7 Ekim’den bu yana, Filistin halkına karşı yüz yıldır sürdürülen savaşta bir paradigma değişikliğine tanık olabileceğimizi gösteren beş unsur ortaya çıktı
Editör notu: Yazı, orijinal kaynağında 18 Kasım 2023 tarihinde yayımlandı. Dört günlük ateşkes, ateşkesin uzatışmasına dair ABD’nin de dahil olduğu çeşitli odaklardan ateşkesin uzatılma çağrıları, esir takasları yazının yayımlanma tarihinden sonra gerçekleştiği için değerlendirme içinde yer almıyor. Yazı içinde geçen tarih ve süre ifadeleri yayın tarihi esas alınarak değerlendirilmeli.
Altı hafta önce bu konuşmanın başlığı ve içeriği farklı olabilirdi. O zaman, “Filistin’de Yüz Yıllık Savaş: Yerleşimci-Sömürgeciliğin ve Direnişin Tarihi” adlı kitabımda ortaya koyduğum çerçeveyi kullanarak bugünün tarihsel arka planını anlatacaktım. Bu kitap, 1917’den bu yana Filistin’de yaşanan olayları, hem yerleşimci sömürgeci hem de milliyetçi bir hareket olan Siyonist hareketle müttefik olan çeşitli büyük güçler tarafından farklı aşamalarda yerli Filistin halkına karşı yürütülen bir savaşın sonucu olarak açıklamaktadır. Bu güçler daha sonra bu hareketten doğan İsrail ulus-devleti ile ittifak kurmuştur.
Ben hala bu çerçeveyi geçtiğimiz yüzyılın ve daha fazlasının tarihini açıklamanın en iyi yolu olarak görüyorum. Dolayısıyla, bu Araplar ve Yahudiler arasında asırlık bir çatışma değildir ve çok eski zamanlardan beri devam etmemektedir. Tamamen emperyalizmin Ortadoğu’ya girmesinin ve hem Arap hem de Yahudi modern ulus-devlet milliyetçiliklerinin yükselişinin yeni bir ürünüdür. Dahası, bu savaş sadece bir tarafta Siyonizm ve İsrail ile diğer tarafta Filistinliler arasındaki bir savaş değildi, Filistinliler zaman zaman Arap ve diğer aktörler tarafından destekleniyordu. Bu savaş her zaman Siyonist hareketin ve İsrail’in yanında yer alan büyük güçlerin kitlesel müdahalesini içeriyordu: İkinci Dünya Savaşı’na kadar İngiltere, o zamandan beri de ABD ve diğer güçler. Bu büyük güçler hiçbir zaman tarafsız olmadılar, hiçbir zaman adil aracılar olmadılar, aksine İsrail’in yanında bu savaşın aktif tarafları oldular ve olmaya devam ediyorlar. Bu gerçekler göz önüne alındığında, iki taraf arasında bir denklik olması bir yana, bu savaş sömürgeci ile sömürgeleştirilen, ezen ile ezilen arasında bir savaş olmuştur ve Filistin’de iki taraf arasında her zaman Siyonizm ve İsrail lehine büyük bir dengesizlik olmuştur.
Ancak, bu çerçevenin geçtiğimiz altı hafta boyunca ABD’nin güçlü ve İran ile Arap devletlerinin nispeten sınırlı katılımıyla pekiştiğini düşünmekle birlikte, 7 Ekim’den bu yana ortaya çıkan yeni unsurlar nedeniyle bir paradigma değişikliği görüyor olabiliriz. Ortaya koyacaklarım son derece belirsizdir. Bir tarihçi olarak olayların nasıl gelişebileceğini tahmin etmekte tereddüt ediyorum. Ancak, bu savaşın bir asırdan fazla bir süredir devam eden seyri ışığında, bu savaşın yeni bir aşamaya girdiğini gösterebilecek yeni unsurların ortaya çıktığı açıktır. Bu unsurlardan beş tanesine değinmek istiyorum.
