Bir yanımız gerici kuşatma, bir yanımız göçmen düşmanı yeni faşist unsurlar, bir yanımız kadın ve LGBTİ+ düşmanları ve yoksul halkı bekleyen daha fazla işsizlik, açlık ve yoksulluk… Şimdi yapılması gereken kitlesel halk örgütlenmelerinin açığa çıkarılması, çoğaltılmasıdır. Gündelik yaşamın içindeki kavga da buralardan örgütlenmeli, halkın sorunları bu kanallar yoluyla genelleştirilmelidir
Seçimlerin ikinci turunda da malum haritanın renk dağılımı pek değişmedi. Mevcut bloklar ciddi bir bozulmaya uğramadan haritada kendini gösterdi. Erdoğan iktidarını gecikmeli de olsa tahkim etti.
Birinci ve ikinci tur arasındaki siyasal eksen, ilk tur öncesindeki sürece göre daha da sağa kaydı. Son yılların en sağcı Meclis’ini yaratan siyasal gerçeklik, muhalefet eksenini de sağa çekerek göçmen düşmanlığını, ırkçı yaklaşımları ‘normalleştirdi’ ve yaydı. Burada muhalefetin tüm kesimlerinin yarattığı boşluğun bir sonucu olarak ‘kilit rolün’ Kürtlerden ırkçı ve göçmen düşmanı Zafer Partisi ve Sinan Oğan’a geçmesinin payı elbette büyük. Ancak bu durumun sonuçları yalnızca iki haftalık kampanya süreciyle de sınırlı kalmayacak.
İlk turda beklenen ‘değişim’ beklentisinin karşılanmaması büyük bir yenilgi havası yarattı. İkinci turda her ne kadar umut ve motivasyon daha düşük olsa da Erdoğan’ın nihai zaferi bu havanın sürmesini sağladı.
Kuru bir ‘Enseyi karartmayalım’ temennisi ve ‘Mücadeleye devam’ sözlerinin ötesine geçebilmek, sahici bir değerlendirme yapabilmek gerçekliğimizi kavramaktan ve ondan ders çıkarmaktan geçiyor. Adını koyarak başlayalım, toplumsal muhalefetin her kesimi bu seçim sürecinden yenik çıkmıştır.
Siyaset ekseninin bu kadar sağa kayması, aşırı sağcı Meclis’in yanında ırkçı yaklaşımların ve göçmen düşmanlığının muhalefetin geniş kesimleri açısından normalleştirilmesi, sol programların ve taleplerin örgütlenmemiş ve dolayısıyla siyasal atmosferde etkisiz kalması, umutsuzluk ve yılgınlığın ‘değişim’ arzulayan geniş kesimlerce bir kere daha yaşanması ve bu durumları tersine çevirebilecek başarıların elde edilmemiş olması devrimci muhalefet iddiasındaki sosyalistler için de bir yenilgi ifade ediyor. Her ne kadar sosyalistlerin bu sürece dair tutum ve yaklaşımları yekpare olmasa da hiçbir pratik durumu ve geniş kitlelerin yaşadığı umutsuzluğu tersine çeviremedi.
İğneyi kendimize batıralım. Seçimlerin devrimci siyasetin merkezinde konumlanmasına itiraz eden, değişimin koşulu olarak halkın örgütlü gücüne işaret eden, siyasetin kurucu zeminini halkın direniş eğilimlerinde gören ve temsil siyasetinin ancak buna bağlı olarak şekillenmesi gerektiğini söyleyenler kendi dışlarındaki geniş kesimler açısından güven veren ve inandırıcı bir siyasal hat kuramadı.
Ne öncesinde ne de seçim sürecinde demokratik alanların tıkanmasına karşı sonuç alıcı ve bununla birlikte de umut veren bir mücadele pratiği ortaya konamadı. Böyle olunca geniş halk kesimleri açısından seçimler ‘değişim’ için tek gerçek seçenek olarak kaldı.
Bu durum elbette birkaç aylık bir sürecin sorunu olarak kavranamaz. Ancak bir süredir sosyalistler içindeki siyaset tarzına dair arayış sürecindeki bu eğilimin kendisini gerçekçi bir alternatif olarak ortaya koyamamış olması bu yenilgide pay sahibi olmayacağı anlamına gelmiyor. ‘Biz demiştik’ savunması da bu durumu değiştirmiyor.
