Osmanlı egemenliğinin son bulmasından sonra Arap halkının durumuna dair düşünülen üç çözümden hiçbiri gerçekleşmedi. Ne din temelli ilkel milliyetçilik ne bağımsız bölgesel devletler ne de modern milliyetçiliğe dayalı Arap birliği çözümü başarılı olabildi. Çünkü bu üç hareket de Osmanlı sömürgeciliğine karşı çıkarken, dünyanın en büyük iki sömürgeci gücü olan Fransa ve İngiltere’ye dayanıyordu
Ana vatanı Avrupa olan kapitalizmin geniş ölçekli ilk sermaye birikimi, Amerika ve Afrika’ya ait zenginliklerin zor yoluyla talan edilmesiyle yaratılmıştı. “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hind adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlaması, Afrika’nın kara deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi.”[1]
Feodal üretim tarzının çelişkileri, Avrupa’da 14. yüzyıldan itibaren ticaretle uğraşan ve kentlerde yaşayan burjuvazinin ekonomik yükselişine yol açtı. Ancak henüz bu evrede burjuvazi, ulusal pazar üzerinde hakimiyet ve büyük ölçekli endüstriyel üretimi sağlayacak ölçüde bir sermaye birikimi yaratamamıştı. Ortaya çıkışının bu ilk aşamasında kapitalizm, feodal düzeni ekonomik ve siyasi olarak yenebilecek koşullardan yoksundu. Kapitalizmin Avrupa’da baskın bir sistem haline gelmesinin bir faktörü özellikle İngiltere’de köylülerin zor yoluyla mülksüzleştirilmesi olsa da onun gerçek kaynağı Avrupa dışında yapılan yağma talan, soygun ve köle ticareti olmuştur.
Kristof Kolomb’un daha sonra Amerika olarak adlandırılacak kıtaya ayak basmasıyla başlayan bu süreç, sadece kapitalizmin egemen bir sistem haline gelmesi için gerekli ekonomik koşulları yaratmakla sonuçlanmadı. Ondan sonra, Avrupa dışındaki bütün halkları egemenlik altına alan, kapitalizmin belirlediği bir sömürgeci dünya sistemi oluştu. Tarihsel süreç içinde bu sömürgecilik farklı biçimler alsa da özü hep aynı kaldı. Merkezinde zorun bulunduğu yöntemlerle başkasına ait zenginliği ele geçirmek ve çok sık kanlı soykırımlarla geniş sömürge topraklarını metropolden gelen yerleşimcilere açmak. Bunun sonucu gezegenin bir tarafında sömürgecilik üzerinden yaratılan endüstriyel ve teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı göreceli olarak “müreffeh” ve “demokratik” toplumlar, diğer tarafında bu toplumlara zenginlik aktarmak için sefalet ve yer yer faşist biçimler alan diktatörlükler altında yaşayan ve dünyanın çoğunluğunu oluşturan halklar gerçekliği meydana geldi. Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan endüstriyel gelişme ve onun doğurduğu “refah toplumu” ile, dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan baskı altındaki yoksul toplumların gerçekliği arasındaki farkı açıklayan olgu sömürgeciliktir.
15. yüzyılda İspanya Krallığı ve Portekiz’in başlattığı sömürgecilik faaliyetlerine, ardından İngiltere, Hollanda ve Fransa da katıldı. 19. yüzyıla gelindiğinde Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin tümü deniz aşırı kolonilere sahipti. “1815’ten 1914’e değin, doğrudan doğruya Avrupa yönetimindeki sömürgelerin kapladığı alan, yeryüzünün yaklaşık yüzde 35’inden yüzde 85’ine çıktı.”[2] Fakat bu ülkelerin içinde İngiltere ve Fransa sahip oldukları bazı üstünlüklerden dolayı en büyük sömürgeci ülkeler durumuna geldiler. İngiltere I. Dünya Savaşı’ndan önce 33 milyon kilometrekare ile, kendi yüzölçümünün 104 katı sömürge topraklarına hükmediyordu. Fransa da savaştan önce kendi yüz ölçümünün 20 katı olan 12 milyon kilometrekareden fazla sömürge toprağına sahipti.
Kapitalist sistem 19. yüzyılda gerçekleştirdiği sanayi devriminin yönlendirdiği ekonomiyi sürdürmek için sömürgelere ihtiyaç duyuyordu. 19. yüzyılın son yirmi yılında Paris Belediye Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu Başkanlığı yapmış hem de cumhuriyetçi “sol”a mensup Jules Fery “Sömürge politikası sanayi politikasının kızıdır” diyordu. 15. yüzyılda başlatılan ilk Avrupa sömürgeciliği ticari amaçlı iken, ikinci dalga sömürgecilik emperyal sonuçlar doğurdu. Kapitalist sistem genişledikçe hem kendine yeni yatırım alanları hem ürünlerini satacak pazarlar hem de üretim için ihtiyaç duyduğu hammaddeyi elde etmesi gerekirdi. Bu zorunluluklar farklı ülkelere ait kapitalist şirketler arasında rekabeti derinleştirirken onların yönlendirdiği emperyal devletler arasında sömürge savaşlarını kaçınılmaz kıldı. Filistin halkının acılı tarihi kendilerine rağmen bu farklı emperyalist sömürgeciler arasında ortaya çıkan I. Dünya Savaşının içinde Siyonist projenin lehine belirlendi.
