Ülkemiz bir afet ülkesi değildir. İktidarların politikalarıyla ve en çok da AKP iktidarının betona hücum politikalarıyla ülkemiz bir afet ülkesi haline getirilmiştir. Ve halkımız başta kentler olmak üzere kasaba ve köyleriyle birlikte rant hırsına kurban edilmiş afet ülkesinin mahkumlarıdır
“Ey yeni doğmuş Anarşi, sonsuz vaat
sonsuz dikkat dinliyorum, dinliyorum gecede
gece kadar derin beşiğin yanı başında
çocuk iyi mi diye.”
(Mülksüzler, Ursula. K. Le Guin)
Yazıya şöyle başlamak isterdim: Halkımıza her türlü afetten uzak güzel bir yaşam diliyorum. Ancak yazıya anlam katan rasyonel aklımız ve yazıyı okuyacak olan rasyonel akıl(lar) yazıya yukarıdaki ilk cümle gibi başlamanın çok büyük hamaset olduğunu hemen anlayacaktır. O zaman yazıya helvadan putları kırarak başlamakta fayda var. Ülkemiz bir afet ülkesi değildir. İktidarların politikalarıyla ve en çok da AKP iktidarının betona hücum politikalarıyla ülkemiz bir afet ülkesi haline getirilmiştir. Ve halkımız başta kentler olmak üzere kasaba ve köyleriyle birlikte rant hırsına kurban edilmiş afet ülkesinin mahkumlarıdır. Ne yazık ki neoliberal politik hat bilinçli bir şekilde doğanın talan edilmesi ve kıyıların yağmalanmasının önünü açmıştır. Denizlerin bir metre kabarması gibi en basit doğa olaylarını bile seyir olmaktan çıkaran neoliberal politik hat, seyirden afet ve felaket çıkarmayı başarmıştır.
Sadece deprem değil, her türden afetler yaşamın ilkeleri gereği çok ciddi acılara ve travmalara sebep olmaktadır. 6 Şubat’ta merkez üssü Kahramanmaraş Pazarcık olan deprem de rantlaştırılmış 11 kentimizde yüz binlerce bina yıkılırken resmi rakamlara göre ise 50 binin üzerinde insan hayatını kaybetti. Bu basit iktisadi dil bile aslında yaşanan ve hala yaşanmakta olan acıların vahim boyutunu göstermektedir. Şunun da altını hemen çizmekte fayda var. Afetler de sınıfsaldır. “Nedenleri ve sonuçları” tesadüf değildir. Ekonomi-politikle, kısaca sınıflar arası çatışmalarla doğru orantılıdır.
Afetlerin sınıfsal olduğunu daha net görmek için, kentlerin üzerindeki toz bulutlarını biraz kaldırdığımızda merkez ve çevre mahallelerinin aslında kent mimarisinden kent gerçekliğinden uzak yapılaşmasıyla rantlaşmanın ve karmaşanın kentlere nasıl da hakim olduğunu görürüz. Süslenmiş milyar dolarlık siteler ve binaların yıkılmak için ilk dalgayı bekleyen birer kumdan kaleler olduğunu rant uğruna nelerin feda edildiğini nasıl büyük alicengiz oyunlarının oynandığı hemen açığa çıkar. Helvadan putlarımızı kırmaya devam edelim. Elli yıllık binalarla yeni yapılmış binaların aynı zemini paylaşmaları… Sokak ve caddelerin darlığı… Kent içinde ki benzin istasyonlarının varlığı… Yeraltı hizmetlerinin adeta yapılmak için yapılmış olması… Kent bağlantılarının hava yolu ya da karayollarının bilimden akıldan teknikten çok boyutlu yaşam biçiminden uzak sadece ranta dayalı bilinçsizce yapılmış olması… Anayolların dolayısı ile ulaşım (hava, kara, deniz) hatlarının birer patika gibi kurgulanması… Müteahhitlerin cüzdanları ile vicdanları arasına belediye başkanlarının alacakları oy ile seçim kazanma hırslarına terk edilmişliğimiz… Eskiden adı Bayındırlık olan şimdi ise Çevre Şehircilik ve İklim Değişikli Bakanlığı olan bakanlıkların uluslararası sermaye ile yerel inşaat şirketlerinin kasasına para aktarılma aracı haline dönüşmüşlüğü… Ve daha mücadele edilmesi gereken onlarca yapısal sorun karşısında, seçkin bir azınlığın yaşadığı yerleşim yerlerine yapılan binalar hariç halkımızın yüzde 90’ı her an risk altındadır.