Gelelim çuvaldıza. Sosyalist hareketin çoğunluğunda seçim dışı mücadeleler ve gündemler siyasetin ana konuları haline gelemedi. Seçim aritmetiğinin esas alındığı bu süreçte halkın esas sorunları ve gündemleri, ancak ‘seçmen ilgisini çekme’ odaklı çalışmaların konusu olabildiği ölçüde siyasetin gündemi olabildi. Deprem bölgesi, halkın ihtiyaçları, mücadelesi uzun süre gündem bile olamadı. 8 Martlar, 1 Mayıslar bile birer seçim mitingine dönüştü.
Tekrar etmek pahasına hatırlatalım:
Seçimi siyasetin merkezine konumlandıran ve sonrasında da ona faşizme karşı mücadelede asli roller atfeden sosyalistler açısından da bu yanılgı bir kez daha ortaya çıktı. Yalnızca ‘uzaktan seslenerek’, kampanyaları halkın örgütlü gücüne döndürmekten öte oya tahvil etmeye çalışarak faşizmin kitle tabanında bir yarılma yaratılamayacağını hayat bir kez daha yüzümüze vurdu.[1]
Yeni bir mücadele sürecine atılmadan önce bu süreçten şu dersleri çıkarmamız gerek:
İktidarın halkın geniş kesimlerini olumsuz yönde etkileyecek politikalarına karşı ‘kendiliğinden’ bir politik saflaşma yaşanmıyor. Halkın sorunlarının iktidar tarafından çözülmüyor oluşu politik mücadele açısından bir zemin olarak değerlendirilebilir ancak iktidardan kopuş eğilimlerinin güçlendirmek için halkın kendi sorunlarının çözümünün bir parçası olabileceği toplumsal hareketin ve mücadele hattının inşası şart. Harekete dönüşmeyen hoşnutsuzluk ya da arzu, gerçek bir kopuş yaratmıyor. Bu beklentiyle takınılan geniş halk kesimlerini suçlayıcı tavır da kitleleri dönüştürebilecek devrimci siyasetin önünü açmıyor, aksine tıkıyor.
Bu ‘kendiliğinden dönüşüm’ beklentisi sadece iktidarın etkisinden kopma eğiliminde olan kesimlere dair değil, iktidarın kriz yönetimine dair var. Aynı siyasal akılla seçimin ertesi gününden itibaren yapılan ‘Enkaz bir ekonomi aldılar, bu şekilde sürdüremezler’ yönündeki ‘analizler’ de yine halkın örgütlü gücünü baz almıyor, krizin ‘kendiliğinden’ yönetilemeyecek hale gelebileceğini öngörüyor ve bunun iktidar krizine dönüşebileceğine ihtimal veriyor. Hemen peşine de erken seçim ‘temennileri’ sıralanıyor.
İktidarın işçileştirilen, yoksullaştırılan geniş halk kesimlerine yönelik sosyal ve iktisadi içerme mekanizmaları hafife alınıyor. Yenilgi yalnızca seçim sürecinde yürütülen kampanyada arandığında bu mekanizmalar görünmezleşiyor.
Medya, eğitim, cemaatler ve tarikatlar, sarı sendikalar, parti örgütleri, yardım ağları, çıkar ortaklıkları, bürokraside ve iş dünyasında yapılan kayırmalar ve daha nicesi geniş kesimleri hâlâ iktidara bağlı tutan mekanizmalar. Seçimin hemen öncesinde kamu işçilerine ve memurlara zam yapılması, EYT düzenlemesinin çıkarılması, doğalgaz indirimi, KYK faizlerinin silinmesi gibi hamleler çok geniş bir kesimi etkiledi. Karşı propaganda ve kampanyalar iç motivasyon yaratsa da bu kökleşmiş kurum ve taktiklerin etkisini kırmada yetersiz kalıyor. Boş tencerenin iktidarı götürebilmesi için bu dinamiği bu güçlü ağa karşı örgütleyebilecek sendikalara, partilere ve demokratik kitle örgütlerine ihtiyaç duyuluyor.
Sahadaki güç dengesini hesaba katmadan yapılan siyasi analizler gerçeklikten uzaklaşıyor. Ortaya da sanki siyaset bir güç savaşı değil de etik hesaplaşma alanıymış gibi beklentiler çıkıyor. Seçimin kaderini belirleyenin oy çalma olduğu söylenebiliyor ama oy çalmayı organize edenlerin örgütlü gücü ve ona engel olamayanların örgütsüzlüğü ana çıkarım olmuyor. Meşruiyet tartışması da güç dengesinden azade yapılınca etik düzeyde bir ‘haklılık’ tartışmasına dönüşüyor ve iktidarın meşruiyetini iyice yitirdiği sonucu çıkarılıyor.