“İstanbul’da gerçekleşecek bir ihtilal ya da topraklarını birbiri adına kaybetmek gibi nedenlerle bu imparatorluğun çökmesi durumunda, her bir Avrupalı güç, bir kongre kararıyla imparatorluğun kendisine bırakılan parçasını himaye altına alacaktır, toprak, komşuluk, sınır güvenliği, din, âdet ve çıkarların benzerliği açısından tanımlanacak ve sınırlandırılacak olan bu himaye bölgeleri… sadece Avrupalı güçlerin hükümranlığını tanıyacaktır. Böylece tanımlanan ve Avrupa’nın hakkı olarak kabul edilen bu hükümranlık biçiminin asıl içeriği bu toprağın ve kıyı bölgelerinin herhangi bir bölümünü işgal edebilmek, oralarda gereğinde özgür kentler, gereğinde Avrupa sömürgeleri, gereğinde limanlar ve ticaret uğrakları kurmaktır… Her güç, kendi himaye bölgesi üzerinde silahlı bir vesayet kuracaktır.”[3]
Fransız yazar şair, 1848 Devrimi sırasında kızıl bayrak taşıyan işçi ve sosyalistlere karşı burjuvazinin üç renkli bayrağını savunduğu için dışişleri bakanlığıyla ödüllendirilen Lamartine’in arzuladığı Osmanlı hanedanlığının çöküşü, nihayet I. Dünya Savaşı’nın sonunda gerçekleşti. I. Dünya Savaşı, Filistin’in içinde yer aldığı Ortadoğu’daki durumu tamamen değiştirdi. Zaten savaştan önce Avrupa yakasındaki topraklarının büyük kısmını kaybetmiş haraççı Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşın sonucunda dört yüzyıldır üzerinde sömürgeci egemenlik kurduğu Ortadoğu’daki topraklarını da yitirdi. Savaşın galip güçleri İngiltere ve Fransa’nın müşterek kararıyla bu bölgenin parçalanması, savaşta bu ülkelerin yanında yer alan Arap milliyetçilerinin öngördüğü biçimde olmadı. Bu Filistin’in, Siyonist projeye uygun biçimde adım adım sömürgeleşmesini hızlandırdı.
Nesnel bir değerlendirmeye bağlı kalırsak o yıllarda, Arap halkının toplumsal ve kültürel koşullarından dolayı Siyonist projeyi engelleyebilecek güç ancak Arap milliyetçiliği olabilirdi. Fakat bu milliyetçilik ideolojik ve yapısal zaaflarından dolayı, bu görevi yerine getirmekten oldukça uzaktı. Bir diğer seçenek olan; sömürgeciliği aşan ve halklar arasında gerçek eşitliği sağlayan, Rusya’da Bolşevik Devrimciler önderliğinde gerçekleştirilen çözümün, Arap topraklarında öznel koşulları ne ideolojik ne de politik olarak bulunuyordu.
Arap milliyetçiliği bütün milliyetçilikler gibi, köken olarak Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin düşüncelerinden etkilenmişti. Fakat bu milliyetçilik iyi örgütlenmiş ve modern milliyetçiliğin sahip olduğu ölçülerden uzak bir yapıdaydı. Zaten bu zayıf yapısıyla Arap milliyetçiliği ne güçlü anti-emperyalist başarılar sağladı ne de Siyonist hareketin Filistin’de bir devlet kurmasını engelleyebildi. Bu milliyetçilik zaman içinde Kürt halkına karşı işlenen toplu katliamlarda görüldüğü gibi ırkçı ve fanatik dinsel biçimler alsa da o yıllarda amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinden Arap topraklarını kurtarmaktı. İçeriği burjuvazi tarafından belirlenen milliyetçilik laik yapıdayken Arap milliyetçiliği kendini İslam dini üzerinden şekillendiriyordu. Modern milliyetçiliği örgütleyecek güçlü bir burjuva sınıfından yoksun olan Arap toplumunun yerel önderleri aidiyet duygusunu din üzerinden kurmaya çalışıyorlardı.