I. Bunlardan ilki, İsrail’in ülke tarihindeki en yüksek üçüncü ölü sayısına (1200’ü aşkın) ulaşmasıdır. Bir günden kısa bir süre içinde 800’den fazla İsrailli sivilin yanı sıra 350’den fazla asker ve polis öldürüldü. O günden bu yana 64 İsrail askeri öldürüldü. Bu muhtemelen şimdiye kadarki en yüksek İsrailli sivil ölüm sayısıdır [İkinci intifadada dört yıl boyunca 719 sivil öldürüldü; İsrail’in herhangi bir savaşta en yüksek ölü sayısı olan 1948’de öldürülen 6 bin kişinin çoğu askerdi]. İsrail’in asker ve polis kayıpları, kara harekatının birkaç hafta önce başlamasından bu yana yaşananlarla birlikte 400’ü aşmış durumda. Bu sayı yakında İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında [450’den fazla asker ölmüştü] ölen İsrail askeri sayısına yaklaşacak.
Filistinlilerin 11 bin 500’ü aşan mevcut ölü sayısı, İsrail’inki gibi henüz nihai bir sayı değildir ve hastalık, bebek ölümleri ve diğer nedenlerden kaynaklanan yüksek önlenebilir ölüm oranlarının yanı sıra kayıp olan 2 bin 700 kişinin çoğunun da eklenmesiyle artacaktır. Bu rakam, çoğu sivil olmak üzere yaklaşık 20 bin kişinin öldürüldüğü 1948’den bu yana Filistinlilerin en yüksek ikinci ölü sayısıdır. Muhtemelen bu sayı İsrail’in 1982’de Lübnan’a karşı başlattığı savaştaki sayıdan daha yüksek – Lübnan’a karşı başlatılan savaşta yarısından fazlası Filistinli, geri kalanı Lübnanlı olmak üzere 20.000 kişinin öldürüldü [İkinci intifada sırasında yaklaşık 5 bin Filistinli öldürülmüştü].
Bu tüyler ürpertici istatistikleri, bir paradigma değişimi olabilecek bir unsurun kanıtı olarak aktarıyorum. İsrail’in verdiği kayıplar, özellikle de öldürülen sivillerin sayısı, İsrail’de, dünyanın dört bir yanındaki Yahudi topluluklarında ve tüm Batı’da yankılanan travmatik bir şok yarattı. Uzun vadeli siyasi etkilerini tahmin etmek mümkün değil, ancak hem İsrail hem de Amerikan hükümetlerinin karar alma mekanizmalarını önemli ölçüde etkiledi ve her iki ülkeyi de daha agresif ve uzlaşmaz hale getirdi. Bu arada, kısa bir süre içinde bu kadar çok sayıda Filistinlinin ölmesinin sadece Filistinliler üzerinde değil, aynı zamanda Arap dünyası ve belki de daha uzak bölgeler üzerindeki uzun vadeli siyasi etkisi de hesap edilemez ve pek çok Arap devletinin iç siyasetini ve İsrail’in bölgedeki geleceğini etkileyebilir.
II. Bu rakamlar diğer iki olgu bağlamında değerlendirilmelidir. Birincisi, Hamas’ın sürpriz saldırısı, İsrail ordusunun bir tümeninin (Gazze tümeni) bozguna uğratılması da dahil olmak üzere İsrail savunmasını alt etmesi, İsrail istihbarat ve gözetleme teknolojisinin tamamen başarısız olması ve çok sayıda İsrailli sivilin katledilmesi, 1948’den bu yana İsrail topraklarında ilk kez bu kadar şiddetli bir savaşın yaşandığını göstermektedir. İsrail daha önce de roketler ve intihar bombacıları tarafından sivil halkına yönelik ciddi saldırılara maruz kalmıştı, ancak 1948’den bu yana İsrail’in tüm büyük savaşları – 1956, 1967, 1968-70 Yıpratma Savaşı, 1973, 1982, ikinci intifada ve Gazze’deki tüm savaşlar – esasen Arap topraklarında yapıldı. İsrail’in başına 75 yıldır böyle bir şey gelmedi.