Güce dönüşmeyen bir haklılığın siyasal açıdan etkisizliği görülmediği gibi muhasebe yapma, ders çıkarma gibi özeleştirel süreçlere girmenin önü de tıkanıyor. Seçim gecesinden itibaren önümüzdeki yerel seçimler dillendirilmeye başlandı. Bu yönde özeleştirel bir sürece girişmediği takdirde aynı politik körlük, aynı dogmatik fikirler diğer seçim sürecinde de devrimci muhalefetin önünde engel olmaya devam edecek.
Seçimler bitti, bundan sonraki mücadele sürecini belirlemek için iktidarın yeni politik hamlelerinin, eğilimlerinin, çelişkilerinin ve küresel konjonktürün doğru kavranması gerekiyor.
Başkanlık sistemine geçilmesinin ardından iktidar bloğu ilk defa bu kadar çok unsurlu. İktisadi ve siyasi açıdan mevcut politikalardan rahatsızlık duyan ve bu yüzden AKP’den kopanların temsiliyetini üstlenmeyi başaran Yeniden Refah Partisi, Kürt Hareketi’ne karşı operasyonel güç olarak kullanılan Hizbullah’ın siyasi uzantısı Hüda-Par, AKP-MHP iktidarının zorunlu ortakları oldu.
6284 sayılı kanuna, nafaka hakkına karşı mevcut iktidardan çok daha radikal şekilde reaksiyon gösterenler, hedefe koyanlar, bekar kadınların ‘sahiplendirilmesi’ gerektiği savunanlar artık iktidarın yeni ortağı. LGBTİ+’lara yönelik nefret yeni ittifakta artık daha belirgin.
Ancak ekonomi politikalarının belirlenmesinden Kürt sorununa yaklaşıma, bürokraside kadro paylaşımına kadar yeni çelişkiler de iktidarı bekliyor.
Göçmen düşmanlığı üzerinden kendini var eden ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun iki tur arasındaki politikasının belirlenmesinde de etkili olan siyasal akıl, geniş bir meşruiyet zemini yakaladı. Önümüzdeki süreçte bu ırkçı düşünce hak mücadelelerinin örgütlenme sürecinde de karşımıza çıkacak.
Vizyonu Türkiye’yi ucuz emek cennetine çevirerek tedarik ağları içinde stratejik bir konum elde etmek olan anlayışla belirlenen ekonomi yönetiminden değişiklik için adımlar atıldı. Kur Korumalı Mevduat’ın seçim öncesinde fiili olarak boşa çıkarılmasının ardından ekonomi yönetimi, mevcut anlayışla pek de uyumlu olmayan, tekelci sermayenin itirazlarını nispeten daha da karşılayabilecek Mehmet Şimşek’e bırakıldı. Şimşek, AKP’nin ilk dönem ekonomi politikalarının mimarlarından. IMF programının hayata geçmesinde, özelleştirmelerde ve ücretlerin baskılanmasında az emeği yok kendisinin! Şimşek’in ilk mesajı ise ekonomiyi ‘rasyonel zemin’e çekmek oldu. Şimşek patron örgütlerinin takdir mesajlarını da topladı.
Şimşek’in ‘rasyonel zemin’den kastının geniş halk kesimleri açısından olumlu bir anlam taşımadığı açık. Zaten kendisini 2015 seçimlerinde muhalefetin asgari ücret vaatlerine “Asgari ücretin 1500 liraya çıkması zulümdür” yanıtıyla, deprem vergilerinin duble yollara harcandığını söylemesiyle biliyoruz. Rasyonel zemin diyerek kademeli faiz artırımının ve kemer sıkmanın sinyali veriliyor. Bu hamlelerin işsizliği artırma ve yoksulluğu derinleştirme yönündeki etkilerinin ne ölçüde olacağı zamanla belli olacak.
