyan ve güçlü devlet bağlantıları gerçekleştirmiş bir harekete dönüştü. Harekete yönetsel kurumlar ve ekonomik güç Herzl ve arkadaşları tarafından kazandırıldı. Ayrıca iki bin yıldır dil ve kültürel birliğini kaybetmiş Yahudileri bir politik hedef etrafında homojen hale getirmenin ilk adımlarını atan Herzl’dir.
Siyonist düşün dünyası ile onları destekleyenler ve onların propaganda faaliyetinin etkisi altında kalan bazı çevreler, Siyonizm’i gülünç bir biçimde ezilen bir halkın ulusal kurtuluşu hareketi olarak tanımlıyorlar. Siyonist düşünce ve hareketi, 20. yüzyılda dalgalar halinde yeryüzüne yayılan anti-emperyalist ve anti-sömürgeci ulusal kurtuluş hareketlerinden ayırmak gerekir. Bu iki hareket arasındaki fark muazzamdır. Anti-emperyalist ve anti-sömürgeci mücadelelere yön veren milliyetçi ideoloji özgürlük ve bağımsızlıkla ilişkiliyken, Siyonist ideoloji ve hareket Avrupa emperyalist sömürgeciliğinin uzantısıydı ve onun kavramlarına sahipti; amacı da üzerinde yüz binlerce Filistinlinin yaşadığı topraklara el koymaktı. Biri yurdunu sömürgecilerden kurtarmaya uğraşırken diğeri başka bir halka ait yurda el koymak istiyordu.
Siyonist düşünce ve hareketi doğuran nedenin Avrupa’da Yahudilere yapılan baskılar olduğu inkâr edilemez ama bununla birlikte Siyonizm’in emperyalizmle ilişkili sömürgeci ve ırkçı karakteri de o oranda inkâr edilemez. Yahudilerin Avrupa ülkelerinde yaşadığı baskıya karşı tepki olarak ortaya çıkan Siyonizm, Filistin’de bir devlet kurmaya doğru evrilince sömürgeci ve ırkçı bir karakter aldı. Yahudiler Avrupa’da faşizmin kıyımından geçerken onları en çok koruyan komünistlerdi. Fidel Castro’nun belirttiği gibi: “Devrimci hareket, ırk ayrımlarından ve her türden kıyıma duyulan nefretle her zaman eğitilir. Yüreklerimizin en derin yerinde, Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı acımasız zulüm ve soykırımı reddederiz. Ancak, ona, emperyalizmin ve Siyonizm’in Filistin halkına karşı hâlihazırda yürüttüğü mülksüzleştirme, eziyet ve soykırımdan daha benzer başka bir şey yakın tarihte yoktur.”[3] Siyonizm’in sömürgeci ve ırkçı karakteri 1948’de devlet kurduğunda ve 1967 savaşından sonra görünür bir şekilde baskın hale geldi. Bu karakterin doğası ırkçı, amacı yayılmacı, yöntemleri katliamcıdır.
Siyonist hareket tamamen burjuva uygarlığın ortaya çıkardığı, sömürgeci paradigmaya uygun örülmüş Avrupa’ya özgü bir olguydu. Bu yapısından dolayı Filistin’in yerli halkını tıpkı Avrupalı sömürgecilerin yaptığı gibi dışlıyor ve aşağılıyordu. İkisinin bu uğursuz ortak yanı tarihsel bir kalıtımdır. Burjuva uygarlığı kendi tarihsel temellerini eski Yunan uygarlığı üzerine inşa eder. Yahudiler de kendilerini tanrının seçilmiş ve üstünlük verilmiş kavmi olarak görürler. Eski Yunanlılar için diğer halklar barbar iken Yahudiler için diğer kavimler Gentile’dir. Akdeniz havzasının bu iki topluluğu kendilerini diğer halklardan üstün görürlerdi. Bu yüzden Platon ve Aristoteles gibi büyük düşünürler bile köleliği tabiat yasalarına uygun bir durum olarak kabul ederlerdi.
Sömürgecilik içerdiği yoğun şiddet de dahil ezme ve sömürme faaliyetlerine haklılık kazandırmak için, din ile güçlendirilmiş ırkçılık yapar. Amerika, Avusturalya, Yeni Zelanda, Kanada’da yaşandığı gibi yerli halkı toptan imha eden bir sistem, kendisine meşruiyet kazandırmak için doğası gereği, kendisinden aşağı olarak sınıflandıracağı bir öteki yaratmak zorunda; yoksa kendisi tartışmalı hale gelir.
