İslamcılar kadar faşistleri de kullanan kontrgerillanın kurduğu bu kanlı tezgahta avcının zamanı gelince av olabileceğini, devlet koruması altındaki katillerin en güvenli yerlerde yem olabileceğini anlatan bu roman, acılı bir dönemimizi kayıtlara geçiyor. Yine o günlerden beri değişmeyen başka bir gerçek de kendi yaralarını sarmayı öğrenen devrimci, demokrat ve yurtseverlerin demokrasi, barış ve insan haklarının yanında yer almaya devam ettiğidir
“Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım
Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım”
Yusuf Hayaloğlu
90’lı yıllar korkunçtu. Yargısız infazlar, kaçırıp kaybetmeler, faili meçhul cinayetler, işkencede ölümlerin arasında kelle koltukta gezdiğimiz zor yıllardı. Günlerce evimize gidemeyip saklanmak zorunda kaldığımız, polis takibini atlatma konusunda çeşitli yöntemler geliştirdiğimiz, kaçırılma girişimi sırasında kimliğimizi çevredekilere duyuracak şekilde bağırmamız gerektiğini birbirimize öğrettiğimiz o yılları yaşayıp bugüne gelebilenler Murathan Mungan’ın Diyarbakır’da bir cinayetle başlayıp 995 km uzaktaki Alanya’da başka bir cinayetle biten romanını okurken kendilerinden birçok şeyi bulabilirler. Bana, 96 Nisan’ının soğuk bir Ankara akşamında Kızılay’da karşılaştığım bir yoldaşımın “Operasyon başladı, sakın eve gitme” dediği anı, beni kaçırmaya gelen sivil polislerin arabasına Aydınlıkevler’de tur attırırken hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçişini, Beytepe kampüsünden bindikleri otobüsten Sıhhıye’de indikleri anda polis tarafından kaçırılan iki yoldaşımı ve daha birçok korku dolu anı hatırlatan kitabı okumak kolay olmadı.
Murathan Mungan, “995 km” adını verdiği romanda gerçek isimleri kullanmasa da Musa Anter, Konca Kuriş ve Gaffar Okkan’ın silueti satırlara yansıyor, “kumarhaneler kralı”, “Tonton Başbakan”, “Cihadın Askerleri” ve “Jem” gibi adlandırmalarla hangi örgüt ve kişilere işaret edildiği anlaşılıyor.
Olayların bir tetikçinin gözünden anlatıldığı bölümlerde tağut, Dârü’l-harb, Selefilik, İhvan gibi kavramları didaktizme kaçmadan metne yediren Mungan’ın İslamcı örgütler üzerine derin bir okuma yaptığı anlaşılıyor. Hizbullah’ın çalışma tarzının da polisiye roman formatına uydurarak anlatıldığı bölümlerde şifreli konuşmalar, irtibat noktası olarak kullanılan çay ocakları, aşevleri, polis takibine karşı alınan önlemler, enseden sıkılan tek kurşunun örgüt imzası yerine geçmesi, mezar evler gibi bilgilerle illegal dünyaya çekiliyoruz. İslami örgütler arasında yaşanan çekişmeleri, bazı saldırılarda satır ve bıçak gibi kesici aletlerin tercih edilmesinin arkasında yatan hukuki nedenleri de yine roman estetiğinin dışına çıkmadan öğrenebiliyoruz.
Kontrgerilladan bahsetmeden 90’lı yılları anlatmak mümkün olmadığından uyuşturucu ticareti ile finanse edilen kirli savaş, kaçırılan gazeteci, vahşi cinayetler, muhbirler, itirafçılar, derin devlet içinde yaşanan çekişme, kontrgerillanın kendi içinde yaptığı temizlik romanın akışı içerisinde karşımıza çıkıyor. Jandarma çevirmeleri, kimliğinin anlaşılmasından, yerinin bilinmesinden korkan rütbeli askerler, Batı’da yaşayan Kürtlerin evlerinin, dükkanlarının yakılıp yıkılması, savaşın yarattığı ruh hali ile sonuçlarını da ortaya koyuyor.
Kızlı-erkekli aynı evde toplanıp, alkol eşliğinde rock müzik dinleyerek muhabbet eden İstanbullu gazetecilerin romana dahil olduğu bölüm, iki ayrı dünyanın varlığı kadar Kürt sorununa demokratik yaklaşımın varlığını göstermesiyle karanlığın üstüne düşen bir ışık gibi parlıyor. Mungan’ın Kürt sorunu üzerine de düşündüğü bölümlerde Batman’da intihar eden kadınlardan başlayarak Kürt kadınlardaki değişime dikkat çekilirken, Mülkiyelilere ilginç gelebilecek bilgiler esprilerle sunuluyor, önderlikler ve devrimci hareketler sorgulanıyor. Özellikle “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganının sorgulanması İslamcılığın üstümüzdeki etkisini yüzümüze çarpıyor. Diyarbakır’ın kûçe denen dar sokaklarını, Gazi Köşkü’nü, Hevsel Bahçelerini, Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ni, Garipoğlu Hamamı’nı bize gezdiren Mungan, bölgenin tarihini, kültürünü de bize tanıtan bir rehber gibi davranıyor.
İslamcılar kadar faşistleri de kullanan kontrgerillanın kurduğu bu kanlı tezgahta avcının zamanı gelince av olabileceğini, devlet koruması altındaki katillerin en güvenli yerlerde yem olabileceğini anlatan bu roman, acılı bir dönemimizi kayıtlara geçiyor. Beyaz Torosların yerini siyah Land Roverlerin, tek kurşunla işlenen cinayetlerin yerini Roboski’de, Suruç’ta, Ankara Garı önünde bombalı katliamların aldığı bugünlerden geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey faşizmin kana doymadığı. Yine o günlerden beri değişmeyen başka bir gerçek de kendi yaralarını sarmayı öğrenen devrimci, demokrat ve yurtseverlerin demokrasi, barış ve insan haklarının yanında yer almaya devam ettiğidir. Yolumuz 995 km’den uzun.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.