Bu milliyetçiliğin Mısır, Suriye ve Lübnan’da görülen bir diğer eğilimi Arapların birliğini değil, bölgeciliğe dayalı devlet anlayışını savunuyordu. Bu milliyetçilik Arapların tek bir devlet çatısında birleşmesine tarihsel ve kökensel nedenlerden dolayı olumlu bakmıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Arap topraklarında bunun yerini neyin alması konusunda ileri sürülen görüşler arasında, modern milliyetçiliğe en yakın ve Arap birliğini savunan fikirler bakımından o dönemin iki Suriye kökenli aydınını anmak gerekir. Bunlar Sati al Housri ve Nagib Azoury’dir. Filistin’de bir Yahudi devletinin yaratacağı yerel, bölgesel ve dünya çapındaki felâketi en erkenden kavrayan Azoury’dir. Filistin daha Osmanlı boyunduruğu altındayken bir dönem Kudüs Sancağı vali yardımcılığı yapmış Azury, 1905 yılında yazdığı Le réveil de la nation arabe (Arap ulusunun uyanışı) kitabında şu uyarıyı yapar: “Şu anda Asya Türkiye’sinde (Osmanlı devletini kastediyor) aynı doğaya sahip bu yüzden birbirine karşıt ve henüz kimsenin dikkatini çekmeyen iki olgu kendini gösteriyor. Bunlar Arap ulusunun uyanışı ve Yahudilerin gizli bir şekilde yeniden büyük ölçekli İsrail krallığını inşa etme gayretidir. Bu iki hareketten biri diğeri üzerinde kesin zafer kazanana kadar durmaksızın savaşmaya yazgılı olacaktır.
Tüm dünyanın kaderi, birbirine zıt iki ilkeyi temsil eden bu iki halk arasındaki mücadelenin nihai sonucuna bağlı olacaktır. Çünkü üç kıtayı ve üç denizi birbirine bağlayan bu bölge, farklı zamanlarda, evrenin kaderini tersine çeviren, siyasi veya dini olayların yaşandığı sahne olmuştur.”[4]
Azoury ve benzerlerinin temsil ettiği akım, kendisine hiçbir zaman kitlesel bir destek bulamadı ve bazı aydınlara ait düşünceler olmaktan öteye gidemedi. Üstelik bu akım ideolojik olarak Fransız Devrimi’nden etkilendiği için, öngördüğü Arap devletinin laik ve cumhuriyetçi temellerde inşa edilmesini savunuyordu. Fakat bu akımın temsilcileri amaçlarını gerçekleştirmek için Fransa emperyalizminin himayesinde hareket etmeyi uygun buluyordu. Filistin’de ise ne genel olarak Arap halkının ne de özel olarak Filistin’in kaderini belirleyecek örgütlü bir hareket vardı. Filistin halkının direnişi İngiliz manda yönetimi inşa olduktan sonra başladı.
Osmanlı’dan sonra Arapların durumuna dair en güçlü hareket, dört yüz yıl boyunca Osmanlı sömürgecileriyle işbirliği yapmış geleneksel Arap egemen sınıflarına aitti. En etkin temsiliyeti, Arap Yarımadası’nın batı kısmında yer alan Mekke ve Medine şehirlerinin 1908-1916 yılları arasında yöneticiliğini yapmış Şerif Hüseyin’di. Hüseyin daha savaş çıkmadan önce İstanbul’daki merkezi idare karşısında konumunu güçlendirmek için Londra’dan destek istemişti. Savaşın seyri içinde Hüseyin, Osmanlı’ya karşı çıkarak kendisini Hicaz emiri ilan etti. Bu modern milliyetçiliğin temel ilkelerinden yoksun güç Orta Çağ’ın lehlerine oluşturduğu ideolojik ve sosyal örgütlenmeden dolayı güçlü bir halk desteğine sahipti. Bu akım ise İngiliz emperyalizminin himayesinde bir Arap krallığını inşa etmeyi hedefliyordu.
Osmanlı egemenliğinin son bulmasından sonra Arap halkının durumuna dair düşünülen bu üç çözümden hiçbiri gerçekleşmedi. Ne din temelli ilkel milliyetçilik ne bağımsız bölgesel devletler ne de modern milliyetçiliğe dayalı Arap birliği çözümü başarılı olabildi. Çünkü bu üç hareket de Osmanlı sömürgeciliğine karşı çıkarken, dünyanın en büyük iki sömürgeci gücü olan Fransa ve İngiltere’ye dayanıyordu. Bunun sonucu yıkılan sömürgeciliğin yerini yeni sömürgeci güçlerin alması oldu. Bundan da kötüsü Filistin topraklarında ırkçı sömürgeci ve Marx’ın belirlediği gibi Batı burjuva uygarlığının sömürgelerde çırılçıplak dolaştığı barbarlığın sureti olan İsrail devletinin kuruluşunun koşulları oluştu.
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] K.Marx, Kapital Cilt 1, Çeviri: Alaattin Bilgi, 1. Baskı, Otuz birinci bölüm syf: 791.
[2] Edward W. Said, Şarkiyatçılık,Çeviren: Berna Ülner, Metis Yayınları, syf:50.
[3] Alphonse de Lamartine, Şark yoculuğu, aktaran : Edward Said, Şarkiyatçılık, syf :121.
[4] Negib Azoury, Lé réveil de la nation arabe, Avant-Propos, Paris, Librairie Plon.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.