Bu yüzden 15. yüzyılda başlayan Avrupa sömürgeciliği, o güne dek tek bir kökten (Monogénisme) gelen insan anlayışını değiştirdi. O yıllarda olağanüstü ilerleme gösteren bilimsel gelişmeler çarpıtılarak, insan soyunun farklı köklerden (Polygénisme) gelen farklı ırklara sahip olduğu; ve bunların arasında biyolojik gerçeklerden kaynaklı zekâ ve yetenek bakımından hiyerarşi oluşturan farklar olduğunu ileri sürdüler. Örneğin 19 Nisan 1863’te Fransız Piere Larousse tarafından yazılan Larousse sözlüğü ve ansiklopedisi: “Bazı hayırseverlerin zenci türlerin beyaz türler kadar zeki olduğunu kanıtlamaya çalışmaları boşunadır. Bazı nadir örnekler aralarındaki büyük zekâ farkını ispatlamak için yeterli değildir. Bütün diğerlerini belirleyen itiraz edilemez gerçek, onların beyninin bütün hayvanlarda olduğu gibi beyazlara göre daha az hacimli, daha hafif ve küçük olmasıdır. Zekânın doğrudan kanıtı olan beyindeki kıvrımların çok olması beyazların zencilere üstünlüğünü kanıtlamak için yeterlidir.”[4]
Amerika ve Afrika kıtalarındaki Avrupa ırkçılığı Ortadoğu ve Asya söz konusu olduğunda daha incelmiş bir biçim aldı. Çünkü bu halkların geçmişte büyük uygarlıklar ve devletler kurduğunu, Batı dünyasının bütün siyasal eğilimleri biliyordu. Batı sömürgeciliğinin bilme aşkı insanlığı ilerletmek ve masum bir bilmek için bilme aşkına dayanmıyordu. Batılılar için sosyal bilimler, bilme aşkının motivasyonundan çok sömürgecilik faaliyetleri için bir araçtı. Özellikle antropoloji ve etnoloji söz konusu olduğunda. Batı sömürgeciliği için bilgi güçtür, güç ise iktidar ve hakimiyet demektir. Durum bugün de Batı üniversitelerinde bilim siyaset bağıntısı içinde nitelik olarak değişmiş değildir.
Tarihçiler Batı’nın Ortadoğu’ya yönelik sömürgeci faaliyetlerini, 1798’de Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgal etmesiyle başlatırlar. Filistin’e ilk ayak basan kapitalist sömürgeciliğin temsilcisi Bonapart’tır. Napolyon bu sefere 40 bine yakın asker, 171 top taşıyan 50 savaş gemisi ve 500 civarında nakliye gemisiyle çıktı. İşgal edeceği ülkenin zengin uygarlık tarihinin bilincinde olan Bonapart, aynı zamanda yanına 167 kişiden oluşan bir bilim ve sanat ekibi de aldı. Bilim adamları yanlarına 287 ciltten oluşan bir kütüphane ve iki Fransızca, Arapça ve Yunanca baskı yapabilen matbaa makinesi aldı.[5] Napolyon Mısır’ı işgalden sonra Mısır Enstitüsü (Institut d’Egypte) kurarak bilim adamlarının bu ülkeyi ve tarihini Batılılara anlatmasını sağlamış, bunun için 23 ciltlik Description de l’Egypte adlı devasa bir ansiklopedi yazdırmıştır. Bilindiği gibi Mısır’a hâkim olarak emperyal hasmı İngiltere’nin Doğu sömürgeleriyle irtibatını kesmek isteyen Bonapart’ın Mısır seferi sonuçta başarısız olmuştur. Fakat Batı sömürgeciliği o günden bu yana bu topraklara hep Bonapart’ın gözüyle bakmıştır. Bu bakış Doğu’yu yönetmeleri için Batı burjuvazisini Edward Said’in betimlemesiyle bir şarkiyatçılık yaratmaya itti. Şarkiyatçılık doğudaki egemenliği meşru kılmak için biyolojik safsatalara sığınmaz. Onun yerini Batılıların ahlaken üstünlüğü ve yönetme kabiliyetinin gelişmişliği alır.
