Musa Piroğlu: “Sosyalist hareket, devleti karşısına almadan ve halk kitleleriyle doğrudan temas kurmadan krizini aşamaz”

19 Temmuz 2023 00:00

“Devrimciliğin ahlaki bir tutum belirlemeye indirgendiği, mücadelenin sosyal medyaya sıkıştırıldığı bir momentte sosyalist hareketin doğrudan devleti karşısına alan ve halk kitleleriyle yaşam yerleri, işçi sınıfıyla çalışma alanları üzerinden doğrudan temas kuracak bir konuma geçmeden kendi krizini aşma şansı yoktur”

“Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” dosyası kapsamındaki söyleşilerimizin üçüncüsünü HDP MYK üyesi ve önceki dönem İstanbul milletvekili Musa Piroğlu ile yaptık. 14-28 Mayıs seçimlerinin ardından, sosyalist hareketin muhasebe sürecini, politik rejimin yeni saldırı hamlelerini ve sosyalist hareketin krizini nasıl aşması gerektiğini konuştuk.

Piroğlu, sosyalist hareketin sınıfsal tabanını yitirmesinin, kadro potansiyelinin daralmasının bir sonucu olarak parlamentarizm ve seçim siyasetinin politik faaliyetin belirleyici faktörü olduğu tespitini yapıyor ve “Bu daralmaya solun kendini büyütme üzerinden birbiriyle rekabet eden ve neredeyse yan yana gelme koşullarını tamamen ortadan kaldıran tutumu eklenmiş, fiziksel marjinalleşme hegemonik marjinalleşmeye de dönüşmüştür” ifadelerini kullanıyor.

Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?

Kritik bir seçim başarısızlıkla sonuçlandı. Seçimi kritik kılan gerek muhalefetin gerekse iktidarın seçime biçtikleri rolün kendisi oldu. İktidar bu seçimi bir var oluş meselesi olarak ele aldı. Bu konuda haklıydı… Zira devletle iç içe geçen ve ulusal-uluslararası alanda pek çok suça bulaşan iktidarın kaynakları sayesinde hem zenginleşen hem de yegâne gücünü oradan alan bir iktidar gerçekliği söz konusuydu. Seçimin kaybedilmesi bir yanıyla iktidar bloğu açısından siyasi korumanın kalkması, pek çok varlığın kaybedilmesi, hem de altından kalkamayacakları davalarla karşı karşıya gelinmesi anlamına geliyordu. İktidar bloku, bu seçimi kendi tabanı açısından da bir varlık meselesi haline indirgemeyi başardı. Muhalefetin pek çok unsurunun okumasının aksine AKP tabanı, salt ekonomik olanaklar ya da olanaksızlıklar üzerinden açıklanamayacak ciddi sosyolojik bir tabandır. Bu taban devletin kuruluşundan bu yana, devlet iktidarı ve bu iktidarın kaynaklarının dışında tutulan ve bu dışında tutulmayı hem bir öfke kaynağı hem de baskılanma olarak gören, çoğu taşra burjuvazisi ve halkından oluşan dindar-milliyetçi tabandır. Menderes döneminden farklı olarak, AKP ile hükümet değil, devlet olmayı başardılar. Neredeyse yüz yıllık özlemleri bir gerçeklik halini aldı. En yoksulundan en zenginine, köylüsünden şehirlisine devleti ele geçirdiklerine inanan ve bu devleti kaybetme korkusu yaşayan sosyolojik bir tabandan söz etmek gerekiyor.

Sınıf siyasetinden uzaklaşma

Seçim, tüm muhalefet ve sosyalist hareketin büyük öbeği tarafından da kritik bir süreç olarak okundu ve bir rejim oylaması olarak ele alındı. Kendi öz gücüyle bu kritik sürece müdahale şansı olamayan bu öbek, kaçınılmaz bir şekilde kendi sağında mevzilenmiş karşıt blokla yan yana gelme durumuna düştü. Rejim oylaması kaybedildi.