III. Bir diğer olgu ise bu savaşın İsrail’in güvenlik doktrininin geçici olarak çöküşünü temsil etmesidir. Genellikle yanlış bir şekilde “caydırıcılık” olarak adlandırılan bu doktrin, aslında Orde Wingate gibi İngiliz kontrgerilla uzmanları tarafından İsrail silahlı kuvvetlerinin kurucularına aşılanan saldırganlık doktrininden türetilmiştir. Bu doktrin, önleyici ya da misilleme tarzında ezici bir güçle saldırarak düşmanın kesin olarak yenilgiye uğratılabileceğini, kalıcı olarak sindirilebileceğini ve İsrail’in şartlarını kabul etmeye zorlanabileceğini savunur. Gazze söz konusu olduğunda bu, Gazzelileri 16 yıldır süren kuşatma ve ablukayı kabul etmeye zorlamak için periyodik olarak vurmak ve çok sayıda Gazzeliyi öldürmek anlamına geliyordu.
Bu doktrinin geçici çöküşü diyorum çünkü 7 Ekim’de yaşananlar doktrinin tamamen iflas ettiğini göstermesi gerekiyordı. Ancak İsrail hiç ders çıkaramamış olacak ki doktrini daha da sertleştirme yoluna gitti. Clausewitz’in savaşın siyasetin başka araçlarla devamı olduğu yönündeki sözünü unutmuş görünüyor. İsrail yönetiminin bu savaşı yürütürken, sivil kayıpların ve 7 Ekim’deki küçük düşürücü askeri yenilginin intikamını almanın ötesinde, “caydırıcılığı” yeniden tesis etmek olarak sunulan net bir siyasi hedefi olmadığı açıktır. İsrail hükümeti ve ordusu bu savaş için kesin bir siyasi hedef yerine, belki askeri olarak yenilgiye uğratılabilecek ancak yok edilemeyecek bir siyasi-askeri-ideolojik varlık olan Hamas’ın yok edilmesi gibi imkansız bir hedef ortaya koymuştur. Hamas ister zayıflasın ister güçlensin, ki bunu ancak bu savaş bittikten sonra anlayabileceğiz, Filistin halkı üzerindeki işgal ve baskı devam ettiği sürece Hamas siyasi bir güç ve ideolojik olarak yok edilemeyecektir.
IV. Paradigma değişiminin bir parçası olabilecek bir başka yeni unsur da, başlangıçta İsrail’e küresel çapta duyulan geniş sempatinin ardından, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına yönelik yoğun olumsuz tepkilerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum Arap dünyasında, çoğu Müslüman ülkede ve dünyanın geri kalanının çoğunda (daha doğrusu ABD ve birkaç Batı ülkesi hariç gerçek dünyada) geçerli olmuştur. Amerikan ve Avrupa halklarının geniş kesimleri arasında bile benzer şekilde yoğun bir olumsuz tepki olmuştur. Bu tepkinin kalıcı bir etkisi olup olmayacağını söylemek mümkün değil. Biden yönetiminin Gazze’ye yönelik savaşına aktif katılım düzeyine yükselen ve -Allah korusun- bu çatışmanın daha geniş bir savaşa dönüşmesi halinde ABD güçlerinin savaşa katılmasına yol açabilecek İsrail’e açık destek politikası üzerinde neredeyse hiçbir kayda değer etkisi olmadığı kesin.
Arap ülkelerindeki tepkiler en azından “Arapların Filistin’i umursamadığını” iddia eden Batılı ve İsrailli politika yapıcıların ve uzmanların ne kadar cahil olduklarını kanıtlamaktadır. Bu iddiada bulunurken, Arap ülkelerinin çoğunu yöneten otokrat ve kleptokratları, Filistin’i çok önemsedikleri açık olan ve son on yılda Arap başkentlerinin çoğunda görülen en büyük gösterileri başlatan halklarıyla karıştırdılar. Herhangi bir ciddi tarihçinin de söyleyebileceği gibi, Arap halkları yüzyılı aşkın bir süredir Filistin için derin bir endişe duymaktadır. İsrail’e yönelik bu güçlü olumsuz tepkinin kalıcı olup olmayacağını ve bölgeyi kasıp kavuran anti-demokratik rejimlerin bu duyguların ifade edilmesini engellemeyi başarıp başaramayacağını ya da ne zaman başaracağını söylemek mümkün değil. Açık olan şu ki, İsrail’e yönelik gelecekteki politikalarında, halklarının Filistin davasına olan tutkulu desteğini göz önünde bulundurma konusunda daha önce olduğundan çok daha dikkatli olmaları gerekecektir.