2 Şubat 2004 yılında Konya’da Zümrüt Apartmanı’nın yapısal hatalar nedeniyle hiçbir doğa olayı olmadan çökmesi gibi trajik vakalar ancak bizim ülkemizde görülebilir vakalardır. Bu vakaların altında yatan somut gerçeklik ise vahşi rant hırsının toplumun tüm hücrelerine işlemiş olması işletilmiş olmasıdır. Mesele para kazanmak ise hiçbir kurala etik ilkeye bağlı kalmanız şart değildir. Piyasa ekonomisi her yerde farklı biçimlerde kendini gösterdiği gibi afet hizmetlerinde de ciddi bir piyasa rantı yaratılmıştır. Başta Kızılay olmak üzere AFAD gibi afetler öncesi ve sonrasında nitelikli kamusal hizmetleri eşit ve adil yürütmesi gereken kurumların içeriği boşaltılarak atıllaştırılması bu kurumlara cemaat ve tarikatların arama ve kurtarma dernekleri, insani yardım gibi dernekler faaliyeti üzerinden yığılması ile afetler sonrası yardım ve arama ve kurtarma hizmetleri de piyasacılığa havale edilmiştir. Dahası afet müdahale hizmetleri hem gericileştirilmiş hem de özelleştirilmiştir. Kamusal ve nitelikli olarak devlet eliyle yürütülmesi gereken afet acil yardım hizmetlerinin özelleştirilmesi sonucu halkımız afet öncesi olduğu gibi afet sonrası da kendi kaderine terk edilmiştir. Nitelikli kurtarma ve barınma hizmetlerinden mahrum bırakılmıştır.
Helvadan putları kırmaya devam edecek olursak; ’99 depreminde Nasuh Mahruki’nin ve 2023’te Haluk Levent’in büyük depremler sonrası kurtarıcı ilan edilmesi afet “popülizminde” hangi noktalara geldiğimizin anlaşılması açısından üzerinde durulması gereken sosyolojik vakalardır. Afet durumlarında muktedir aklın bunlara benzer kişi ve kurumları bize birer mesih gibi sunmaları tesadüf değildir. Rant ve yağma politikalarının üstüne serpiştirilmiş sis bulutlarıdırlar. Gerçek anlamıyla görevlerini yerine getirmekle sorumlu olan halkın milyarlarca parasını bütçe olarak kasalarına koyan kurumlara gözlerin ve tepkilerin çevrilmesini engellemektir. Başka bir illüzyonla milyonlarca insanın kaderi “kuşa bak” cambazlığı ile televoleci kültürde yetişmiş sunucunun iki dudağı arasına ve televizyon ekranlarında bağış yapacak iş insanlarının reklam kuşağına terk edilmiştir. Ve günlerce daha önemli meseleler tartışılması gerekirken liyakatsiz bir Kızılay Başkanı ile bir ünlünün çadır alışverişi halkın gündemine oturtulmuştur. Oysa yıllarca halkın vergileriyle devasa bütçeye sahip olan kurumların ne liyakati ne de varlıkları yeteri anlamda sorgulanamamıştır.
Bu devasa bütçeli devlet kurumlarına karşı hukuki, fiili-meşru hak arama girişimleri yapılamamıştır. Seçimlerle sandığa havale edilen dar alana sıkıştırılan bir mücadele biçimi (hesap sorma biçimi) başka helvadan putlar yaratma ve başka mesihler bekleme biçimlerine dönüştürülmüştür. Ne afetlerde hayatını yitirenlerin hesabı sorulabilmiştir ne de kentlerin yağmalanmasına göz yumanların gerçek anlamda yargı önüne çıkartılması ve hesap sorulması için ciddi mücadele pratikleri yaratılabilmiştir. Halkımız sadece depremde ve AKP’nin neoliberal politikaları altında kalmamıştır; aynı zamanda helvadan put yapan “muhalefetin masasının” altında ciddi bedeller ödemiştir ve ödemeye de devam etmektedir. Kıyıların rantlaşmasından kentlerin yoksullaşmasına, doğal alanların yağmalanmasından, tarım arazilerinin çölleştirilmesine, ormanların yangın ile talan edilmesine kadar her şey ama her şey sınıfsal ve politiktir.
Tüm bunlara karşı koymak istiyorsak bu karşı koyuşun sınıfsal ve politik yönünü devamlı açığa çıkarmamız ve kamucu bir aklı yeniden kazanmamız kaçınılmazdır. Afetlere karşı kent ve doğa mücadelesi yürüteceksek. Kentler de sadece insan yaşamını değil ekolojiyle birlikte sokak canlılarının, kırsalda ise canlılar arası (domuz,fare vb) ırkçılık yapmadan her türlü canlının yaşam alanlarını ve yine ekolojiyi savunmamız gerekmektedir. Bu savunma biçimi elbette kolay olmayacaktır. Çünkü karşımızda vahşi kapitalizm ve onun helvadan putları olacaktır.
Yazıyı yine bir Ursula K. Le Guin’den alıntıyla bitirelim: “En alttaysan aşağıdan yukarıya örgütlenmelisin.”
*Erbil Karakoç, Yapı-Yol Sen MYK üyesi, Genel Örgütlenme Sekreteri
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.