Sosyalist hareket, meseleyi seçim taktikleri ve ittifaklar üzerinden tartıştığı sürece benzer sonuçlarla yüzleşmekten kaçınma şansına sahip olmayacaktır. Zira çok uzun bir dönemden itibaren sosyalist hareket; kendi toplumsal tabanından kopmuş, kadrolarını orta sınıftan devşiren ve siyasetini orta sınıfın duyarlılıkları üzerinden şekillendiren edilgen bir konuma çekilmiştir. Böyle olunca sınıf siyasetinden uzaklaşılmış, kimlik siyasetinin bulanık zemininde yol aranmaya çalışılmıştır. Çok uzak olmayan bir geçmişte, varoşlar ve işçi sınıfı içerisinde ciddi bir gücü temsil eden ve bu gücün mobilizasyonuna öncülük eden hareket, ne yazık ki güncel durumda birkaç Alevi mahallesi dışında varoşlardan, kamu sendikaları ve DİSK’in zayıflayan potansiyeli dışında işçi sınıfından kopmuştur. Sınıfsal tabanın yitirilmesi, kadro potansiyelinin daralması ve sokak mobilizasyonunun azalmasına paralel bir şekilde, parlamentarizm ve seçim siyaseti politik faaliyetin belirleyici faktörü haline gelmiştir. Bu daralmaya solun kendini büyütme üzerinden birbiriyle rekabet eden ve neredeyse yan yana gelme koşullarını tamamen ortadan kaldıran tutumu eklenmiş, fiziksel marjinalleşme hegemonik marjinalleşmeye de dönüşmüştür.

Eğer gelmekte olan süreç, sert bir dalga olarak öngörülüyorsa, bu dalgayı göğüslemenin ve ortaya çıkacak yeni hareketlere önderlik edebilmenin yolu; bu sinik, parçalı ve birbiriyle rekabet halindeki kimlik siyasetinin öz eleştirisinin verilmesi ve sınıf hareketiyle, varoşlardaki yoksullarla yeniden temas etmenin koşullarının yaratılmasıyla mümkün olacaktır. Ve bu tartışma mümkün olduğunca şeffaf, birlikte yürütülmeli ama pratik faaliyetle iç içe okunmalıdır.

Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?