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın Şimşek’e bırakılmasının yanı sıra Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na da Cevdet Yılmaz getirildi. Yılmaz’ın da ilk mesajı cari açık ve enflasyon sorununa yönelik adımlar atılacağı oldu. Özellikle Yılmaz’ın da Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na getirilmesi ekonomi yönetimine dair adımların önceleneceği izlenimini kuvvetlendirdi. İki isim de tekelci sermayeyi memnun eden isimler oldu.
Ancak yeni ekonomi yönetiminin karakterinin homojen olmayacağının sinyali de veriliyor. Zira Ticaret Bakanı olarak atanan Ömer Bolat da eski MÜSİAD Başkanı. Patronların ekseriyetinin beklentisi de keskin dönüşlerden ziyade ‘yumuşak bir geçiş’.
Yeni kabinenin verdiği bir diğer mesaj ise ekonominin yanında dış politikanın da önceleneceği. Eski MİT Başkanı Hakan Fidan Dışişleri Bakanı olurken Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerdeki gayrıresmi sorumlusu İbrahim Kalın da MİT Başkanlığı’na atandı.
Bir yanımız gerici kuşatma, bir yanımız göçmen düşmanı yeni faşist unsurlar, bir yanımız kadın ve LGBTİ+ düşmanları ve yoksul halkı bekleyen daha fazla işsizlik, açlık ve yoksulluk… Böylesi bir atmosferin içerisinde yeni bir mücadele sürecine atılacağız.
Bu sürecin bir yanı seçim sonrası muhasebe ve hesaplaşma olacak. HDP ve Yeşil Sol Parti, gerek parti kurullarında gerek halk toplantılarıyla süreçten gerekli dersleri çıkarabilmek adına özeleştirel bir süreç işleteceklerini açıkladı. Demirtaş’ın açıklamalarıyla kamuoyuna da yansıyan tartışma yalnızca HDP içinde cereyan etmiyor.
2013’teki Haziran İsyanı’nın bastırılmasının, 2015 sonrası kitle katliamlarının ve OHAL sürecinin yarattığı yenilgilerin ardından düzen dışı yanları ‘törpülenen’ sosyalist hareketin devrimci siyasetin sürekleyici halkasına dair tartışmaları ve bu eksendeki gerilim hemen her yapı içinde mevcut.
Bu gerilim sosyalizmi burjuva siyaset düzleminde temsil edilecek kimliklerden biri olarak inşa etmekle halkın direniş eğilimleri içinden inşa etmek arasında. Faşizme karşı mücadelede öncü rolü sınıfsal izdüşümü belirsiz bir ‘AKP karşıtları’ içinde temsiliyet düzlemi yaratmaya vermekle, işçi sınıfının her katmanında örgütlenebilecek devrimci potansiyele vermek arasında.
Bu tartışma ve gerilim ekseninde sosyalist hareketin önünde beliren yol ayrımı seçim sürecinde daha da netleşti.
Sosyalist hareket ya her şeyi temsil ve gösteri düzlemine sıkıştırıp, gerçekleşmesi belirsiz bir değişim adına seçim süreçlerine erteleyerek, halka dışarıdan seslenmeye devam edecek ya da gündelik çelişkileri düzenle olan çelişki halinde, gerçek toplumsal örgütlenmeleri geliştirerek halkın kendi gücüne dayanan bir mücadele sürecini örgütleyecektir. İlk yöntemin başarısızlığını, en fazla içinde bulunduğumuz kültürel saflaşmanın içinde kısmi bir etki yarattığını ama toplumu sınıfsal olarak saflaştırma noktasında bir etkisinin olmadığını gördük.
Şimdi yapılması gereken kitlesel halk örgütlenmelerinin açığa çıkarılması, çoğaltılmasıdır. Gündelik yaşamın içindeki kavga da buralardan örgütlenmeli, halkın sorunları bu kanallar yoluyla genelleştirilmelidir. “Nasıl yapılacak?” sorusunun cevabı, deprem bölgesindeki Yaşam Meclislerinden, işçi direnişlerinden, kadın hareketinin direnişçi sürekliliğinden ilham alınarak verilecek. Mevcut yılgınlık, umutsuzluk atmosferini dağıtabilmenin de yenilginin özeleştirisinin verebilmenin de yegane yolu bu. Ya da Mehmet Şimşek’in sözleriyle ifade edersek “tek rasyonel zemin” devrimci olan.
[1] Umut halkın örgütlü gücünde, Sendika.Org Gündem yazısı, 18 Mayıs 2023
https://sendika.org/2023/05/umut-halkin-orgutlu-gucunde-685120/