Siyonist hareketin Filistin’i yurt edinmek isteyen taleplerinin Majestelerinin Hükümeti tarafından kabul edildiği müjdesini Siyonist lider Rothchild’e bildiren, Britanya emperyalizminde başbakanlık, dışişleri bakanlığı ve çeşitli diğer görevler yapmış Arthur Balfour, 13 Haziran 1910’da Avam Kamarası’nda yaptığı Mısır üzerine konuşmada: “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı uluslar, tarihte ortaya çıkar çıkmaz… kendilerine özgü erdemler edinip… kendi kendini yönetme yetilerinin ilk ilkelerini… sergilediler… Genel deyişle ‘Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız.” Bu şekilde akıl yürütmeyi sürdüren Balfour konuşmasının devamında Doğulu ulusların büyüklüğünü inkâr etmeksizin Batılıların Doğu’yu yönetmesinin hayırlı olacağını şöyle belirtir: “Bu büyük uluslar için -büyüklüklerini kabul ediyorum- bu mutlakiyetçi yönetimin bizim tarafımızda olması hayırlı mıdır? Hayırlıdır derim ben. Sanırım bu deneyim, onların tüm dünya tarihi boyunca idaresine girdikleri diğer yönetimlerden çok daha iyi bir yönetim altında olduklarını, bunun yalnız onlar için değil kuşkusuz tüm uygar Batı için bir kazanç olduğunu gösteriyor… Onlar için Mısır’da olsak da, sırf onlar için orada değiliz, genelde Avrupa için de oradayız.”[6]
Balfour’un Fransız meslektaşı Jules Ferry ırkçılığı savunmak için onun gibi dolambaçlı yollara başvurmayı gereksiz gören bir anlayışa sahipti: “Üstün ırkların aşağı ırklara karşı bir hakkı olduğu açıkça söylenmelidir. Tekrar ediyorum üstün ırkların aşağı ırklara karşı bir hakkı vardır, çünkü onlara düşen bir görev vardır. Aşağı ırkları uygarlaştırma görevleri onlarındır.”
Görüldüğü gibi 19. yüzyılın sonunda sahip olduğu ekonomik, teknik ve askeri üstünlüğü kolonyalist bir egemenliğe dönüştüren Batı emperyalizminin gözünde Avrupa’nın dışındaki halklar ya biyolojik nedenlerden ötürü geri zekâlı ya da kültürel ve tarihsel nedenlerden dolayı kendilerini yönetemeyecek kadar erdem ve siyasal gelişmişlikten yoksundurlar; dolayısıyla yönetilmeleri gerekir.
Siyonizm’in yerli halka bakışı bundan da kötüdür. Siyonist hareketin kurucuları oldukça gerçekçiydi. 20 yüzyılda Arap Filistin’de bir devlet yaratmak için yerli halkı buradan çıkarmak gerekirdi; dolayısıyla ırkçılık ve şiddet Siyonist ideolojinin doğasına içkindir. Gelecek daima iyi olacaktır denemediği gibi geçmiş de her zaman kötü değildir. Filistin’de Siyonizm’in etkin faaliyetleri başlamadan önce Arap ve Yahudiler, birbirlerinin haklarına saygı duyarak barış içinde yaşıyorlardı. Bu tabloya Hıristiyan Araplar da dahildi. Siyonistlerin örgütlediği göçlerden sonra Filistin’e yerleşen Yahudilerle birlikte Siyonist ırkçılığın tezahürleri görülmeye başladı. Yahudi cemaatinin Araplarla alışveriş yapmama, Yahudi çiftlik ve işyerlerinde Arap işçi çalıştırmama, Araplarla karışık yerler inşa edip birlikte yaşamaktan kaçınma bunlardan bazılarıydı. “Toprağın Kurtuluşu”, “Yahudi Emeği”, “Yahudi Ürünleri” Siyonizm’in temel sloganlarıydı. Bunların hepsiyle amaçlanan Filistin’in Arap doğasını silmekti.
Siyonizm Filistin’in yerli halkının inkârı üzerine geliştirilmiş bir düşüncedir. Dolayısı ile siyasi bir olgu olarak ırkçıdır. Siyonizm’in uyguladığı sömürgecilik yerli halkı emek yoluyla sömürmeyi amaçlayan tipte bir sömürgecilik değildir. Avustralya ve Kuzey Amerika’da rastladığımız türden bir sömürge yerleşim girişimidir. Bu nedenle kademeli olarak yerli nüfusu Yahudi yerleşimcilerle değiştirmeyi bir hedef olarak önüne koydu. Daha İsrail devleti kurulmadan militarist yapılar örgütleyen Siyonistler, Arapları yerleşim alanlarından çıkarmak için şiddete başvurdular. İsrail devleti kurulduktan sonra bu şiddet onu silahlandıran emperyalist ülkelerin desteğiyle Filistinli Arapları kitlesel olarak yaşam alanlarından sürdü. Sadece 1948 Nakba’sında Filistin’de yaşayan 1 milyon 400 bin kişiden 800 bine yakını yaşadıkları mekanlardan çıkarıldılar. Bugün Gazze’de öldürülen insanların büyük çoğunluğu bu sürgün Filistinlilerin çocukları. Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) kayıtlarına göre İsrail’in ırkçı, yerleşimci sömürgeci uygulamalarından dolayı yerlerinden sürülmüş ve mülteci olan Filistinli sayısı yaklaşık 6 milyon 400 bin.