V. Bu olası paradigma değişiminin beşinci ve son bir unsuru daha var. Batılı elitlerin ve politikacıların esmer ya da Arap hayatlara verdiği değer ile beyaz ya da İsrailli hayatlara verdiği değer arasındaki eşitsiz ölçüler, bu elitlerin hakim olduğu siyaset arenası, şirketler, medya ve Columbia gibi üniversiteler başta olmak üzere çeşitli alanlarda zehirli bir atmosfer yaratmıştır. Bu elitler ve diğer pek çokları, İsrailli sivillere yönelik katliamları, onlarca kat fazla Filistinli sivile yönelik katliamlardan temelde farklı görmektedir. Başkan Biden, 15 Kasım gibi yakın bir tarihte, İsrail’in Gazze’yi bombalamasını aklarken ve tutarsız bir şekilde İsrail’in ezbere konuşmalarını tekrarlarken, sadece İsrailli sivillerin çektiği acıları bir kez daha açıkça dile getirmiştir.
Bu bariz eşitsiz yaklaşım iki ucu keskin bir kılıçtır: Kısa vadede İsrail’e hizmet etse de, doğasında var olan önyargı ve çifte standart tüm dünyaya ve Batı’da giderek büyüyen düşünce kesimlerine, özellikle de gençlere karşı ayan beyan ortadadır. Bu durum, genellikle İsrail’in yayımlamayı uygun gördüğü tüm haberleri sunan ana akım kurumsal medyanın aşırı derecede taraflı sunumlarıyla kendinden geçmeyen herkes için geçerlidir. Demokratların büyük çoğunluğu da dahil olmak üzere Amerikalıların yüzde 68’inin, İsrail hükümetinin ve onun Beyaz Saray’daki destekçisinin şiddetle karşı çıktığı Gazze’deki ateşkese destek vermesi, bir paradigma değişikliğinin habercisi değilse bile, önemli bir göstergedir.
Bununla birlikte, İsrailli sivil ölümlerinin ve sivil rehinelerin kaçırılmasının çiğ siyasi istismarına rağmen, bu meselelerin Filistin haklarını destekleyenler için hukuki ve siyasi olduğu kadar ciddi bir ahlaki sorun teşkil ettiğini kabul etmek hayati önem taşımaktadır. Ahlaki unsur açıktır: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve tüm silahsız siviller savaş zamanında tartışmasız bir şekilde korunmalıdır. Hukuki unsur da aynı şekilde açık olmalıdır. Bir ülke uluslararası insani hukuk (UİH) standartlarını uygulamamayı tercih edebilir. Ancak, eğer bir ülke bu standartları uygulamak istiyorsa, bu standartlar herkes için geçerli olmalıdır. İsrail, şu anda İsrail savaş kabinesinin bir üyesi olan eski bir general olan Gadi Eizenkot tarafından 2007 yılında açıklanan “Dahiya doktrini”[1] aracılığıyla bunu yapmadığını açıkça kabul etmesine rağmen, güya UİH’ye bağlı olduğunu iddia etmektedir. İsrail liderleri defalarca ve açıkça UİH’nin temel unsurlarından en az ikisine uymadıklarını ifade etmişlerdir: Askeri bir hedefin yok edilmesinden beklenen avantaja kıyasla insan hayatı veya mal kaybının aşırı olmamasını gerektiren orantılılık ve sivil halk ile savaşçılar arasında yapılması gereken ayrım. İsrail, Gazze’ye yönelik günlük saldırılarında, geçmişte pek çok kez olduğu gibi, sözde bir militanı ya da militanları öldürmek için sayısız sivilin hayatını yok ederek bu ilkeleri tamamen göz ardı ettiğini göstermiştir.