Yukarıdaki uzun giriş, gelmekte olan dalganın boyutlarının okunması açısından önemlidir. 14-28 Mayıs sandık sonuçlarıyla birlikte ülke halkları seçim yoluyla hükümet değiştirme inisiyatiflerini büyük oranda Saray’ın iki dudağına teslim etmiş bulunmaktadır. Muhtemelen Saray’ın gizli ajandası seçim meselesini tamamen etkisiz bir elemana indirgeyen bir yönelime girmek şeklinde cereyan edecektir. Öncelikle HDP üzerinden Kürt hareketi ve onunla yan yana duranlar tecrit edilip, baskı altına alınacak, sosyalistler ise yükselen bu baskının altına girmek ya da iktidarın açtığı küçük konfor alanlarında oyalanarak varlığını sürdürmek gibi bir tercihle yüz yüze kalacaktır. Buradaki tercih sosyalist hareketin geleceği açısından belirleyici olacaktır. Ya Kürt halkıyla yan yana, devletin karşısında durulacak ya da sistemin güvenli alanlarında kaybolunup gidilecektir. Kişisel öngörüm, uzun süredir olağanüstü bir rejim şeklinde devam eden iktidarın yeni dönemde fiziksel baskıyı hızlı ve ani bir şekilde yükseltmeyeceği ancak Merdan Yanardağ tutuklamasında görüldüğü üzere Kürt sorunu ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine temas edildiği her yerde kimseye nefes aldırmayacağı yönündedir. Buna mukabil sosyal alanın adım adım daraltıldığı, kamusal hizmetlerin (okul, hastane vb.) tamamen dinselleştirildiği ve tarikatlar eliyle verildiği, işçi ve yoksul mahallelerinin böylece teslim alınmaya çalışıldığı bir döneme girme olasılığı yüksektir. Burada da sosyalistler sınıf eksenli yaklaşamadıkları sürece ve meseleyi sadece laik-dindar ikilemi üzerinden algıladıkları müddetçe kimlik siyasetinin dar kalıplarından çıkamayacak ve iktidarın değirmenine su taşımaya devam edecektir. Kabul etmek gerekir ki, Milli Eğitim’le başlayan ve hayatın tüm alanlarına sirayet edecek olan bu dalga, işçi sınıfı, yoksullar ve onların çocuklarını hedef almaktadır. Bu iktidarın aynı zamanda kendi yarattığı ağır ekonomik yıkımın faturasını işçi sınıfı ve yoksul halka çıkaracağı düşünüldüğünde önümüzdeki süreçte kitlesel mücadelenin imkanlarının da açığa çıkacağı öngörülmelidir. İktidarın arzuladığı; seçimleri oyuna dönüştürüldüğü, toplumsal muhalefetin tamamen etkisizleştirildiği ve neredeyse bir çeşit rejim değişikliğinin kalıcılaştırıldığı yeni yönelimin, ülkenin sınıf dinamikleri, toplumsal mücadele gelenekleri ve uluslararası konumlanışı açısından çok gerçekçi olmadığı kabul edilmelidir. Bu iktidar öyle ya da böyle yıkılmaya mahkumdur.

Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?

Kaçınılmaz olarak tüm yazılanların ışığında solun ne yapması gerektiği sorusuyla yüzleşiriz. Baştan kabul etmek gerekir ki ülkede sadece egemenlerin krizi yaşanmamaktadır. Belki de bu krizden daha derin bir şekilde sosyalist hareketin krizi cereyan etmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi bu krizin bir ayağını sosyalist hareketin kendi sınıfsal tabanından kopup orta sınıf bir harekete dönüşmesi oluşturturken, diğer ayağını sinik parlamenter kimlik siyasetine sıkışma oluşturmaktadır. Bu siyaset tarzı, bir yanıyla popülizmin politikayı belirler hale gelmesine yol açmakta, orta sınıfa hâkim olan ulusalcı-milliyetçi bakışın Kürt siyasi hareketine uzak durulmasına sebep olmaktadır.

Devrimciliğin ahlaki bir tutum belirlemeye indirgendiği, mücadelenin sosyal medyaya sıkıştırıldığı bir momentte sosyalist hareketin doğrudan devleti karşısına alan ve halk kitleleriyle yaşam yerleri, işçi sınıfıyla çalışma alanları üzerinden doğrudan temas kuracak bir konuma geçmeden kendi krizini aşma şansı yoktur. Yan yana gelme, birleşme, birlikte davranma gibi kavramlar bu ikilik üzerinden ele alınmalıdır. Sosyalistler, koptukları tabanla yeniden buluşmalı, bu tabanla buluşabilmek için ortak hareket edebilme kabiliyetlerini geliştirmelidirler. Orta sınıf reflekslerden, kimlik siyasetinin dar bakışından beslenen dil, vizyon ve işleyiş hattı değiştirilmek zorundadır. Belki de ihtiyaç olan, var olan yapıların yan yana gelmesinden öte onları da kapsayan ama onları aşan toplumsal dinamiklerin de dahil olabileceği, içine girip siyaset yapabileceği ve özneleşebileceği siyasal formların yaratılması olmalıdır. Sol, bayrak gösterme ve kendi küçük bahçesini büyütme alışkanlığından vazgeçmediği sürece ne gelmekte olanı göğüsleme ne de ortaya çıkacak hareketleri devrimci bir mücadeleye dönüştürme şansına sahip olmayacaktır.