İsrail yalnızca kökeni itibariyle değil işleyiş biçimi itibariyle de ırkçı bir devlettir. Yasal düzenlemeleri ve uygulamaları, Yahudi niteliğini inşa etme, dayatma ve güçlendirme hedefiyle yapılandırılmıştır. Yahudileşme ve Yahudi devleti, kültürel kavramlar değil demografik tasarılardır. Filistin’i olabildiğince Araplardan arındırıp Yahudi devletinde Yahudi olmayanların sayısını en aza indirme hedeflenmektedir. İsrail parlamentosu (Knesset) 18 Temmuz 2018’de İsrail devletinin ‘Yahudi halkının ulus devleti’ olduğunu belirten bir yasayı kabul etti. Böylece bu devletin gizlenen etno-dinsel karakteri resmiyet kazandı. Dünyanın neresinde oturursa otursun, hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, herhangi bir Yahudi, İsrail yurttaşlığı talep edebilir; böylece her tür yardımdan yararlanarak “Eretz İsrail”e yerleşebilir.
İsrail övünçle kendisini Ortadoğu’daki tek “demokratik devlet” olarak tanıtır. Bu devletin ırkçı karakterinin bir diğer uygulaması İsrail vatandaşı olan Araplara yönelik politikalarında görülür. Bunlar Nakba felaketi olduğunda İsrail devletinin sınırları içinde kalanlar. Bugünkü sayıları 1 milyon 9 bine yakın. Uluslararası bütün insan hakları kuruluşları İsrail’in bu insanlara sistemli ırkçılık uyguladığını, raporlarıyla belirtiyorlar. Örneğin İsrail’de zorunlu askerlik yasasına göre herkes askerlik yapmak zorunda. Yasal olarak İsrail vatandaşı olan Araplar bu zorunluluktan muaf tutuluyorlar. Neden, İsrail vatandaşı olsalar da Arapların ordu gibi sömürgeciliğin temel kurumundan uzak tutulması. İsrail vatandaşı olan Araplar kamu kuruluşlarında dışlanıyorlar. Uluslararası Af Örgütü hazırladığı “İSRAİL’İN APARTHEİD REJİMİ” adlı raporunda İsrail’de yaşayan Araplara kurumsal biçimde ayrımcılık uygulandığını belirtiyor. İsrail’de ayrımcılıktan payını alanların içinde bir bölüm Yahudi de bulunuyor. Avrupa kökenli Yahudiler, Arap ülkelerinden, Afrika’dan Pakistan-Hindistan’dan ve Asya’nın diğer ülkelerinden gelen (Mizrahiler) Yahudileri sosyal ve siyasal yaşamda kendileriyle eşit konum almaktan dışlıyorlar.
Sömürgecilik üzerine derin araştırmalar yapmış Frantz Fanon, “Sömürgeci, ne zaman sömürge halkından söz etse zoolojik terimler kullanır. (…) Sömürgeci ne zaman bir tanımlama yapmak istese sürekli hayvanlarla ilgili sözcüklere başvurur”[7] saptamasını yapar. İsrail liderleri Filistin’in Arap halkından hep hayvanlar olarak söz eder. Eski İsrail Başbakanı Menaham Begin, “Filistinliler iki ayak üzerinde yürüyen canavarlardır”; Sabık İsrail Genelkurmay Başkanı Raphael Eitan, “Ülkeyi sömürgeleştirdiğimizde, Araplar yalnızca şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi daireler çizerek dolaşmak zorunda kalacak”; Eski İsrail Başbakanı, Dışişleri ve Savunma Bakanı Ehud Barak, “Filistinliler timsah gibidir, onlara ne kadar çok et verirseniz o kadar çok isterler” şeklindeki aşağılayıcı ve ırkçı sözleri görevleri başındayken söylediler. Bugünkü İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant, Gazze’de yürüttükleri soykırımı, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket ediyoruz” diye tanımladı.
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] Ilan Pappe, Modern Filistin Tarihi, Çeviren Nuri Plümer, Phoenix Yayınevi, syf: 34.
[2] Theodor Herzl , L’état juif (1896), Librairie Lipschutz, page: 17
[3] Fidel Castro& Che Guevara, Küba Emperyalizmi Yargılıyor, Çeviren Cevdet aşkın, Çiviyazıları, syf :173
[4] w.w.w.thuram.org, Education contre le racism.
[5] Bu bilgiler Kamil Koçak’ın: “Mısır’ın Fransızlar Tarafından İşgali ve Tahliyesi” makalesinden alınmıştır.
[6] Edward Said, Şarkiyatçılık, Çeviren: Berna Ülner, Metis Yayınları, syf: 42-43.
[7] Frantz Fanon,Lés damnes de la terre, La Découvert/Poche, Paris, page: 45
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.