Uluslararası hukuk uyarınca işgal altındaki halkların direnme hakkı olduğu doğrudur ve bu elbette Filistinliler için de geçerlidir. Ancak, UİH’nin İsrail’e uygulanması talep ediliyorsa, Filistinli aktörlere de eşit şekilde uygulanmalı ve İsrail’in bu yasaları korkunç bir şekilde ihlal etmesine rağmen, Hamas ve diğerlerinin ihlallerinin de aynı standartlara tabi olması gerektiği kabul edilmelidir.
Siyasi sorun şu ki, İsrail UİH’yi tam bir cezasızlıkla ve ABD ile bazı Batılı hükümetlerin açık onayıyla ihlal ederken, Filistinlilerin bu ahlaki ve hukuki ilkeleri hiçe sayan sivillerin öldürülmesi ve kaçırılmasıyla ilgili ahlaki ve UİH ihlalleri, sadece failleri değil, tüm Filistin davasını karalamak ve gayrimeşru göstermek için kullanılıyor. Columbia ve diğer kampüslerde gördüğümüz gibi, 7 Ekim’den bu yana ABD ve Avrupa’da tamamen bu ihlallere odaklanan siyasi, medya ve kurumsal tepkilerden de anlaşılacağı üzere hedef alınan, Filistin hakları mücadelesidir.
ABD ve Batı’da birçoğumuzun işgal ettiği düşmanca siyasi, medya ve kurumsal alanda yaşananlar son derece önemlidir. İsrail’in (ulusal olduğu kadar) yerleşimci sömürgeci bir proje olduğunu kabul edersek, ABD ve Batı onun merkez üssüdür. İrlanda, Cezayir, Vietnam ve Güney Afrika kurtuluş hareketlerinin de anladığı gibi, sömürgeciliğe sömürgede direnmek yeterli değildi. Aynı zamanda merkez üsteki kamuoyunu da kazanmak gerekiyordu, ki bu da genellikle şiddet kullanımının sınırlandırılmasını ve şiddet içermeyen yöntemlerin kullanılmasını gerektiriyordu (sömürgecinin yoğun şiddeti karşısında bunu yapmak ne kadar zor olsa da). İrlandalılar 1916’dan 1921’e kadar süren Bağımsızlık Savaşlarını böyle kazandı, Cezayirliler 1962’de böyle kazandı, Vietnamlılar ve Güney Afrikalılar da böyle kazandı. ABD ve Avrupa’da Filistinlilerin haklarını destekleyenlerin faaliyet gösterdiği hasım siyaset ve medya alanlarında, bu konularda mutlak netlik sadece ahlaki ve hukuki nedenlerle değil, aynı zamanda siyasi nedenlerle de gereklidir.
Her ne kadar bu savaşın sonucunu şu aşamada tahmin etmek imkansız olsa da, en azından özetlediğim değişikliklere yol açmıştır. Daha derin insani ve siyasi paradigma değişimlerine yol açacak mı? Ben üç ana soru görüyorum:
1) Bir buçuk milyon insanın Gazze Şeridi’nin kuzey kesiminden, Gazze Şehri de dahil olmak üzere, sürülmesi, ki bu zaten bir tür yeni Nakba’dır, kuzey bölgesinin kalıcı etnik temizliğine yol açacak mıdır?
2) Uluslararası toplum ya da (çoğu zaman uluslararası toplumu tek başına oluşturuyormuş gibi davranan) ABD, çatışmaya eşitlik ve adalet temelinde özgün ve yeni bir siyasi çözüm sunacak mı?
3) Ya da daha muhtemel olduğu üzere, uzun süredir ölü olan “iki devletli çözümün” cansız bedenine daha fazla formaldehit[2] pompalarken, işgal ve Filistinlilerin giderek daha küçük alanlara hapsedilmesi şeklindeki önceki baskıcı statükonun yeni bir şeklini mi tesis edecek?
Bu sorulara bugünden cevap vermek mümkün değil, ancak tahminimce cevaplar sırasıyla ilkine evet, ikincisine hayır ve üçüncüsüne evet olabilir.
Bununla birlikte, bir sonucun hariç tutulabileceği umulabilir: bu, Gazze Şeridi ve Batı Şeria nüfusunun bir kısmının veya tamamının tarihi Filistin’den Mısır Sina’sına ve Ürdün’e sürülerek etnik temizliğe tabi tutulmasıdır. Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, savaşın patlak vermesinden sonra bölgeye yaptığı ilk ziyaretler sırasında, görünüşe göre İsrail’in ayak işlerine bakan biri olarak, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan yöneticilerine bu sonucu kabul etmeleri için baskı yaptı. Hepsi de Blinken’i kati suretle reddetti. Bunu yaparken bu hükümetler, devletlerinin ulusal çıkarları ve rejimlerinin korunmasının yanı sıra, İsrail’in Filistin’den sürdüğü hiç kimsenin geri dönmesine izin vermediğini 75 yıllık acı deneyimleriyle bilen Filistinlilerin çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlardı.
Biden Beyaz Saray’ının kötü niyetini kanıtlayan somut delil, Yönetim ve Bütçe Ofisi’nin 20 Ekim 2023 tarihinde Ukrayna ve İsrail’e askeri yardım için Kongre’ye yaptığı milyarlarca dolarlık bütçe talebinde görülebilir. Bu talep, “Göç ve Mülteci Yardımı” başlığı altında “komşu ülkelere kaçan Gazzelilerin potansiyel ihtiyaçları”, “sınır ötesi yer değiştirmeler” ve “Gazze dışındaki programlama gereksinimleri” için fon talebini de içeriyor.
Biden yönetiminin, çok sayıda muhtemel savaş suçu içeren ve elle tutulur ya da gerçekleştirilebilir hiçbir siyasi sonucu olmayan bir İsrail savaş çabasına kölece destek verme konusundaki basiretsizliğine, iç politikadaki ahmaklığı da eklenmelidir. İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına kendi yetkililerinin yanı sıra Demokrat Parti tabanının önemli unsurlarından gelen sınırsız desteğe karşı büyüyen muhalefeti kararlılıkla görmezden geldi. Bu taban büyük ölçüde genç seçmenlerden, Yahudi ve Hıristiyan toplumlarındaki liberal ve ilerici unsurlardan, Araplardan, Müslümanlardan, siyahi ve diğer azınlık topluluklarının önde gelen unsurlarından oluşuyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı yönetimin tam desteğiyle devam ederken, bu grupların büyük bir kısmının, özellikle de önemli salıncak eyaletlerde [seçimin çekişmeli geçtiği yerler için kullanılan bir ifade, Ç.N.] bulunanların, 2024’te Joseph Biden’a oy vermeyi nasıl kabul edeceklerini görmek giderek zorlaşıyor.
Amerika’nın bir milyondan fazla insanı Gazze Şeridi’nin kuzeyinden sürmesi konusunda İsrail’e verdiği desteğin ötesinde, birkaç Arap hükümetinin kararlı muhalefeti (şimdiye kadar) olmasaydı, İsrail’in Filistinlileri anavatanlarından etnik olarak temizlemesine yönelik 75 yıllık sürecin yeni bir aşamasına Amerika Birleşik Devletleri’nin utanç verici biçimde dâhil olması da söz konusu olacaktı. Henüz o noktaya gelmedik ve umarım hiçbir zaman da gelmeyeceğiz. Ancak, şu ana kadar söz konusu vahşete ortak olması engellenmiş olsa da, Biden yönetimi İsrail’in binlerce Filistinliyi katletmesine ve Gazze’yi yaşanmaz hale getirmesine maddi destek vererek ve Gazze’deki etnik temizliğe göz yumarak çoktan ahlaki bir uçuruma yuvarlandı.
Çeviri notları:
[1] Dahiya doktrini, eski İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot tarafından ana hatları çizilen, düşman olarak görülen rejimlerin sivil altyapısının yok edilmesini kapsayan ve bu amacı güvence altına almak için “düşman”ınkine kıyasla “orantısız güç” kullanımını içeren bir asimetrik savaş askeri stratejisidir.
[2] Formaldehit kadavra havuzlarında kadavraları çürümeden korumak için kullanılan bir kimyasal.
[Mondoweiss’ta yer alan İngilizce orijinalinden Tankut Serttaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.